Adaletsizliğin Bir Başka Sonucu: Irkçılık

 

Irkçılık bir başka deyimle ayrımcılık, toplum içerisinde yaşanan eşitsizliklerin en temel sonuçlarından biridir. Irkçılığın sözlük tanımına baktığımızda her ne kadar  insan ırkları arasındaki doğuştan gelen biyolojik farklılıkların kültürel veya bireysel konular üzerinde bir fark yarattığı düşüncesi de denilse aslolan toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri, toplumsal sınıflar gibi ırkçılığında bir tür ayrımcılık olduğudur. İnsanlık tarihine baktığımızda, bu tür suni, aslında herhangi bir temele dayanmayan, akıl ve bilimin herhangi bir ögesi ile örtüşmeyen durumlar sık sık yaşanmıştır. Kimi zaman nedenleri ekonomik kimi zaman cahillik vs olmuştur. Bunların hepsinden öte ise insan, “insan” olduğunu farkına varamadığından ve bunun ışığında yol alamadığından bu tür gelişimine ket vuran olaylar ile karşı karşıya kalmıştır. Asıl farkına varılamayan en büyük sorun ise, insanın bu tür sözde konularla uğraşırken kendinden önce yaşamış ve kendinden sonra varolacak nesillere yaptığı saygısızlıktır. Bilimin, aklın ışığında yürümeye çalıştığı insanlık tarihimizde bu tarz konuların gelişimi, biliminde önüne çekilen bir set olmuştur. İnsanın dünya üzerinde var olduğu kısıtlı zamanın bu tür insanlık dışı konuları konuşarak geçirmesi ve hatta yeni yetişen nesilleri düşünceleriyle zehirlemesi bugününe yapılmış en büyük kötülüklerden biri diyebiliriz. Dilerim ki, insanoğlu setleri aşarak coşkun ırmaklara kavuşacağı günleri de yakalayacaktır.

Tarih boyunca incelediğimizde ırkçılık, toplumsal sınıf ve cinsiyet eşitsizlikleri insanlık tarihinde her zaman bir yerlerde yer almış veya kendini göstermiştir. Ayrımcılığın alt dallarından olan bu konuların bir kavram olarak konuşulması, üzerine gidilmesi ise toplumlarını modernize edebilmiş uygarlıkların, akılların konusu olmuştur. Böyle toplumların ve akılların ışığında ise insanın evrensel hakları olan eşitlik,  ifade özgürlüğü gibi kavramların niteliği anlaşıldı.  Bu süreç ise kaynağı Avrupa’da  başlayan ve Fransız İhtilali ile sonuçlanan bir dönemi ifade ediyor. Aydınlanma Felsefesinin doğuşu da bu dönemde yaşanan gelişmelerin birer sonucudur. Buradan da anlayabileceğimiz üzere alışılagelmişlerin yıkıldığı, “yeni” kavramının önem kazandığı bu dönemin ardından Aydınlanma Felsefesi, toplumsal devrimlerin arkaplanını oluşturmuştur. Her ne kadar belirli bir başarıya ulaşmış olup 19. ve 20. yüzyılda belirli mücadelerin sonucunda kurulan devletlerin anayasalarında doğuştan gelen eşitlik ve özgürlük hakkında dair ibareler yer alsa da günümüzde gördüğümüz ırk, cinsiyet, din gibi çatışmalar insanoğlunun kanayan yarası olarak hala kendini göstermektedir.

Irkçılık, bugünün ifadesiyle erken kapitalist dönemde ortaya çıkan bir olgudur, o dönemde takınılan sömürgeci tavır insanlık tarihinin en büyük sorunlarından birini de yol açacağını kim bilebilirdi ki?  O dönemi daha net tanımlamak istersek;  18. yüzyılın düşünürleri Aydınlanma Felsefesi ışığında herkesin eşit haklara sahip olduğunu ve özgürlüğü hak ettiği fikrini tartışırken, 1688 İngiliz Devrimiyle doğan düşünce akımına ters olarak siyahların köle statüsünün kaldırılmasından kaynaklanan şüphe ve endişelerini dile getirmekten çekinmemişlerdir. Daha geniş bir yönden bakmaya çalıştığımızda kölelik kavramıyla vurgulanan üstünlük, Batı toplumunun her yönden Batı dışı toplumlardan olan üstünlüğünü vurgularken yaptığı ayrımcılıkların alt dallarından biriydi. Bu söylemler ve etrafında geliştirilen düşüncelerle 20. yüzyılın ortalarına kadar kapitalizmin gelişiminin önü açılmış ve bunun sonucunda sömürgecilik tekrar meşrulaştırılmasına neden olunmuştur.                Bu durumun akıl ve mantıktan yoksunluğu ise Yahudi Katliamı sonrasında varılmıştır.

Irkçılığın ne gibi süreçler yaşadığını biraz olsun anlattıktan sonra başka kavramlar üzerindeki etkisinden bahsetmemek olmaz. Kapitalist dönemle birlikte kavram haline gelen bu olgunun devamında ise insanoğlu kapitalizmin sonucu olarak kendisine yeni kavramlar arama yolcuğuna girişmiştir. Bunun adı kimi zaman milliyetçilik kimi zaman liberalizm olarak karşımıza çıkar ve bu örnekler artırılarak devam ettirilebilir. Kendini koruyarak ve gelişerek devam eden kapitalist süreç sonucunda toplumların farklı sınıflara ayrılmasına ve bu ayrılmalar sonucunda  sınıflara hizmet eden farklı toplulukların oluşumuna neden olmuştur. Bu durum yüzünden yeryüzünde birçok insan farklı bağnaz duyguların kendini zehirlemesine engel olamayarak yitip gitmiştir. Yaşamak için gününün dörtte üçünü işe harcamak zorunda kalan bir varlıktan başka ne bekleyebilirdik ki? Konuyu  örnekleyerek açıklamak sanıyorum ki çalışmamız açısından daha verimli olacaktır. Örneğin herhangi bir köyde doğup yetişmeye çalışan genç bir kadın yerine genç bir erkek iş aramak için evinden ayrılarak farklı kentlere gitmiş ve orda çalışmaya başlamıştır. Bunun en büyük nedeni ise kadın-erkek arasındaki doğuştan gelen fizyolojik farklardır. Bu durum sonucunda evlenme kararı alıp bir araya gelen bir çifti göz önüne alıp, şehirde bir yaşam kurduğunu ve yaşamaya çalıştıklarını düşünelim. Erkek her gün işe gidip gelirken kadın evde durmakta, kadının evden çıkmasını istemeyen erkek, evin geçimini  sağlamaktadır. Erkeğin bundan kaynaklanan güçlü hissi her seferinde evde kadına bir baskı oluşturmasına neden olmaktadır. Şimdi de bu ailemizin çocuk sahibi olduğunu düşünelim. Çocuklarını büyütmek için babanın daha çok çalışması ve ailenin bazı şeylerden fedakarlık etmesi gerekmektedir. Çünkü kapitalizm bunu gerektirir. Ailemizin annesi imkansızlıktan okuyamadığı ve eşi gibi çalışmak için şehir dışına çalışmaya gidemediğinden kendi kızının-oğlunun en iyi imkanlarla eğitim görmesini isteyecektir. Bunu sağlayamadığı takdirde ise etrafında buna yardım eden topluluklardan yardım almaktan çekinmeyecektir. Dikkat edersek topluluk şeklinde isimlendirdim, kurum, kuruluş vs demedim. Bunun nedeni ise ülkemizde yıllarca kendilerine bir ağ kurarak insanlara ücretsiz yardım ettiğini savunan çetelerin var olmasıdır. Ailemize geri dönecek olursak, bu ailenin bu tarz topluluklarla iletişime geçmesi sonucunda bir istismar durumu ortaya çıkması kaçınılmazdır. Ailenin çocuğunun henüz aklının yeni şekillendiği dönemde ırk,milliyet, din, mezhepler arası çatışmaya hizmet eden fikirlerle yetişmesi sanıyorum ki en büyük felaketlerden biri olacaktır ki günümüzde bunun benzerlerine birçok alanda ve yerde rastlayabiliriz. Bu tarz düşüncelerin akımında büyüyen çocuğumuz dünyanın bir başka bölgesinde, hiç tanımayacağı, bir araya gelmeyeceği insanlara karşı bir fikri olmamasına rağmen doğru olmayan düşüncelerle donatılması kaçınılmaz bir durum olarak karşımıza gelecektir. Kısaca, birleştirici gücünden bahsettiğimiz milliyetçiliğin insanları birbirinden ayıran formu burada bir hayli belirgin şekilde karşımıza çıkıyor. Irkçılığın, siyah-beyaz insan ayrımı olarak günümüzde yaşanması hala devam ederken asıl tanımı çerçevesinde insan hayatı ve düşüncesine ket vurmaya devam ettiği kaçınılmaz bir gerçek olarak devam etmektedir. Örnek olarak ele aldığımız bu aile sanıyorum ki birçoğumuza bir yerlerden tanıdık geldi. Devam edelim öyleyse, ele aldığımız ailedeki ataerkil düzen sanıyorum ki hepimizin dikkatini çekti. Bu ataerkil düzen nedeniyle birçok kadın henüz yeteneklerinin farklarına varamayarak bir köşede yitip gitmeye devam ederken biz 16. yüzyılda ortaya çıkan bir olgunun devamında körüklenerek devam eden bir yanlışı da sürdürmekte devam ediyoruz. Örnek olarak ele aldığımız bu ailede, babanın çalışmak için göç etmesinden bahsetmiştik. Bunun sonucunda yaşanacak sınıfsal toplum ayrımını da göz ardı edemeyeceğimizi düşünüyorum. Buna verilecek en büyük örneklerden birisi ise geri döneceği varsayılarak  gettolarda yaşamaya mahkum edilen göçmenlerdir. Ülkemiz sınırlarından bir başka örnek vermek gerekirse, 90’ların sonrasında yaşanan, batıya göç eden işçilerin güvenli olmayan alanlarda çalışması ve yaşadıkları alanlarda yer yer taciz edilmeye mahkum bırakılmasıdır. Sınıflı toplumlar ve ataerkil düzen birbirini besleyen iki dogma olarak varlığını devam ettirmektedir. Eğitimden uzak kalmış, benliklerinin farkına varamamış toplumlarda ataerkil düzenden ötürü kadınlar hakları olan eşitliği görememekte, özgürce düşüncelerini ifade edememektedir. Farklı dil,ırk, kültürden de olsa buna hizmet eden erkekler kadınlar üzerindeki egemenliklerini paylaşmaya devam etmektedir. Bugün toplumda tanımlanan aile tanımında erkek kadını hem ekonomik hem de cinsel olarak denetlemeyi sürdürmeye çalışmaktadır, aile içi bu düzen topluma da yansımakta ve bu ailede yetişen bireylerin gelişimini de etkilemekle beraber kabul edilmiş yanlışların düzeltilmesinden öte devamını sağlamaya hizmet etmektedir. Aklın doğruyu bulmasına engel olunduğu bu düzende doğal olarak da insanlığın geçmişten gelen sorunları da tekrar alevlenmeye devam etmektedir.

İnsanlığın ırkçılığı engellemesi günümüzde mümkün görünmemektedir. Irkçılığın engellenmesi öncelikle ırkçılığın bir ayrımcılık olarak nitelenmesi ve bu ayrımcılığı tek bir alt kolla tanımlamaması gerekmektedir. Irkçılığın körüklenmesiyle oluşan sınıfsal farklar, kapitalizm, kapitalizmin sonucu oluşan liberalizm, cinsiyet eşitsizlikleri ve milliyetçilik gibi birçok kavram birlikte ele alınmalı ve incelenmelidir. Yukarıda da bahsettiğimiz üzere bu kavramların hepsi birbirini besleyen ve sonucu olan durumlardır. Birçok farklı akımlara sahne olan insanlık her ne kadar teknolojinin bugünkü durumunu inşa etmiş olsa da sosyal yönden zayıflamaya devam etmektedir. Ne gariptir ki, bunun en büyük nedenlerinden biri yine burada bahsettiğimiz, ırkçılık, milliyetçilik, cinsiyet eşitsizliği gibi olgulardır yani ayrımcılıktır. Nobel Ödüllü Perulu yazar Mario Vargas Llosa’nın Edebiyata Övgü adlı kitabında da dediği gibi: “Bütün uluslardan insanlar temelde eşittir, onların arasına ayrımcılık, korku ve sömürü tohumlannı eken yalnızca adaletsizliktir.”

Freud’a göre insanda kökensel varolan dürtüler, gerilim-çatışma açısından, uygarlık için insan ve toplumda hangi sorunlara yol açabilir?

Freud’a göre insanda kökensel varolan dürtüler gerilim-çatışma açısından, uygarlık için insan ve toplumda hangi sorunlara yol açabilir? Başlangıçta bu konuda tartışabilmek için Freud ve onun düşünce dünyasını iyi tanımak gerekir. Freud için şu anda üzerinde yaşadığımız dünyanın onu derin bir şekilde etkilemiş olduğunu söylemek yanlış olmaz. Etrafımızda gördüğümüz herhangi birine ünlü bir ismi sorsanız sanıyorum ki onun adını duyacaksınız. Buradan da onun alanında ne denli büyük etkiler yarattığını anlayabiliriz. Öte yandan Freud’un ilginç kişiliğinden bahsetmeden olmaz. O evrensel olarak tanınan, önemli entelektüel bir şahsiyet, diğer yandan sık sık sevilmeyen bir figür olmuştur. Bu da onun karakterine bir atıftır. İnsanlar tarafından sevilmeyen bir figür olmasını açıklamak gerekirse, o insanlara sık sık duymak istemeyecekleri iddialarda bulunmuştur. Sevilmediği kesim ile bir sohbet içerisinde bulunacak olsanız sanıyorum ki size saçma sapan sözler söylediğini, akıl almaz ithamlarda bulunduğunu iletecektir. Peki ne söylemiş olabilir? Çok bilinen bir örnek vermek gerekirse, Freud’a göre bazı mimari eserler bilinçaltı tarafından penisin bir temsili olarak geliştirilmiştir. Bununla birlikte, sıkça gündeme getiriline penis kıskançlığı teorisini geliştirmiştir. Penis kıskançlığı Freud’a göre bütün kadınların içerisinde sürece dahil olduğu bir gelişimsel dönemi tanımlar. Bu açıklamaya göre, gelişimin bir noktada bir penise sahip olmadığınızı keşfedersiniz. Bu çoğu insan için dönüm noktasıdır. İçinde bulunduğumuz toplum her bir bireyi bu noktada kastre edildiğini düşünür, siz dahil. Daha da açıklamak gerekirse, bir penisiniz vardı ve birisi bunu sizden alıkoydu. Bunun üzerine sizde çevrenizdeki en yakın erkeğe yönelirsiniz yani babanıza. Ardından ona aşık olursunuz. Bunun nedeni sadece ve sadece onun bir penise sahip olmasıdır. Babanız bir başka deyişle sizin için bir ‘‘penis vekili’’ olur. Annenizi ise reddederseniz, o da bir penise sahip olmadığı için en az sizin kadar değersizdir. İşte bu konu sizin psikoseksuel gelişiminize bir yön verir. Freud’u tanırken sadece bu tarz konulara hakimseniz, onun hakkında pek de iyi bir bakış açısına sahip olmayacaksınız. Fakat onu değerlendirirken iddiaların özünde yer alan daha ilginç düşünceler insanların zihinsel yönelimine yönelik iddialardır ve bunlardan ikisi şunlardır; bu iki temel iddia bilinçdışılığın varlığını, bilinçdışı istemi, bilinçdışı dinamikleri ve zihinsel yozlaşmaya yol açan bilinçdışı çatışmaları içerir.Freud’un yaşadığı dönemde henüz sosyal psikoloji gelişmemişti.O nun öncesinde psikolojik sorunlar günümüzün tabiriyle bir tür “trip”,kapris,karakter bozukluğu,irade yoksunluğu veya sinirsel dejenarasyon olarak görülüyordu. Anlayacağınız üzere toplumda gereken önem gösterilmiyordu .Freud bu tür problemleri bilim tarafından ele alınmaya değer olduğunu öne sürerek bu yönde çalışmalarına hız verdi.Bunun neticesinde gelişen toplumda çalışmalarının sonucu olarak hastaların kişiliklerine olarak geleneksel bakış açısını değiştirdi. Freud’u bu yönleriyle konuştuktan sonra sanıyorum ki artık sorunuz için daha iyi bir sohbet gerçekleştirebiliriz.İnsanda varolan kökensel dürtülerin uygarlık üzerinde çatışmaları-gerilimleri nelerdir? Bundan önce uygarlık nedir? İnsanoğlu içinde bulunduğu zorluklara ve sorunlara rağmen yaşama isteğinin etkisiyle çeşitli çabalarda bulunmuş,çabalardan öteye gidip dürtülerini bastırarak uygarlığın temellerini atmıştır. Neden çabalardan öte dürtülerini bastırmak daha büyük bir kazanım haline gelmiştir? Sizce bu öylesine bir söylem midir yoksa üzerine detaylı muhakeme yapılması gereken bir durum mudur? Bana sorarsanız üzerine detaylı bir inceleme ve okuma yapılması gereken bir konudur. Zira, benim düşüncelerimi unutalım, Aristo, Schopenhauer, Freud, Platon gibi düşünürler de bunun uygarlık açısından önemli bir konu olduğunu düşünmüş ve üzerine eserler yazmışlardır. Freud üzerinden bu konunun üzerine gidecek olursak; O kişinin ve kişiye ait ruhsal yapının anlaşılabilmesinde, üzerine herhangi bir bilgiye sahip olmadığımız fakat semptomlarıyla varlığını kabul etme gereğini duyduğumuz ruhsal bir süreç olarak bilinçdışının hesaba katılmasının önemli olduğunu düşünmektedir. Ruhsal yapının en iyi incelenebilirlik alanı olarak ise rüyaları göstermiştir. Ona göre rüyalar, ruhsal durumumuzu ortaya koymak istemelerin yani dürtülerin yapısını görebilmek için en iyi alandır. Tabii ki o böyle düşünürken onunla aynı düşünceyi paylaşmayan bir çok insan vardı.Örneğin, Parmenides rüya için, kişinin duyuları gibi aldatıcı olan bir öge olduğunu öne sürerken öte yandan Platon Devlet’te insanda doğuştan gelen bozuk isteklerin de olduğunu kişi uyurken bu isteklerin insanın hayvan yönünün ayağa kalması olarak tanımladığını düşünmektedir. Aristoteles bu konuda, rüyayı aklımızda gizli bir örtü olduğunu ruhumuzdaki akılsız yanımızın insani olmayan bir erdemin kendini beslediği yer olarak belirtmiştir. Anlayacağınız üzere, bu konuda felsefe de dahil birçok alanda cevap aranmıştır. Freud’un ise bu konuda en çarpıcı çalışmaları yaptığını söyleyebiliriz. Ona göre kişi bilinçliyken ulaşamayacağı anılara sahiptir. Kısaca rüya “bilinçli ve bilinçsiz dürtüler arasındaki çatışma ve uzlaşmanın sonucudur” (Freud,s.37) Bu uzlaşmanın da bir sonucu olarak insanoğlu yüzyılları bulan gelişimini sürdürmüştür. Bu uzlaşmanın son bulduğu alanlarda ortaya çıkan çatışmaların sonucunda ise özellikle belirtmek gerekirse savaşlarda ortaya çıkmış insani olmayan yüzüyle karşı karşıya gelmiştir. İnsan yaşamını sürdürebilmek, neslini devam ettirebilmek ve uygarlığını koruyabilmek için bilinçli ve bilinçsiz dürtüleri arasındaki uzlaşmayı sağlamak zorundadır. Sağlayamadığı takdirde ilerleyen zaman içerisinde kendi neslinin yok olmasıyla dahi karşı karşıya kalabilir. Küçük çatışmalar ise, onun yaşamının refah seviyesine karşı olan bir tehdittir. Unutulmamalıdır ki, insan doğar doğmaz dürtüleriyle dünyaya gelir, yaşadığı toplumun etkileri ve ebeveyninin katılarıyla bir düşünce sistemine sahip olur. Tabii ki burada erişen bireyin kendini geliştirmesi de bir değişkendir. İnşa edilen düşünce sistemi aynı zamanda insan oğlunun neslini sürdürmesine istenilen refah bir toplum yapısına yönelik oluşumdur. Bu oluşum sürecinde toplum-ebeveyn, üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmediği takdirde ortaya tecavüz cinsel istismar şiddet sahtekarlık gibi durumlar çıkabilir ve yaygınlaşabilir. Bunun önüne geçmenin yani refah-ahlaklı bir toplum inşa etmenin en iyi yolu ise erişen neslin, farkındalık kazanarak iyi bir şekilde yetiştirilmesidir. Unutmayın ki insan eğitilmez, yetiştirilir!

EMİRUL UMERA

GİRİŞ
     
        Emirul Umera, Bir komutanın veya bir valinin geniş yetkilerle donatılması demektir. Emirul Umera anlayışı İslam’ın erken dönemlerinden beri var olduğu söylenebilir. Bu anlayış yani emirul umera anlayışı ilk defa bilinçli bir şekilde bir sistem olarak Halife Razi tarafından Hicri 324 de ortaya konmuştur böyle bir anlayışın ortaya konmasında Abbasi devletinin içinde bulunduğu zorluklar oldukça etkili olmuştur. Emirul Ümera anlayışını tarihi olarak iki döneme ayırmak mümkündür. 1.Dönem, İslam Devletinde Hz.Ömer ile başlayan dönem  ve Abbasi Halifesi olan Vasık’ın ölümü ile biten dönem. 2.Dönem ise Halife el-Mütevekkil dönemi ile başlayıp   Halife Razi’nin emirul ümera anlayışını bir sistem olarak ortaya koymasıyla ve Abbasilerin yıkılışına kadar süren dönem diyebiliriz. Bu dönemsel ayırma işlemi tarihdeki birçok devlete uygulamak mümkündür diyebilirim. Buna bir örnek olarak Antik Roma Cumhuriyeti verilebilir . Sayın Hakkı Dursun Yıldız hoca şöyle demiştir:  “Bu anlayışın Osmanlı devletinde de bulunduğunu ifade etmiştir.”  Yani emirul umera anlayışını erken dönem İslam devletleriyle sınırlamazsak birçok devlette bu anlayışı görmemiz mümkündür. Emirul Ümera anlayışı iki dönem şeklinde tasnif  etmiştik. Mevcut olan bu tasnifi açıklamak gerekirse 1.Dönemi Devletin Otoritesinin güçlü olduğu ve mevcut olan emirul ümeraların otoritesinin devlet üzerinde fazla etkin olmadığı dönem olarak tanımlayabiliriz. Bu kişilerin otoritesi devlet üzerinde olsa dair bu güçlerini kendi bireysel çıkarları için değil devletin çıkarları için kullandıklarını söyleyebiliriz. Buna bir örnek olarak Hacca b. Yusuf’un valiliği örnek verilebilir ki o Abdülmelik’nde ve 1.Velid’nde güvendiği bir adamdır, Horasanın ve Maveraünnehir’in Müslümanlaşmasında çok önemli katkıları olmuştur . 2.Dönem ise ilk temelleri Halife Mu’tasım zamanında atılmıştır.Halife Mu’tasım Türk milletine güvenmiş ve onları önemli mevkilere getirmiştir. Samarra Şehrini kurması bunlardan en önemli olanıdır. Bu dönemin asıl başlangıcı ise el-Mütevekkildir o Türk azınlığa güvenmemiş hatta onların aleyhine birçok girişimde bulunmuş onların önemli kumandanlarından olan İnak’ı öldürtmesi  ile 2.Dönemin için gereken unsurları hazır hale gelmiştir. Artık el-Mütevekkil den sonra gelen halifelerin çoğu Türklerin kuklası olmuştur. Aynı şekilde bürokratlarda devletin çıkarlarına değil de kendi çıkarlarına göre davranışlar sergilemiştir. 

1.DÖNEM
1.1 I.DÖNEMİN TARİHİ ÖRNEKLERİ
     
       İlk örneğim Hakkı Dursun Yıldız hocamızın Hz.Ömer’in hilafetinden verdiği örnektir şöyle demiştir : “Hz.Ömer döneminde Sasani İmparatorluğu ile yapılan Kadisiye Savaşı’nda  İslam Ordusu kumandanı Sa’d b. Ebu Vakkas’ın emirul umera unvanını taşıdığı bilinmektedir.”  Yine Hakkı Dursun hocamızın bir diğer örneği de şu dur “Emevi Halifesi I.Yezid’in Abdullah b. Zubeyr’in üzerine gönderdiği Müslim b. Ukbe de bu ünvanı taşımaktadır.”  Benim bu örneklere eklemek istediğim bir diğer örnekte Halife Mu’tasım zamanında Babek ile savaşması için gönderilen Afşindir.  Emirul umera, Halifenin çeşitli sıkıntılı sebeplerden ötürü bir komutanı veya bir valiyi çeşitli yetkilerle donatmasıdır. İki Emevi hükümdarı olan Abdülmelik ve I.Velid döneminde valilik yapmış olan Haccac b. Yusuf buna örnek gösterilebilir. I.Döneme baktığımızda bu kişileri halifeye sadık kişiler olarak görmekteyiz.

1.2 EL-MUTASIM VE I.DÖNEMİN KIRILMA NOKTASI

       El Mu’tasım’ın Samarraya şehrini kurması hakkında bir rivayeti İbn Esir aktarmaktadır: “el-Mutasım Türk gulamlarının sayısını bir hayli çoğaltmıştı, ancak bu gulamlar zamanla birer birer öldürülmeye başlandılar; çünkü bunlar kaba tabiatlı kişilerdi; hayvanlara binerek caddelerde koşturuyor, önlerine gelen erkek, kadın ve çocuklara çarparak ölümlerine neden oluyorlardı.bu yüzden Ebna’dan olan kimseler onları hayvanlarından indirip dövüyorlar, hatta çoğu zaman da onlardan birisi öldürülüyordu. Halk ise bunun onların işkence ve cefasına maruz kalıyordu.”  Halife Mut’asım’ın Samarra şehrini kurmasındaki nedeni ordusundaki Türkler ile Bağdad halkının anlaşamamasıdır oda bu sorunu çözmek için Samarra şehrini kurmayı uygun görmüştür. Anlaşıldığı üzere Halife Mu’tasım Türk gulamları için bir şehir kurarak onlara olan düşkünlüğü ve güvenini göstermiştir. Mu’tasım’ın Samarra şehrini kurması ve Türkleri bu şehirde toplamasıyla ve onları çeşitli görevlere atamasıyla artık Türkler yönetimde söz sahibi olmuşlardır. Halife Mut’asım döneminde Türkler yönetime karşı sempati beslediği görülmektedir. Bu aynı sempati ve güven Mu’tasım’ın oğlu olan Vasik döneminde de devam etmiştir. Ondan sonra ise Türklerin desteğini alarak el-Mütevekkil halife olmuştur.

2.DÖNEM
2.1 EL-MÜTEVEKKİL İLE BAŞLAYAN SÜREÇ VE II.DÖNEMİN BAŞLAMASI

     El-Mütevekkil’in emriyle halifeden sonra en güçlü kişi olan İnak katledilmişti. Bu olaydan sonra ise el-Mütevekkil çeşitli şekillerde Türkleri devlet makamlarından uzaklaştırmaya başladı muhafızlarının çoğunluğunu oluşturan Türkleri işlerinden azlederek yerlerine Arap ve diğer unsurlardan oluşan bir birlik kurdu. Bu durum ise Türkler tarafından öfkeyle karşılanmıştır. Artık el-Mütevekkil Türklerin gözünde bir düşmandı. el-Muntasır’ın ve Türk kumandanların içinde bulunduğu bir grup tarafından katledilmiştir.  Türkler Halife el-Mütevekkil’in ölümünden sonra gelen iki halife döneminde siyasi iktidarı ellerinde tutmuşlardır. Bu iki halife ise Müntasır ve Müstain dir. Artık bu dönemle birlikte Halifelerin gücü iyice zayıflamış ve otorite çeşitli grupların ellerine düşmüştür bu grupları iki şekilde tasnif etmek mümkündür birinci grup bürokratlar olarak tanımlanabilir ikinci grup ise kumandanlardır.

2.2 EL-MUKTEFİ’NİN ÖLÜMÜ İLE BAŞLAYAN SÜREÇ VE II.DÖNEMİN ORTASI

Halife Muktefi’nin ölümü Abbasi iktidarı için yeni bir bunalım döneminin başlangıcı oldu. Muktedir’in halife olarak atanması yönetimi kendi içinde iki grupa ayrılmasına neden oldu. Ali b. Furat, Vezir b Abbas b. Hasan’ı kolay yönlendirilebilecek birini seçme konusunda ikna etmişti. Hilafete geldiğinde 13 yaşında olan Muktedir, vezirliğe Abbas’ı ve yardımcılığa da Ali b. Furat’ı getirmişti Dört ay içerisinde ordu kumandanlarının darbesi sonucu tahttan indirilien Muktedir’in yerine İbnu Mu’tez halife ilan edilmiş ve Vezir Abbas öldürülmüştür. Bir karşı darbe ile de Muktedir yeniden tahta çıkmış ve Ali b. Furat sınırsız yetkilerle vezir olmuştur. Muktedir  döneminde ise ekonomik bir kriz yaşanılmış ve isyanlarla boğuşulmuştur.932 de önceden kumandanı olan Münis ile aralarında çıkan bir savaş sonucunda hayatını kaybetmiştir Muktedir’in yerine kardeşi Muhammed halife olmuştur el-Kahir lakabı ile tanınmaktadır. Münis el-Kahir’den askeri gücü ve haraçların kontrolünü ona vereceğini ummaktadır ama öyle olmamış el-Kahir başka birileriyle anlaşma yapmıştır. Bunun üzerine mevkilerini tehlike altında gören Vezir Ebu Ali b. Mukle ve Münis halifeyi azlettirmeye karar verdiler. El-Kahir ise onlardan önce davranmış Münis’i öldürtmüş ve Vezir olan Ebu Ali b. Mukle ise vezirlikten alınmıştır. Sonradan ise İbni Mukle halifeye aleyhine çalışmış ve el-Kahir tahttan indirilmiştir. Tahttan inmeye direndiği içinde gözlerine mil çekilmiştir.


2.3 EL-RAZİ’NİN HİLAFETİ İLE BAŞLAYAN SÜREÇ VE EMİRUL ÜMERA ANLAYIŞININ DEVLETTE BİR MAKAM HALİNE GELMESİ


       Bu konuyu Hakkı Dursun hocamız şöyle söylemektedir: “Vezirlik, hâciblik, valilik gibi bir müessese olarak ilk defa Halife Râzî-Billâh tarafından 324 (936) yılında kurulan ve İbn Râiḳ ile başlayan emîrü’l-ümerâlık müessesesi, kısa bir müddet sonra devlet adamları arasında bir rekabet ve mücadele unsuru oldu. Kumandanlardan Beckem et-Türkî, iki yıl sonra İbn Râiḳ’i görevinden uzaklaştırarak kendisini bu makama tayin ettirdi (938). Daha sonra 945 yılına kadar Tüzün bu görevde bulundu. Diğer taraftan yine siyasî sebeplerle 942 yılında Hamdânîler’den Nâsırüddevle Hasan’a da emîrü’l-ümerâlık pâyesi verildi. 945’te davet üzerine karışıklıklar içindeki Bağdat’a giren Büveyhîler’den Ahmed, Halife Müstekfî-Billâh tarafından Muizzüddevle unvanı ile emîrü’l-ümerâ tayin edildi. Ancak bu idarî bir unvan olmaktan çok şeref unvanı niteliğini taşıyordu. Muizzüddevle de oğlu Bahtiyâr’ı veliaht tayin etmiş ve ona da emîrü’l-ümerâ unvanını vermiştir. Bu unvanın sağladığı itibar Büveyhîler’in İran’da hüküm süren kollarını rahatsız ettiğinden Muizzüddevle’nin ölümü üzerine Halife Mutî-Lillâh onun Rey ve Cibâl hâkimi olan kardeşi Rüknüddevle’ye de emîrü’l-ümerâ unvanını vermek zorunda kaldı.”  

SONUÇ
      Emirul Ümera anlayışı bir devlette bulunan çok doğal bir anlayıştır diyebiliriz. Bu anlayışın temellinde yatan fikir; devletin zor zamanlarında ya da çok zorlu bir savaş zamanında bir kişinin birçok yetkiyle donatılmasıdır denebilir. Ama ne yazık ki II.dönemde ise bireylerin veya bir topluluğun çıkarları neticesinde yozlaşmaya uğramıştır. Yani devletin içinden olan birilerinin istismarına maruz kalmıştır. İslam’ın erken dönemlerinde bu istismar görünmez iken sonraki dönemlerinde görülmektedir. Bunun en temel sebebi mevcut monarşi sahibinin yani halifenin otoritesini ve gücünü kaybetmesidir ve artık devletin kurumları ve kişileri halifeye bağlı değil aksine halife kişilere ve kurumlara bağlı hale gelmiştir. Halife Razi ise emirul ümera anlayışını resmi bir makam olarak var etmiştir. Halife Razi’nin böyle bir makam var etmesindeki sebebi Nahide Bozkurt hocamız şöyle açıklamaktadır: “Halife Razi, vezirlerin ülkeyi iyi yönetemediklerini, üst düzey kumandanların nüfuzlarını arttırarak devlet işlerine karıştıklarını ve ülke genelindeki kontrolün her geçen gün azaldığını gözlemlemekte ve bu duruma çözüm üretmeye çalışmaktaydı.”  Bu sebepten ötürü Halife Razi bu anlayışı resmi bir makam olarak sunarak çözüme ulaşacağına düşünüyordu ama ne yazık ki öyle olmadı. Aksine merkezi idare daha da güçsüzleşti. Emirul Ümera makamı ise beklenenin aksine makama tayin edilen kumandanın gücünü daha da pekiştirmişti ve halifenin yetkilerini buna paralel olarak azaltmıştı. Bu makam ise devlet adamlarının arasındaki rekabeti daha da artırmıştır bu olay ise yine çeşitli sorunlar halinde Abbasi Devletine geri dönüş yapmıştır. Abbasi Halifelerinin kukla olmasına ve kuklalaşmasına neden olmuştur. 

Kaynaklar

 1 YILDIZ, Hakkı Dursun, “Emirul Ümera”, TDV İslam Ansiklopedisi (ANKARA: TDV Yayınları, 1995) 11:158-159
2  YILDIZ, Hakkı Dursun, “Emirul Ümera”, TDV İslam Ansiklopedisi (ANKARA: TDV Yayınları, 1995) 11:158-159
 3 Jül Sezar’ın Galyalılarla savaşmak için Roma Senatosu tarafından ona verilen yetkiler bu anlamda değerlendirilebilir.
 4 YILDIZ, Hakkı Dursun, “Emirul Ümera”, TDV İslam Ansiklopedisi (ANKARA: TDV Yayınları, 1995) 11:158-159
 5 Haccac b. Yusuf’un Kuteybe b. Müslim’i Horasan valisi olarak ataması ve onun fetihlerini bu bağlamda değerlendirdim.
 6 İbnü’l-Esîr(Çeviren: Abdullah Köşe), el-Kâmil, 46-47, Bozkurt, Nahide, ABBASİLER (Türkiye/ANKARA: Diyanet Vakfı Yayınları,2018),87
 7 Muktedir’in halife olmasındaki rollerinden dolayı böyle bir ifadede bulundum.
 8 YILDIZ, Hakkı Dursun, “Emirul Ümera”, TDV İslam Ansiklopedisi (ANKARA: TDV Yayınları, 1995) 11:158-159
 9 YILDIZ, Hakkı Dursun, “Emirul Ümera”, TDV İslam Ansiklopedisi (ANKARA: TDV Yayınları, 1995) 11:158-159
 10 İbnü’l-Esîr(Çeviren: Abdullah Köşe), el-Kâmil, VI,388-389-390-391-392
11  İbnü’l-Esîr(Çeviren: Abdullah Köşe), el-Kâmil, VI,393
 12 Bozkurt, Nahide, ABBASİLER (Türkiye/ANKARA: Diyanet Vakfı Yayınları,2018),86
13  Bozkurt, Nahide, ABBASİLER (Türkiye/ANKARA: Diyanet Vakfı Yayınları,2018),87
 14 İbnü’l-Esîr(Çeviren: Abdullah Köşe), el-Kâmil, VII,85-86-87-88-89-90-91-92-93-94
 15 Bozkurt, Nahide, ABBASİLER (Türkiye/ANKARA: Diyanet Vakfı Yayınları,2018),103
 16 Bozkurt, Nahide, ABBASİLER (Türkiye/ANKARA: Diyanet Vakfı Yayınları,2018),104
 17 YILDIZ, Hakkı Dursun, “Emirul Ümera”, TDV İslam Ansiklopedisi (ANKARA: TDV Yayınları, 1995)11:158-159
18  Bozkurt, Nahide, ABBASİLER (Türkiye/ANKARA: Diyanet Vakfı Yayınları,2018),105

Öznel Demokrasi Paradoksu

Demokrasi, hepimizin sık sık aşina olduğu fakat kendisinden de bir tek şey anlamadığı veya sadece kendi penceresinden bakarak yorumladığı bir deyim. Ben bu kelimeyi tanımlarken önce Richard Rorty'nin şu cümlesine dikkat çekmek istiyorum: "Felsefe, Batı siyaset düşüncesinin yukarı tırmandıktan sonra bir kenara attığı bir merdivendir. On yedinci yüzyıldan itibaren, Batının demokratik yapılarının inşa edileceği zemini hazırlamakta önemli bir rol oynamıştır. ". Bence konuyla ilgili güzel bir açıklama olmuş, kendisinin fikirlerini çapsız bir düşünür olarak her zaman onaylamasam da yiğidi öldür hakkını ver. Demokrasi genel olarak bizim geride kalan düşüncelerimizi görünür kılmaktan gelmiştir. Bu da insanın doğası gereği insanları etkilemeye onları sınıflandırmaya veya insanları kendi düşüncelerine itaat etmeye çekmiştir. İtaat diyorum çünkü genelde koşulsuz "bu adam biliyor",  "bu böyle" diyen adamlar sorgulamadan anlamadan katılırlar böyle durumlara. Başka bir gün başkası kendisine daha mantıklı gelen bir şey söylediklerinde ise bu sefer direkt kendini o sınıfa ait tanımlar ve başkalarının yanında bu düşünceyi savunmaya çalışır. Dikkat edin bak çalışır diyorum çünkü savunamaz.Bu durum yavaş yavaş çıkar olaylarına kadar gider ki insanın olduğu konumda gitmeme şansı yok. Şimdi bir diğer kişiyi ele alalım yani durumları bu şekilde kabul etmeyen mantık arayan insanı. Bu da karşısındakinin fikirlerini önce kendi süzgecinden geçirir illa ki katılıp katılmadığı alanlar olacaktır. Fakat o katılmadığı düşünceleri tez çürütme mantığına dayanarak karşısındakinden eritmesini ister. Burda dikkat edin aklınıza anlamak istediğini sanan yani dinlemiş gibi yapan buna kendisini bile inandıran karşısındakini de deli gibi eleştiren yani öyle olduğu sanan, kendi düşüncesinden kolay kolay vazgeçmeyen insan gelecektir. Zira, benim için o insanın ilk anlattığımdan pek bi farkı yoktur. Bu genel olarak varoluştan gelir aynı zamanda insanın özünde vardır. İlber Ortaylı'nın deyimiyle onu yarı cahil olarak tanımlayabiliriz. Çünkü, belli bir okumadan sonra her şeyi bildiğini sanan artist tiplerdir bunlar, yüksek egoları vardır ve bunu saklamaya çalışırlar, öyle olmadığını iddia ederler.Sizin karşınızdakinin bunlardan hangisi olduğunu anlayabileceğinizi düşünüyorum.Veya boşverin ya bilemeyiz çünkü her insanın gizlediklerini göremeyiz.Bu da aslında Laedri değil midir? neyse konuyu fazla oraya buraya çekmeden devam etmek istiyorum.Bu arada biraz fazla iddialı yazıyorum evet de sonuç olarak bunlar benim düşüncelerim, çürütmeye de hazırım yeter ki gelin bir beyin fırtınası yapıp tartışalım... Neyse devam ediyorum önce şu souyu soralım Demokrasi nedir? Bu sorunun cevabı önemli bence. Nedir yani size göre demokrasi ? Anayasacılık mı? Eşitlik mi? bu sorunun cevabını birine sorduğumuzda birçok cevap alacaksınız fakat kendisi bu tanımların hepsini savunduğu halde sadece birkaçına uyan demokrasi eri olduğunu göreceksiniz.Bana göre uzlaşmacılık diyebiliriz bir anlamda. Neden derseniz ise arkadaşımın yazısında gönderme yapmak istiyorum bu konuda; Ilımlı İnsanlar ve Devlet'in İdeolojik Aygıtları adlı yazısında şöyle bir kısım var: "Lise birinci sınıfta bir gün İngilizce dersindeydik. Hoca, dersin işleyişi konusunda basit bir oylama yapıyordu. Ardından sıra arkadaşım ve benim de içinde olduğum grup oylamada kaybetmiştik. Ardından sıra arkadaşım hocaya, çıkan sonuca göre oylamada kaybeden grubun haksızlığa uğrayacağından, bunun adil ve demokratik olmadığından bahsetmişti. Sonra hoca demokrasinin bu olduğunu söylemişti. O gün ikimizde demokrasinin ne halt olduğunu anlamıştık. "E hadi daha iyi bir sistem öner o zaman?" diyen NED, RAND demokrasi ihracatçılarının da en sağlam argümanı bu zaten. ". Uzlaşma dememin bir sebebi de bu aslında, çünkü baktığınız zaman insanlar birçok fikrin arkasından körüklemesine koşmakta ve bir kelime dahi sorgulama yapmamakta, bu normal şartlarda insan doğasına aykırı bir durum.İnsan doğası gereği sorgular ve merak eder.Bunun bu hale gelmesini birazcık uyuşturulan beyinlerimiz olarak görüyorum. Aslına bakarsanız uzlaşma falan demek de istemiyorum fakat herkesin yaşama hakkını da gasp etmek istemediğimden bu şekilde bi adlandırma yaptım demokrasiye. Ne olursa olsun çünkü herkesin düşüncesini dinlemek ve anlamak zorundayız çünkü ancak birbirimizi dinlediğimizde anladığımızda gerçekten uyuşturulan bu beyinlerimizi özgürlüğe kavuşturmuş olacağız.İşte bu açılardan baktığımızda demokrasinin önemi büyük aslında. Ilımlı vs. değilim yanlış anlamayın herkes doğru veya yanlış düşüncesini savunacak ve ona göre argümanını ortaya koyacak ki farklı fikirlerden özgürlüğe koşacak beyinlerimiz.Aslına bakarsanız bir düşüncem de şu, nasıl ki şeriatın insanın olduğu yerde uygulanamayacağından bahsediyorsak, demokrasi de insanın olduğu yerde uygulanamaz.Ancak süslenip ballandırılarak insanların ağzına bir parmak bal çalınır ve sizin için daha iyi bir yönetim sistemi yoktur denir.Bana da şimdi " E hadi daha iyi bir sistem öner " gibi saçma sapan gelmeyin sakın. Ama neden uygulanamayacağından bahsedeyim biraz. Demokrasi aslında insanların pr'ını yaptıkları bir yönetim şeklidir. Demokrasi aslında insanların içinde sakladıkları gizli kötü yönlerini güç ellerine geçtiğinde görev süresi bitene kadar acımasızca kullandıkları bir sistemdir. Böyle değildi demeyin bizden pay biçin. Halka her zaman onların istekleri doğrultusunda, onları heyecanlandıracak vaatler verilir, güzel sözler söylenir ama işin sonunda perdenin arkasında kaymak hep arkada bu kişi tarafından yenir. Halkın da bu durum sonucunda ne yediğini söylemek istemiyorum bunu siz anladınız... He tabii bu durum aksine gerçekten bu söylediklerim aksine gerçekten halk için emek için ortaya çıkmış yeni lider adayları yani o kaymağı hep beraber yiyeceğimiz halk adamları yok mudur? Yani bu dediklerimi çürütecek insanlar yok mudur? İllaki vardır da daha biz görmedik, bakalım ilerde de göreceğiz gelcek mi, gerçekten her şey çok güzel olcak mı, inşallah olur. Çünkü insanlar sıkıldı bu yalandan yani sıkılmalı.Sıkılmıyorsa, ilgilenmiyorsa bir problem vardır.

Ben oldum olası demokrasi çatısı altında sadece belli bir kesimi savunup diğerleriyle pek ilgilenmeyen kesimden hoşlanmıyorum. Aslına bakarsanız bu, nasıl insanların sömürüldüğünü ve demokrasinin nasıl insan altında uygulanamayacağının göstergesidir.Çünkü bana göre her ne kadar bir tarafın görüşü çoğunlukta olsa bile, diğerlerinin neden farklı bir görüşte oldukları konuşulmalı ve tartışılmadır. Düşüncelere pranga vurmak olmaz abi.Bi ara şunu da düşündüm, acaba hem o çoğunlukta olmayan düşüncede olduğum için mi şu an böyle düşünüyorum yoo hayır öyle değil yani. Normal hayatta da azınlıkta olsa farklı görüşün ne demek istediğine önem veriyorum. Kendime ordan yeni kıstaslar çıkarıyorum hatta bazen düşüncemi karşıdan gelen bi soruyla tekrar sentezleyip tersine çeviriyorum.Siz de böyle yapın zarar görmezsiniz en fazla aklınıza birkaç şüphe tohumu atılır rahat olun :) Bu cümleleri söylerken tabii ki günümüz ülke koşullarını yani Türkiye'yi göz önüe alarak konuşuyorum, her ne kadar uzaktan takip edip incelesek de demokrasi bazı yerlerde teorik de olduğu kadar pratikte de çok iyi uygulanıyor olabilir.Bunları gözardı ediyorum, bunu başarabilen toplum zaten bu gibi konuları çoktan aşarak bilimde, sanatta ki bence en önemlisi sanatta ilerlemiş ve üreten toplumlardır. Bizim konumuz gelişemeyen biz,bunca eleştirmenin anlamı da umarım doğru şekilde anlaşılmıştır. Gerçek anlamda her alanda demokrasi umarım bir gün bizi bulur. Örneğin, bir gün umarım kimse yere çöp atmaz, kimse birbirini rencide etmez, herkes işini en doğru ve saygılı şekilde yerine getirir, herkes hakkettiğinden fazlasına göz uzatmaz veya bunun hırsı doğrultusunda başkasının kişisel hak-hürriyetlerini ihlal etmez, herhangi bir yerde herhangi bir yönetim için seçilenler onları destekleyen insanlardan öte onları destekleyemenlerin de kalbine dokunur.Neden mi bunları dedim? Çünkü demokrasi bunların hepsidir. Bunlardan bir tanesi dahi eksik olduğunda demokrasi bir kolunu kaybetmiş demektir. Neyse biraz fazla karmaşık bir deneme oldu fakat ne demek istediğimi aktarabildiğimi düşünüyorum.Demokrasinin ne demek olduğunu anlamayan insanlar yüzünden nice değerli insanlar hayatlarını kaybetmiştir,bunu da göz önünde bulundurmamak aptallık olacak. Bu yüzden bu saçma yazıyı bu kadar uzun şekilde yazdım belki birileri daha iyi anlar ve hep birlikte daha iyi oluruz. He bu ara da şunu söylemeden de geçmeyeyim,kısaca ufak bir selam gönderelim. Sokrates'in yaşadığı dönemde kendi yaşadığı coğrafyada özgür olarak adlandırdığımız birey başına düşen köle sayısına bakmanızı, ayrıca kimlerin nasıl meclise girdiğini de incelemenizi tavsiye ediyorum yani aslında Sokrates'i demokrasi öldürdü demek ne kadar vicdani onu size bırakıyorum. Köle vs. yurttaşların sınıfsal farklılığına dikkat çektim fakat sanki şu anda öyle bir sınıflandırma yok(!) bu da öyle değişik bir paradoks işte. Neyse, eyvallah kaçtım ben.

Varoluşsal Özgürlük


Uzun süredir ne kadar özgür olmadığımızı düşünüyordum. Bu yazıda dilim döndüğünce varoluşsal bağlamda özgürlüğün analizini yapmaya çalışacağım.


Özgürlük incelemelerini şu şekilde başlıklara ayırabiliriz:
1-Antropolojik özgürlük:
   a)Kozmolojik: İsteme
   b)Ontolojik: Olmada, Yapmada
2-Etik özgürlük
3-Toplumsal özgürlük

Kozmolojik özgürlüğün bağlamı eylemlerimizde, istemelerimizde ve seçmelerimizdeki özgürlüğümüzü kapsıyor. Kozmolojik özgürlükten sıçramayla bu yazıda ontolojik özgürlük bağlamında, özgürlük hakkında bir şeyler söyleyeceğim. Tartışmanın  ilerleyen noktalarında bu iki bağlam arasındaki farklar daha çok belirginleşecektir, o yüzden bu tanımlamaların detayını sonraya bırakıyorum.


Spinoza, Ethica'nın dördüncü bölümünde (İnsanların Köleliği ya da Duyguların Gücü) şöyle diyor: "İnsanın duyguları denetleme ya da kısıtlamadaki güçsüzlüğüne kölelik diyorum; çünkü duygularına boyun eğen bir insan kendi tüzesi altında değildir, ama öyle bir düzeye dek talihin elindedir ki, sık sık daha iyi olanı görmesine karşın daha kötü olanı izlemek zorunda kalır."
Geri dönüp kendi önkabullerimi tekrardan gözden geçirmeme sebep olacak kadar çok katıldım bu pasaja. O kısma henüz gelmeden, şu pasajdan ne anladığımıza bir bakalım. Özellikle ilişki barındıran eylemlerde, özneyi harekete geçirici ya da öznenin hareketini önleyici etmenler var. Örneğin, dışarda çıplak gezmek ilişki barındıran bir eylem. Bu ilişkinin tarafları, -sokak bağlamında- çıplak gezen insan ve toplum. Sokakta çıplak gezmeme eyleminin, ilk kertede, etmenini ya toplumsal norm ya da utanma duygusu olarak belirleyebiliriz. Aslında bu etmenlerin birer töz olmasını istiyoruz, çünkü toplumsal norm olmak kendinde var olan bir etmen değil; yani onun da bir sebebi var. Nitekim bence, birçok toplumsal norm gibi bu da -eğer toplumsal bir norm ise- tarihin bilinmeyen zamanlarında, utanma duygusu gibi var olan tözler hasebiyle normlaşmıştır. Fakat ne olursa olsun, eylemlerimizde bu hareket ettirici etmenler bulunuyor. Spinoza işte bu etmenleri yani özel olarak duyguları kısıtlamadaki güçsüzlüğe kölelik diyor. Örneğimize göre de, dışarıda çıplak dolaşmıyorsak bunun sebebi özgür olmamak, çünkü utandığımız için bunu yapamıyoruz. Peki ya çıplak dolaştık diyelim, o zaman ne olacak?

Burada biraz daha farklılaşacağım çünkü düşünüyorum ki, çıplak dolaşırsak bile bu bizi daha fazla özgür kılmayacak. Niye çıplak dolaştığım sorusuna odaklanalım. Diyelim ki bunu Spinoza'nın tanımına göre özgür olmak için yapacağım; yani hareketimi önleyici utanma duygumu yenerek bu eylemi gerçekleştireceğim. Bu eylemimde yine ne olursa olsun bir etmen var. O tözün ismini koymak kolay değil. Belki içimizde özgür olmayı arzulamamızı sağlayan bir şey var, yani özgür olmak istiyorum ve o yüzden ne kadar utansam bile bunu yapabilirim ve yapacağım dedirten bir şey. Belki özgür olup olmamayı arzulamıyorum ve merak arzumu gidermek için bu eylemi deneyimlemenin peşindeyim. Ne olursa olsun, her zaman bir etmen var. Spinoza bu etmeni/duyguları kısıtlamadaki güçsüzlüğe kölelik diyor, fakat bunu kısıtladığım zaman bile sadece etmeni değiştiriyorum ve başka bir etmenin güdümüne giriyorum. Yani özgür olmak için yanıp tutuşuyorum diyelim ve utansam bile gidip dışarıda çıplak dolaşacağım. "Gidip dışarda çıplak dolaştım çünkü özgür olmak için yanıp tutuşuyordum" demek, "Gidip dışarda çıplak dolaşmadım çünkü utanıyordum" demek ile aynı şey. Sadece etmenin nasıl değiştine bir bakın. Hayır, hiç bir erek gütmüyorum bu eylemi kesinlikle etmensiz bir şekilde gerçekleştireceğim: "Hiçbir amaç gütmeden de gidip dışarda çıplak dolaşılabileceğini kanıtlamak için gittim ve dışarda çıplak dolaştım." Amaçsızca yaptığınız eylemin amacı amaçsız bir şey yapmaya çalışmaktı. Gördüğümüz gibi etmenlerden kaçamıyoruz, yani Spinoza'nın tanımını genişletirsek şöyle diyebiliriz: "Her zaman köleyiz." 

Peki ya bu etmenler? İşte ona kader diyoruz. Cicero şöyle der: "Her önerme (proposition) doğrudur veya yanlıştır. Eğer gelecek hakkındaki önermeler de doğru veya yanlışlarsa, bu doğru-yanlışların sebebi sonradan olacak şeyler olamaz, önceki olaylar olmalıdır. Eğer bu bir önerme için geçerliyse, her önerme, yani her olay için geçerlidir. Dolayısıyla olan her şey kaderdir."
Bu pasaj da Stoacıları tekrardan gözden geçirmeme sebep olacaktı. Ve aynı zamanda kendi kader tasavvurumu da.

Cicero burada objektivist bir yaklaşımla "önceki olaylar" ile aslında tözlere atıf yapmakta. Tözlerin değişmezliği yani "önceki olayların" önermelerin sonuçlarındaki belirlenimciliği de kaderin varlığını kaçınılmaz kılıyor. Fakat unutmayın, belirlenimler sebepler üzerinde, sonuçlar üzerinde değil. Yani hala isterseniz sokakta çıplak dolaşırsınız, isterseniz de çıplak dolaşmazsınız; karar veremeyeceğimiz şey bunu neden yaptığımız, yani tözler. O halde tanımımızı düzeltelim: "Köle olduğumuz sınırlar içerisinde özgürüz."

Üzgünüm, evren bizim onun olmasını istediğimiz şey değildir, evren neyse o'dur. En başında geri dönüp birtakım önkabullerim üzerinde çalıştığımı söylemiştim size. Bunu aslında gerçek anlamda özgür olmadığımızı fark ettiğimde yaşadığım çatışmalardan dolayı yaşadım. Çünkü bir kere yaşadığım coğrafyaya Sünni Teori'nin kazandırdığı bir Tanrı ve Kader tasavvuru var. Bu tasavvuru İlhami Güler, "Allah'ın Ahlakiliği Sorunu" adlı kitabında baya bir inceliyor. Ben kısaca konuyla alakalı noktaları paylaşmakla yetineceğim. Güler, topluma kazandırılan tasavvurun etkisini gözlemlemek için deyimler ve atasözlerin üzerinden bir inceleme yapıyor. Mesela şunlara bakalım:

Kadere karşı gelinmez.
Allah yazdıysa bozsun.
Kaderin cilvesi, kader kurbanı, kader mahkumu.
Kaderine küs.
Kadere karşı gelinmez.
Hikmetinden sual olunmaz.
Allah'ın işine karışılmaz.

Yine aynı şekilde, Türkler'in Müslüman olmadan önceki "felek" inancı da bu kader tasavvuruyla pekiştirilmiş ve aynileştirilmiştir:

Kambur felek.
Kahpe felek.
Felek, kimine mintan giydirir kimine yelek; kimine karpuz yedirir kimine kelek.

Bu Allah ve Kader tasavvularının eleştirisi ve hangi Osmanlı ekolünden topluma miras bırakıldığı, yine bu çalışmanın konusu. Bu tasavvurun peşi sıra bir anti-tez olarak geliştirilen ve eylemlere sonsuz özgürlüğü izafe eden bir anlayış var. Bu tez, müslüman (teist) ya da ateist fark etmeksizin savunulan bir tez. Bu tez teist paradigmada, Allah'ı gerektiği gibi takdir edememe ve Kuran'ı inceleyen zihnin inşasında çelişkiler yaratmakta. Kuran'da kaderin ne olduğunu anlamaya çalışıp bu özgürlük-kader incelemeleri bağlamında geldiğimiz nokta itibariyle ilişkilendirmeye çalışalım o halde.


Kader ("el-Kadr") kelimesi sözlükte bir şeyin sınırı, miktarı, ölçüsü demektir. Çok fazla uzatmadan şu nokta atışı ayetlere bakalım:
"Allah her şey için bir ölçü (kader) koymuştur." (65/3).
"Geceyi ve gündüz Allah takdir etmektedir." (73/20).
"O (her şeyin) biçimini, özelliğini ve süresini belirleyip (kaddera) hedefini gösterdi." (87/3).

İlhami Güler şöyle diyor:
"Rağıb Isfahani diyor ki: Allah'ın yarattığı mahlukat iki çeşittir. Biri, muayyen bir miktarda bir defada yaratılan ve hiçbir tedrici süreci olmayan varlıklardır; inorganik varlıklar buna örnektir. Diğer ise, belirli bir tedric ve süreç içinde yaratılıp son hedefine varan varlıklardır; organik varlıklar, hayvanlar ve bitkiler gibi. Bilimsel veriler ışığında kainatın tarihini göz önünde tutarsak, her türlü varlığın mukadder bir hareket, dinamizm, değişim ve evrim içinde olduğunu söyleyebiliriz:

'O ki her şeyi yarattı, düzene koydu ve hedefini gösterdi.'(87/2-3)

O halde kader, kainatın umumi kanunları, şeyleri kendi kılan kanun, onların varlıklarını devam ettirme ve yok olma kanunlarıdır. Peki insanın özgürlüğü bu 'kader'in içerisinde nerede duruyor? Bitkilerin hareketleri fiziki-kimyasal 'kader'e bağlıdır. Hayvanlar ise, tabii çevreye uyum sağlayabilen bir psişeye sahip belli itkilerle hareket eden canlılardır. İnsan ise canlıların en üst basamağı olarak bir 'ruh'a, çevresinin şuuruna sahip ve çevresi üzerinde tasarrufta bulunabilen, onu değiştiren, tercih yapabilen özgür bir varlıktır. O halde Kuran'da kullanılan 'kader' kavramı, insan özgürlüğünü yok eden, 'cebir' ve zorlama ile eş anlamlı değildir.
İnsanın özgürlüğünü kabul etmek, onun iradesinin belli kanunlar çevresinde oluşan tabiat olaylarının veya içinde yaşadığı toplumun tesirinde kalmayacağı anlamına gelmez. Özgürlük, bütün bu tesirlere rağmen insanın tabiat, tarih, toplum ve kendi beninin mümkün tesirlerine karşı direnme, karşı koyma ve bunları aşma gücüdür."

Şuana kadar yaptığımız tanımlamaların, Fazlur Rahman'ın, Major Themes of Qur'an'daki şu pasajındaki benzerliğine bir bakın:
"Kuran'an'daki 'kader' anlayışı, insan davranışları da dahil her şeyin önceden ilahi olarak takdir ve tespit edilmesi şeklinde yorumlanmıştır. Bunun, Kur'an'ın 'kader' anlayışının basit bir şekilde yanlış yorumu olduğu açıktır (nitekim bir çok Batılının İslam anlayışı bunun etkisi altında kalmıştır.). Aslında 'kader', 'ölçmek' demektir, ifade ettiği mana ise şudur: Yalnız Allah mutlak sonsuz olduğu halde, diğer bütün mahlukat yaratılmışlık damgası olan 'ölçülme' özelliğini taşır. Bu kabiliyetlerin alanı, insanda olduğu gibi çok geniş olabilse de onların bir sonu vardır. Kur'an bu kabiliyetlerin bizzat fiile dökülmelerinden bahsetmiyor; konu ettiği, bu kabiliyetlerin kendileridir. Allah bir şey yaratacağı zaman o şeyin kabiliyetlerini ve davranış kanunlarını mahiyeti içerisine yerleştirir. Böylece o şey, bir düzen içerisine girmiş olur ve alemde bir etken faktör durumuna gelir.
Evrendeki her şey mahiyeti içerisine yerleştirilmiş kanunlar çerçevesinde hareket ettiği, yani Allah'ın emrine doğrudan doğruya uyduğu için, tüm evren Müslümandır. Yani Allah'ın iradesine teslim olmuştur. Bu evrensel kanunun tek istisnası insandır. Çünkü Allah'ın emrine uyup uymamakta bir seçim yapabilme kabiliyeti kendisine verilen tek varlık odur."

Aslında kendi tanımına göre, insan da müslümandır, yani özü Tanrı tarafından belirlenmiştir; fakat insan varoluşu itibariyle müslüman değildir. Mahiyet yani öz içerisine yerleştirilen davranış kanunları yukarda bahsi geçen etmenlerdendir, ki Fazlur Rahman'da bunlar için etken faktör demiştir. Yine Kur'an'ın kader tanımında, "bahsedilen kabiliyetlerin bizzat fiile dökülmelerinden bahsetmiyor, fakat direkt bu kabiliyetlerin kendileridir" derken, sebep ve sonuçlar arasındaki yaptığımız ayrımın altını çiziyor. Yani bu sebepler kaderdir, fakat sonuçlar değil.

Son olarak Muhammed İkbal'in de benzer yorumuna bakalım:
"Kader olarak kabul edilen zaman, şeylerin gerçek özünü teşkil eder. Kur'an'da buyrulduğu gibi: 'Allah her şeyi yarattı ve kaderini tayin etti'. Demek ki, bir şeyin kaderi, bir efendi gibi ona dışarıdan emir veren katı yürekli bir kaderin etkisi değil; o şeyin iç yeteneğidir, yani tabiatın derinliklerinde bulunan kabiliyetlerin aktüelleşme imkanı vardır ve dışarıdan herhangi bir baskı olmadan sırasıyla gerçekleşebilir, fiiliyata geçebilir. Böylece sürenin organik bütünlüğü mutlak hakikatin rahminde olgunlaşmış gelişmelerin olduğu gibi, kum saatinin kum taneleri gibi teker teker düşerler demek değildir. Eğer zaman gerçekse ve şuurlu tecrübeyi bir vehim haline koyan ve birbirine benzer saniyelerin sadece tekerrüründen ibaret değilse; o halde, Mutlak Hakikat'in hayatındaki her saniye orijinal, gerçek, mutlak surette yeni ve önceden tahmin edilmeyen durumları meydana getirir. Kuran-ı Kerim : 'O'nu her an yeni bir iş meşgul eder.' diyor. 'Gerçekte her yaratıcı faaliyet, özgür bir faaliyettir. Yaradılış, mekanik hareketin karakteristik özelliği olan tekrarın zıddıdır." 


Şeylerin iç yeteneği, yani özleri farklı sonuçların aktüelleşebilmeleri imkanını sunar. O halde İslami paradigmayı da işin içine kattığımızda, sözgelimi etmenlerin belirlenimcisine Tanrı'yı ve bir belirlenim ereğini eklemiş bulunuyoruz. Yani, var olan etmenlerin örüntü ve kurallılığından da faydanalarak, bu etmenlere kendilerinin bir amaç taşımaları ve Tanrı'nın planına hizmet ereği ile Tanrı tarafından tasarlanmış olmaları sebebiyle kader dedik. O halde tanımımızı en son şöyle değiştirebiliriz: "Tanrı tarafından, özgürlüğe mahkumuz."

Gerçekten de, existansiyalist Sarte'nin dediği gibi özgürlüğe mahkumuz. Şöyle diyor:
“Aslında, eylemimi canlandıran güdülerin bilincinde olduğum olgusuyla, bu güdüler çoktan bilincim için aşkınsal nesnelerdir, dışarıdadırlar; faydasızca onlara yapışmaya çalışacak mıyım; varoluşumla ondan kurtuluyorum. Her zaman özümün ötesinde, eylemimin nedenlerinin ve dürtülerinin ötesinde varolmaya mahkumum; özgür olmaya mahkumum. Bu, özgürlüğüme kendisinden başka sınırlar bulunamayacağını veya özgür olmaktan vazgeçmekte özgür olmadığımız anlamına gelir.” (Varlık ve Hiç, sf. 128)

Eylemimi canlandıran güdüler aşkınsal nesneler değil, içkinsel nesnelerdir. Sarte "varoluş, özden önce gelir" der. O halde elbette tüm nesneleri insana aşkın kılması normaldir. Fakat işin içinde Tanrı olmadan kendini mahkum ettiği özgürlük tanımının problemleri var. Örneğin burada, etmenlere aşkın dese dahi, onlara yapışmaktan kaçtığı takdirde, varoluşuyla onlardan kurtulduğu anda özgür olduğunu söyler. Bu negatif bir tanım. Yani özgürlük tanımının sınırlarını belirleyen şeyler bu etmenler/güdüler. Onlara yapışmadığı, onlardan kaçtığı takdirde özgür kılıyor kendini. Bu, Rousseau'nun politik düzlemde tanımladığı özgürlük bağlamındaki negatif özgürlük tanımına benziyor aslında biraz. Rousseau -politik bağlamda- tanımlayabildiğimiz özgürlük kavramını normatif kural ve baskılara tepki olarak tanımlayabileceğimizden bu tanımın doğal durumdaki özgürlük kavramından farklı olduğu söyler. Mesela şöyle örnek vereyim: İnsan öldürmek toplumlarda yasaklanmıştır, o halde özgür olmak kavramı içinde insan öldürebilmeyi de kapsar. Bu Rousseau'nın kızdığı şey oluyor işte. Toplum sana insan öldürmeyi yasakladığı için -ki bu normatif kural ve baskılardan oluyor- sen doğal durumundaki özgürlük tanımının içine insan öldürebilmeyi katıyorsun, oysa sana kimse insan öldürme demeseydi, bunu düşünmezdin bile. Bu yüzden; toplumdaki insanın kirlenmiş olduğunu düşündüğü için, tasarladığı yasa koyucu öğretmen sadece yeni doğan insanlara odaklıdır. Demek istediğim şey, Sartre'nin özgürlük tanımının tıpkı buna benzer negatif bir özgürlük tanımı olması. Özgürlüğün tanımında, özgürsüzlüğün sınırlarının çizilmiş olması o tanımını "özgürsüz" kılıyor. Üstelik bu aşkın güdülerin, aktüelleşme esnasında insanın muhakeme sürecine nereden gelip de müdahil olabildikleri de merak konusu. Yine tanım itibariyle bile bir çelişki yaratıyor gibi geliyor bana bu cümle. Eğer varoluş, gerçekten öz'den önce geliyorsa, o halde varoluş'un özünde, öz'den önce gelmek gibi bir nitelik/güdüm var. Paradigması çelişkilerle dolu, hunharca saldırmamın sebebi varoluşçu felsefeyi sevmemem ya da Tanrı'ya atıf yapmıyor olması değil. Varoluşçu felsefeyi sevmiyorum ama yine de Sartre'yi severim. Çünkü bugüne kadar Nobel Edebiyat Ödülünü reddeden tek isim o. Hatta Nobel ödüllerini ağır bir şekilde eleştirmiş, Nobel Ödülü'nün politik bir anlayışla verildiğini söylemiştir. Hiçbir felsefede uyuşmasak bile sadece bir filozof olduğu için, yani düşünen birisi olduğu için bile severim. Neyse sonuç itibariyle öz, varoluşdan önce gelir ve Tanrı tarafından, özgürlüğe mahkumuz.

Vargop Argümanı

1) Varoluş, özden önce gelir.
2) Varoluş'un özünde, özden önce gelmek vardır. (1'den)
3) Varoluş'un özden önce gelmesi çelişki doğurur. (1 ve 2'den)

Ya da şöyle de yazılabilir:

1) İnsan, en başında özelliksizdir. (Özü yoktur.)
2) İnsan, özelliğini kendi belirler. (Varoluşuyla özünü meydana getirir.)
3) İnsanın özelliği, özelliğini kendi belirlemesidir. (2'den)
4) Varoluş'un özden önce gelmesi çelişki doğurur.


Size kısaca, bir kavramdan bahsetmek istiyorum tüm bu yazdıklarıma ek olarak: "Opus". Bu kavramın gerçek hali küfürlü bir şey aslında. Bir arkadaşla bu kavramı ilk defa tanımlarken öyle tanımlamıştık ama burada küfürden arındırdım. Her neyse işte, "opus" dünyamızda var olmayan bir duygu, fakat onu kavram olarak adlandırdığım için yine ona pek çok nitelik kazandırmış oldum. Örneğin üzgün hissetmek diye bir şey vardır ya da sevinçli hissetmek gibi. İşte "opus" da belki hissedebileceğimiz bir duygu. Fakat dediğim gibi böyle bir duygu yok. Aslında ona "duygu" bile demek istemiyorum, çünkü her ne kadar bu dünyaya ait olmasa da, onu size anlatabilmem için, "belki olsaydı böyle bir şey olabilirdi" diyerek onu sınırlamak zorunda kaldım. Fakat işin garibi, artık ne olabileceğine dair fikir edindiğimize göre bu analojiyi unutun diyemiyorum size. Yine de unutun ama. Eğer şuanda harbiden Sartre gibi eveleyip geveliyorsam, bu bilin ki "opus" gibi bir kavramı özgürlük sınırlarım dışında tanımlayamamaktan, ya da o sınırların dışında bir şeyi idrak edememekten ve anlatamamaktan kaynaklanıyordur. "opus", tek boynuzlu at gibi bir şey değil. Yani bu dünyada karşılığı olmadan da hayal edebileceğim bir şey değil demek istiyorum. O öylesine bir şey ki, ona o bu dünyadan değil demek istediğimde aslında onu, onun için kullanabileceğim tüm sıfatlardan feragat etmiş oldum. Ona, o bu dünyadan değil demek bile işimi çok zorlaştırdı. Çünkü yine sıfırdan tanımlamak istediğim bir şeyi, ancak bana öğretilen ve bildiğim sınırların dışında olduğunu söyleyerek, yani bu dünyadan değil diğerek tanımlamaya çalıştım. Bu dahi, onu ne kadar sıfırdan, hiçbir şeyden esinlenerek tanımlayacağımı gösteriyordu. Sonuçta, tüm bu şeyler gösteriyordu ki, ben bana verilen neyse o'yum. Kavramlarım, düşüncelerim ve idrak alanım özümdedir.


Şuana kadar tartışılan özgürlük analizinde, özgürlüğü ontolojik bağlamda incelemeye çalıştım. Marx, Rousseu ve aralarında en çok sevdiğim Thomas Hobbes gibi düşünürlerin de fikirlerinin bulunduğu toplumsal özgürlük konusu da farklı ve tartışılmaya değer bir konu. Özgür olmanın üzerine gerçekten düşününce çevremizdeki insanların özgürlük tanımının içinin ne kadar boş olduğunu daha çok fark ediyorum. Sahip oldukları, slogan düşüncelerden beslenen bir özgürlük kavramı. Bu belirsiz tanımlar, celbedilmiş söz yitimine uğrayan, politik doğrucu cümlelerin yaldızları. Fakat işin ironisi de kendilerini bu tanımlara göre özgür olarak tanımlayan insanlar, bu tanımların güdümlü oluşları itibariyle ne kadar da özgür olmadıklarından habersiz. Neyse, benden bu kadar. Kendinize iyi bakın.


"Özgürlüğe giden yol özgürsüzlüğümüzle yüzleşmektir."     





Aklı Karıştıran Cevaplar 1

Selam Laedri. Bu yazıda internette dolaşan, arkadaş ortamında tartıştığınız ya da televizyonda denk gelmiş olabileceğiniz bazı sorulara cevap vermeye çalışacağım. Aklı karıştıran sorulara aklı daha da fazla karıştıran cevaplar yazabilirim. Bundan dolayı şimdiden uyarmak isterim ve umarım ki yazıyı bitirip okuduğum zaman şükürler olsun bu sefer anlaşılır bir şekilde açıklamışım diyebilirim. Soruları bulduğum sayfaların linklerini yazının sonuna koyacağım. Tabii orada bulunan bütün sorulara cevap vermeyi düşünmüyorum. Önemli olduğunu düşündüklerim hakkında bir şeyler yazacağım. Bunu yapmaya çalışırken gözden kaçırdığım önemli sorular veya burada bulunmayan ama sizin aklınıza takılan sorular olabilir. Varsa bunları belirtebilirsiniz. Eğer bizim de o sorulara bir cevabımız yoksa büyük ihtimal herhangi bir şey yazmayız bu konuda. Bunu da söyleyip sırayla soruları incelemeye başlayalım. Bu arada bu yazı bir serinin ilk yazısı olacak.

1.) Allah bizim cennete ve cehenneme gireceğimizi biliyorsa bizi neden imtihan ediyor ?

* Merak etmeyin her cevap bu kadar uzun olmayacak ! Ve bu soruya iki cevap vereceğim. İlk cevap tamamen benim özgün düşüncem olup yanlış yönlendirmekten korktuğum için bir de klasik bir cevap vereceğim.

- Öncelikle çok önem verdiğim bir konuyu açıklamak istiyorum. O da Allah-alem-insan ilişkisi ve Allah'ın her şeyi bilmesi. Biz Allah'ın varlığından uzakta bağımsız bir varlığa sahip miyiz ? Ya da yaratılmış herhangi bir varlığın bulunduğu yer Allah'tan bağımsız olabilir mi ? Allah bir mekana veyahut zamana dahil değildir. Eğer insanın kapladığı alanı Allah'tan bağımsız olarak düşünürseniz Allah'a bir mekan atfetmiş olursunuz. Eğer insan Allah'ın varlığı içinde derseniz yine Allah'a bir nebze mekan atfetmiş olursunuz. Benim görüşüm bu ilişkinin Allah'ın her şeyi bilmesi ile ilgili olduğu yönünde. Mesela bilgisayarda her şey 1 ve 0'lardan oluşuyor. Ekrana baktığınızda gördüğünüz klasörler ya da resimler gerçeğin bir yanılsaması boyutunda çünkü bunlar gerçekten varolan şeyler değiller. Bunlar sadece gerçekte varolan şeylerin bize görünen halleridir. Allah'ın bilgisi daha doğrusu sahip olduğu o sonsuz olan tüm bilgiden bazılarıyız bizler. Bilgi görülebilen duyulabilen ya da yazılabilen cinsten bir şey değildir. Bilgiyi aktarmak için kullandığımız bütün metodlar semboliktir. Bu durumda bilginin neliği konusunda da bir gizem vardır aslında. İnsanın evrenin atomların ve görebildiğimiz her varlığında bilgisayar ekranına baktığımızda gördüğümüz şekil ve sembollerden o klasörlerden veya resimlerden pekte bir farkı olmadığını düşünüyorum. Bana göre varolan her şey o 0'lar ve 1'lerin bize göründüğü şekildeki gibi Allah'ın sahip olduğu bilginin de görünümüdür.

ikinci olarak zamanla ilgili bir açıklama yapmak istiyorum. Zaman dediğimiz şey durmak bilmeyen ve hep ileri yönde devam eden olaylar silsilesidir. Yani bir süreçtir. Peki bir an nedir ? An 1 saniye içinde olan olay mıdır yoksa yarım saniyede mi yoksa 0.00001 salisede olan bir olay mıdır. Maddenin en küçük biriminin atom olması gibi (değil de işte mevzu karışmasın) zamanın da en küçük birimi andır. An kendinden daha küçük bir şeye indirgenemez. Yani siz an'a ne kadar süre tanırsanız tanıyın ondan daha küçüğü olduğu müddetçe o tanımlamanız anı vermez bize. Peki bu durumda an nedir ? Bence bu durumda an her şeyin durduğu zamanın olmadığı tek bir karedir. Allah'ın sahip olduğu bilgide sonsuz tane andan oluşmuş gibidir. Her şey eşanlı.

Peki her şey Allah'ın bilgisinin görünüşüyse Allah'ın yaratması ve iradesinden söz edebilir miyiz ? Ben bir resim çizdiğimde bir kitap yazdığımda yoktan bir şey varlığa getirmiş olmam. Çünkü insan her şeyi kendi içinden ve dışarıdan gözlem yaparak öğrenir. Yani var olmayan bir şeyi zaten bilemeyeceği için herhangi bir şeyi de yoktan var edemez. Ama kitap yazdığında veya resim çizdiğinde o bir sentez de olsa o an için bir ürün ortaya koymuş olur. Allah ise bilgisini iradesiyle 0 ve 1'lerde olduğu gibi görünür hale getirdiğinde yokken ortaya bir varlık çıkarmış olur. Örneğin elmanın kırmızı olduğu bilgisini yazarak sembollerle ifade ettiğimde bu o bilginin bir görünümü oluyor. Ben yoktan varlığa bir şey getirmiyorum çünķü edindiğim bilgiyi yazıyorum. Ama bu durum Allah için yoktan var etmektir. Biz nesnelerden, dış dünyadan bilgiyi öğrenirken Allah'ın bilgisi bir şeyleri gerçekleştirir. Işığın kaynaktan çıkıp bir maddeden gözünüze yansıması gibi. Bu arada varlık için bir yanılsama demiyorum çünkü Allah hak üzere yarattık diyor. Ben anlaşılır olması için böyle yazdım. Bana göre evren bir yanılsama değil bir yansıma. Ve bir de Allah'ın bilmediği bir şey olamayacağı için Allah yoktan yarattı dediğimiz de Allah'ın kendisinin bile bilmediği bir şeyi var ettiğini söylemiyoruz. Peter Pan ve hikayesinin aklımda olup kurgulamam ile gerçekte yaşanması arasında bir fark vardır.

Allah'ın bir şeyi irade etmesi ve yaratması bir şeye karar vermesi anlık olaylar olduğu içinde zamana dahil değildir. Yani Allah bu sorgulamasını yaptığım sistem içinde de zamana hapsolmuş olmuyor. Şimdi soruya gelecek olursam: Allah ne olacağını biliyorsa neden imtihan ediyor ?
Cevap: Çünkü bilgileri arasında bir öncelik sonralık ilişkisi ve zamana tabii olma durumu yoktur. Zaten her şeyi her zaman biliyordu. Bunu zamansal çerçevede anlayan biz insanlarız.

Klasik Cevap: Allah bizi direkt cehenneme veya cennete attığında oradaki insanlar ki özellikle cehennimlikler  soracaktır. Allah'ım biz neden buradayız ? Allah ise sizin bilmenize gerek yok. Ben biliyorum yeter. Siz imtihan edilseydiniz de cehennemlik olacaktınız zaten dediğinde inanıyorum ki cehennem halkı gıkını çıkaramasa da içinden hepsi bu da ne demek falan diye sinirle ateşe doğru yürürler. Belki imtihan edilsem burada olmazdım. Benim gibi biri cehennemde ne arar diyecekler. Kısacası Allah'ın adaletinden ve merhametinden şüphe edecekler. Belki Allah'ın onları oraya sebepsiz yere attığını keyfi davrandığını düşünecekler. Yani Allah'ın adaletinden süphe ettirmemesi için her şeyi zaman ve mekan çerçevesi ve sebep-sonuç ilişkisi içinde anlayan biz insanlar için en mükemmel sistem imtihan sürecinin de olmasıdır. Yani bizim de bilmeye ihtiyacımız var.
Ve benim her soruda baktığım ilk şey soruda sorulan şeyin bir çelişki içerip içermediğidir. Çelişki içermediği sürece olması için pek bir engel yoktur. Allah bilmesine rağmen bizi sınayabilir. Bu çelişkili bir durum değildir. Allah istemiştir ve yapmıştır.

2.) Allah her şeyi bildiği halde neden bizi yarattı ?

-Yukarıdaki sorunun cevabından çok farklı bir cevabı yok. Bu yüzden kısa tutacağım. Allah'ın bilmesi ile bizim bilmemiz arasındaki farktan ya da Allah'ın bilmesi ile yaratması arasında bir kopukluk olmamasından kaynaklanabilir. Allah istemiştir ve yaratmıştır.

3.) Allah her şeyi biliyorsa biz nasıl özgür oluyoruz ?

- Bu soruya ortaokuldayken din hocamın verdiği bir cevap vardı. O çok hoşuma gittiği için üstüne başka bir şey düşünmemiştim. O cevap şuydu: Büyü veya kehanetlerle ilgili olan yabancı filmlerden ya da en basiti Sihirli Annem dizisinden hatırlarsınız. Bir sihirli küre vardır ve ona bakan kişiler gelecekte yaşanacak olayları görebilir. Bu kişilerin o olayları görmesi olayın olmasına sebep ya da engel değildir. Artık o olayı bilmeleri de o olayın özgürce gerçekleşmeyeceği anlamına gelmez. onlar sadece olacak bir şeyi biliyorlardır. Yani bir şeyi bilmekle o şeyi yapmak/ona sebep olmak arasında çok büyük bir fark vardır. Ki Allah için gelecekte geçmişte yoktur. Allah zamanın yaratıcısı olduğu için zamanın kapsadığı her şeyi bilir. Ama bu bizlerin bu olayları özgür irademizle yapmadığımızı göstermez.

4.) Allah neden beni bana sormadan yarattı ?

- Ontolojik olarak burada kişiye sorulan soru kişiden önce gelemez. Yani kişiye yönelik sorunun sorulabilmesi için önce kişinin var olması gerekmektedir. Ee Allah bizi yaratıp sorduğunda da hayatımız hakkında spoiler vermediği sürece de kimse zaten hiçliği varlığa tercih etmezdi. Spoiler verdiği zaman da bunun pek bir anlamı kalmazdı. Kaldı ki Allah zaten bizi hayatta kalma içgüsüyle yaratmıştır. Yani yaratılan birisi de ''yok ben hiç almayayım diyemezdi''. İntihar bile yaşama içgüdüsünün olmadığının delili değil değil çekilen acıların reddidir. He şu an hayatından nefret eden birisi bile öyle kolayca intihar edemez. Hem bu dünya bir fragmandır İslam'ın öğretisi içinde. Asıl olan da ahirettir. Hiçbir aklı başında insan da cennet gibi harikulade bir mekanı da istememezlik etmez herhalde.

Benim bu soruya asıl cevabım içtenlikle şudur ki. Sen ya da ben kimiz de Allah bunu bize soracak. Yaratma gücü ve özgür iradesi var. İstediğini yapabilir. Burada çelişkili, adaletsiz ya da merhametsiz bir durumda söz konusu olmadığı hatta sonunda insan gibi bir varlığa cennet vadedildiği için bize bir fırsat tanındığı için şükretmemiz gerekmektedir.

5.) Allah bizi seviyor da neden günah işlememize izin verip sonra bizi yakıyor?

- Allah bizi robot gibi yaratabilirdi. Bütün koşullarda hep iyiyi seçecek şekilde yaratabilirdi. Evet, bunu yapabilirdi. Hatta ben şeye de bu soru için katılmıyorum. Kötülük olmasa iyiliği bilemezdik. Doğru ama burada konu bilip bilmemek değil. Allah'ın izin verip vermemesi. Allah bizi hem iyiliği hem de kötülüğü bilip sadece iyiyi seçecek şekilde de yaratabilirdi. Allah bize daha önce tüm yiyeceklerden bir kez tattırıp sonra her gün aynı menüyü yiyecek zorunlulukta da yaratabilirdi. Allah bize güzeli tespit etme bilgisi verip sevmediğimiz biriyle evlenecek şekilde de programlayabilirdi. Madem özgür irademiz yok ve robot olmayı kabul ettik. O zaman sadece işimize gelen konularda değil bütün her şeyde Allah'a tam bir teslimiyetle yaklaşalım de mi ? Burada örnekler uzar gider bunu yapmak istemiyorum. Sahip olduğumuz özgür irade çok güçlü bir şey ben kimsenin bundan aman aman feragat edebileceğini düşünmüyorum. Yine de edenler olabilir. Allah bize akıl, vicdan ve daha birçok önemli kabiliyetler vermişken. Doğruyu yanlışı ayırt edebilmeyi vermişken. Üstüne üstlük bir din de yollamışken ben Allah'ın bizim kötülük işleyip cehennemde yanmamızı istediğini düşünmüyorum. Hem bunu istese diret bizi cehenneme atarak da gerçekleştirebilirdi zaten. Bence biz sorumluluklardan kaçmak ve cehennemde yanmak istemediğimiz için böyle sitem ediyoruz. ''Dinin temel sırrı imtihandır; imtihan ancak irade varsa, irade ancak kötülük varsa anlamlıdır''. Hiçbir bahçıvan güllerini solsun diye ekmez.

6.) Allah’ın ihtiyacı yokken bizi niçin test etmekte ?

- Allah'ın ihtiyacı yoksa neden ibadet etmemizi istiyor ? Allah'ın ihtiyacı yoksa neden bizi yarattı ? Gibi türevleri vardır bu sorunun. İnsanlar bile yaptıkları her şeyi ihtiyaçları olduğu için yapmaz. Bu sorunun en basit cevabı şudur: Allah bizi ihtiyacı olduğu için değil x sebebinden dolayı sınamakta/yaratmıştır/ibadet etmemizi istiyordur. Yani kafamızda zaten bir postulat oluşturup '' ihtiyacı var hıı'' demek ki deyip bu soruya yaklaşmak çok abes. O şekilde yaklaşmamış olabilirsiniz ama bu sorunun yaklaşım tarzı böyle yani. Mesela denilebilir ki Allah olgunlaşmamızı ve gerçekleri kendi aklımızla keşfetmemizi istediği için bizi sınıyordur. Ya da Allah insanlarla ve kendisiyle iletişim kurmamız ve sevgiyi tanımamız için bizi yaratmıştır.

7.) Peki lamı cimi olmadan valla meraktan soruyorum. Allah bizi niçin yarattı ?

- Bir varlığın gayesi muhattap olduğu bilinçlere göre değişir. Mesela bir taşın varlığının gayesi inşaat mühendisine göre, taş koleksiyoncusuna göre ya da taştan kale yapıp futbol oynayan çocuklara göre değişebilir. İnsanın varolma sebebi de insana ve Allah'a göre farklılık gösterebilir. Kuranda Allah şöyle demektedir: ''Ve iyi bilin ki, ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım''. Burada ne denmek istediği üzerine düşünerek bazı şeyler bulabiliriz belki ama benim değinmek istediğim nokta şu: burada insanın varlığının gayesi kime göredir. Burada insanların Allah'a ibadet etmesinin insanın varlığının gayesi olduğundan bahsediliyor. Ben buradan bu bilginin insana göre olduğunu anlıyorum. Yani Allah'ın insanı yaratmasındaki sebepler bunu da kapsamakla beraber bambaşka sebepler de olabilir. Mesela iyi bir tanrı olabildiğince iyilik yapacağından ve akıllı ve bilinçli varlıkları yaratması da iyi olacağından bizi yaratmış olabilir. Ama insanın kendine göre bildiği tek gaye budur. Bir müslüman bunun altını ne şekilde doldurursa doldursun. Ana tema budur. Benim bu ayetten anladığım ise insan Allah'ı ve yarattıklarını bilmek, Allah'ı birlemek, onu sevmek ve ona teslim olmalıdır. Yani yaratılışına fıtratına uygun olarak yaşamalıdır.

8.) Allah kötülüklere neden engel olmaz ?

- Özgür irade verdiği için deyip burada bitirmek isterdim aslında ama birkaç şey daha yazacağım. Bir insan bıçakla adam da öldürebilir sebze de doğrayabilir. Bir insan bilim gibi çok büyük bir başlığı kötü emellerine de alet edebilir insanlığın yararında kullanabilir. Eğer Allah adaletli ise sadece kötülüğe engel olup bırakmak yerine bana göre iyiliklere de engel olmalıdır. Ama bu dünya için bunu neden yapsın ? Allah kötülüklere neden engel olsun ? İnsan özgür iradeli ve karşısına fırsatların çıkacağı bir dünyada yaratılmış. Yani buranın temel kuralları bu. Özgür irade özgür irade diyorum da çok fazla bir seçim şansınız olduğunu ya da aman aman şeyler yapabileceğinizi düşünmeyin. Biz basit varlıklarız. Biz dış ve iç koşulların baskısı altında sıkışıp kalmış arada duran boşlukları da tamamen özgürce değil buradan beslendiğimiz şekilde dolduruyoruz. Yani Allah belki de başka bir mantık sistemi başka bir evren başka tarzda giyinen canlılar yaratmış olabilir. Ve o alemlerde kurallar ve Allah'ın o alemlere müdahalesi bambaşka olabilir. Bilemeyiz. Belki orada Allah kötülüklere engel oluyordur ama oradaki canlılar da Allah neden kötülüklere engel oluyor diye soruyorlardır. Allah sonsuz alem yaratabilir mi -evet.
Allah sonsuz alem yarattıysa bir tanesi zaten bu olmayacak mıdır-evet. Allah sonsuz alem yaratmamış da olabilir. O zaman bu evren niçin var ve neden böyle ? Çünkü Allah böyle istediği için.

9.) Allah'ın bir şeyi istemesi sebepsiz ve keyfi midir ? Bir şeyi istemesi ona ihtiyacı mı olduğunu gösterir ?

- Her şeyi bilen bir varlık bir şey yapmak istediğinde bir bilgisinden yola çıkar bence. Yani insan da sebepsiz yere bir şey yapmaz aslında. En saçma ve boş aktiviteyi yapması bile kendisi farkında olsun olmasın beyninde belirlenmiş bir sebebe bilgiye dayanır. Şunu da belirtmeliyim ki Allah'ın varlığı ve neliği konusunda Allah bize ne bildirirse o kadar detay bilebiliriz. Benim Kurandan anladığım Allah'ın her şeyi belli bir ölçüye,dengeye ve hikmete göre yaratıyor olmasıdır. ''Gerçekten biz, her şeyi bir ölçü ve dengede yarattık''. Ve biz Allah bu gayelerden ne kadarını bildirirse onlardan emin olabiliriz. Gerisi ise kendi düşüncelerimiz ve felsefeye açılan kapıdır. Bu ise müthiş bir şeydir. Allah'ın her şeyi bir hikmete göre yapması bizim bütün hikmetleri bileceğimizin garantisi de değildir. Özellikle Allah'ın varlığı ve neyi neden yaptığı ile ilgili olan felsefi konularda. Eğer burada kendi düşüncelerim Allah hakkında yanlış şeyler atfediyorsa ve bilgim olmayan şeyler hakkında yazıyorsam Allah'tan af dilerim. Tek amacım bazı şeyler üretebilmek. Peki Allah'ın bir şey istemesi ona ihtiyacı olduğunu mu gösterir ? Bu sorunun çok benzerine yukarıda cevap vermeye çalışmıştım. Başka bir x sebebin olması bile bu soruya bağlı olmadığımızı gösterir.

Bu arada Allah'ı tanımlarken insandan yola çıkmak büyük hatalara sebebiyet verir. Sonuçta Allah eşi ve benzeri olmayan bir varlıktır. Burada Allah'ın bir şeyi istemesindeki istemekle insanın istemesindeki istemek arasında büyük bir fark vardır. Allah'ın bir şeyi istemesinin tam olarak nasıl olduğunu bilemeyiz. Ben daha çok "ol der ve olur" ayetindeki şekliyle anlıyorum. Bir şeye karar vermesi yani olmasını irade etmesi. Ve bunu yaparken bir hikmete bir bilgiye göre yapması.

10.) Allah niçin önceki kitapların bozulmasına izin vermiştir ?

- Önceki kitaplar bölgesel amaçlı inmiştir. Yani kendisinden sonra gelecek bütün zamanlara ve zamanın insanlarına hitap etme amacı taşımamıştır. Bu zaman içinde şartlar, insanlar ve şeriatlar (kurallar) değişmiştir. Allah o zamanki insanların kitapları bozacağını bildiğinden ya da uygun dönemin gelmemiş olmasından önceki kitapların bozulmasına izin vermiş olabilir. Sonuçta İncil'in Tevrat'ın Zebur'un hala sapasağlam durduğu yerde Kuran indiğinde insanların kuranı tercih etmesi için bir sebep olmazdı. Daha doğrusu Kuran'ın inmesi içinde bir sebep olmazdı. Allah bu durumda kendi gönderdiği dinleri dünya üzerinde yarıştırıyor gibi olurdu. İnsanlar bozmuştur ve Allah son din olarak Gönderdiği İslam'ın kitabını koruyacağını söylemiştir. Demek ki artık bu kitabın bozulması için fırsatta yoktur ve uygun dönem gelmiştir. İnsanlar hazırdır.


*bu soruları aldığım yazının başlığı insanı deist yapan sorulardı. Son olarak bununla ilgili şunu demek istiyorum. Bu soruların cevapları sizin için tatmin edici olmamış olabilir. Bazı cevaplar size hiç mantıklı gelmemiş olabilir. Ama burada şu ince çizgiyi çok net görmenizi istiyorum. Bu soruların hepsine verilen cevaplar bilmiyorum olsaydı bile bu sorular yine de insanı deist yapmazdı. Yapmaması gerekir. Bu sorular insanı deist yapacak sorular değil. Tabii ki içindeki bazı sorular çok önemli ve sorulması gereken sorular. Ama verdiğiniz cevaplar bilmiyorum olsa bile bu sizi deist yapmamalı. Çünkü İslam ile deizmi kıyaslarken bakılacak kriterler bu sorular değildir.

*Soruların Kaynağı

İMAN,TANRIYA İMAN VE ALLAHA İMAN

İlk önce yazıya başlamadan bir ön giriş yapmayı faydalı görüyorum."ALLAHA İMAN" isimli bölümde ne demek istediğimzi veya nasıl bir yöntem izliyeceğimizi açıklamakta fayda var.Biz ilk önce yazıya tanrı tasavvurlarıyla başlayıp,tanrı hakkında çeşitli deliller sunup tanrı kavramını açıklamaya yöneleceğiz.Sonradan ise Allah ile ilgili bölüme gececegiz peki Tanrı ile Allahı neden ayırıyorum.Tanrı bir genel iken Allah daha özel bir kavramdır,Jupiter,Wodonaz,Odin,El bu örneklerin hepsi bir tanrıyı ifade etmektedir yani tanrı bir genel isim iken Allah veya diğer örneklerdeki isimler özel bir isim anlamı ifade etmektedir.Bir başka ifade ile ; Latin paganizminde Jupiter bir tanrı ismiyken latincede genel tanrı ismi "deus"tur.O yüzden bu isimlerdede olduğu gibi Allahda özel bir isimdir o yüzden ilk önce genel bir tanrı tasavvurundan ilerleyip onu tanımlayıp sonradan ise Allahı isimleriyle,sıfatlarıyla tanımlamaya çalışacagız.

ÇEŞİTLİ TANRI TASAVVURLARI 

TEİZM ; Tanrının varlığını bir ön kabul olarak benimseyen Tanrının insanlarla iletişim kurmak için bir insana vahyettiğini ve yarattığı evrenle sürekli ilişkili olduğunu kabul eden düşünce sistemidir.Semavi dinlerin tanrı tasavvurları teistiktir.Teizmin tutarlılığı olduğu fikrini şu argümanlarla savunur ; Evrenin ontolojik (evrenin varoluşu) yapısı ve işleyişi (İmkan veya İnayet delili),diğeri ise insanın ahlaki yapısı ile ilgili (ahlak delili)dir.

ATEİZM ; Metafizik bilgiyi reddetmek anlamına gelen ateizm genellikle şu şekilde bilinmektedir; Tanrı tanımazlık.Ateizm tanrı tanımazlığını birçok argümana dayandırır ama temelde argümanların çıkış noktalarından biri şu argümandır ; Evrenin akıllı bir tasarımın,planlı bir yaratmanın ürünü olmadığı,aksine tesadüfen meydana geldiği şeklindedir. Bir diğeri ise şu argümandır ; Kötülük Problemi (The Problem of The Evil) hastalıklar,ölümler,savaşlar,depremler,seller,bütün bunların getirdiği yıkımlar; ateistlere göre,var olduğu kabul edilen Tanrının iyi niyetli olmadığına,iyi niyetli olsa bile bu iyi niyetini hakim kılacak bir kudrete sahip bulunmadığına işaret etmektedir. Ama unutulmamalıdır ki ateizm de herhangi bir din gibi bir inanç biçimidir  Ateizm 19.yy dan başlayıp günümüze kadar eski çağlara nazaran bu çağlarda (19.yy dan günümüze) bir artış göstermiş ve çokçana müride ulaşmıştır ve böyle olunca ateizm çokcana müride sahip olunca isteyerek veya istemeyerek daha sistemli bir hale gelmiştir.Bu sistemli hal ise onun tıpkı bir din sistemi haline getirmiştir. 

POLİTEİZM ; Yunanca Poli(çok) ve teism (tanrıcılık) kelimelerinden oluşan Politeizm,çok tanrıcılık anlamına gelmektedir.Bu inanışta değer olarak birbirine eşit çok sayıda tanrının varlığı kabul edilmektedir.Yer tanrısı,Güneş tanrısı vs. Bir çok politeist din aslında henoteizme dönüşmeye müsaittir.Çünkü bir çok politeist dinde her zaman bir baş tanrı tasfiri vardır İskandinav mitolojisinde bu Odindir Odin ise bu baştanrılık veya başka bir ifadeyle baba tanrılığı babasını kardeşleriyle öldürerek almıştır.Aynı şekilde Yunan mitolojisinde Zeus vardır ve Zeus da Odin gibi babasını kardeşleriyle öldürerek baştanrılığı veya baba tanrılığı almıştır ve tekrardan aynı şekilde Sümer mitolojisinde Arap paganizminde ve daha bir çok mitolojik ve paganist yapılanmada yüce tanrı fikri vardır ama şu önemli bir noktadır henoteizm bir çok tanrıya inanıp bir çok tanrıdan birini yüce tanrı ilan edip digerlerinede inanmayı sürdürmektedir.Bu olgu polisteist dinlerde görülür bu görülmese bile böyle olmaya yatkınlığı görülür yani politeizm henoteizme dönüşmeye müsaiddir,meyyillidir.Nitekim arap paganizmiyle ilgili olan Kuran'ın şu ayet önemlidir ; "Gökleri ve yeri yaratan güneşi ve ayı yararlanmamıza sunan kimdir ? diye soracak olsan kesinlikle, "Allahtır" derler. -ANKEBUT 61" mevcut olan ayet gösteriyor ki kesinlikle arap paganizminde böyle bir yönelim vardır ve böyle bir olgu zannımca yahudilerde de de vardır öyle ise şunu söylemekte sakınca görmüyorum böyle bir olgu sami paganist gelenekte vardır.Şu önemli bir sorudur peki arap paganizmi politeizmdenmi henoteizme kaymış yoksa henoteizmden politeizmeme kaymıştır,çogunluğun fikri bize gösteriyor ki politeizmden henoteizme kaymıştır öyle ise politeist anlayış henoteist anlayıştan önce gelmektedir ve bu bağlamda arap veya ibrani veya sami paganizminin tanrı tasavvuru daha ileri bir aşamadadır ve bunların tanrı algısı ve daha birçok paganist ve mitolojik yapılanmadaki tanrı algısı henoteisttir öyle olmasa bile öyle olmaya meyillidir.

MONOTEİZM ; Yunanca (mono) ve teism (tanrıcılık) kelimelerinin birleşiminden meydana gelmektedir anlam olarak "tek tanrıcılık" kelimesini muhteva etmektedir.Monoteizm,insanın yaratılışı itibariyle tek tanrıcılığa eğilimli olduğunu ve bu eğilimin sonucu olarak da insanların tarihin başından beri tek tanrıcı olduklarını kabul etmektedir.Semavi dinler teolojisinde ilk insanın aynı zamanda ilk peygamber olarak kabul görmesi,bu iddiayı desteklemektedir ve antik yunanda da bir takım filozofların tek tanrıcılığı savunmuştur. Platonunda tek tanrıcı veya tek tanrıcılığa egilimli olduğu iddia edilmektedir ki bu iddayı ben detaylı bir şekilde bilmiyorum ve ihtimal dahilinde pek görmüyorum nitekim Platon Yunan paganizmine sadık bir isimdir ve Yunan geleneklerini değerli görmektedir.Demokritos gibi filozof hakkında agır ithamlarda bulunup onların ölümü için vaaz verdiği söylenebilir,Ama Platona panteist denebilmesi mümkündür.İslam teolojisinde tasavvuf literatüründe değerli bir isim olarakta görenler mevcuttur aslında bu bağlamda ona monoteist denebilmesi mümkündür ama sadece mümkündür bu öyle olucağı anlamını ifade etmemektedir eğer ifade ettigim gibiyse ona henoteist demekte mümkündür.Aristotelese tek tanrıcı demek pek yanlış olmaz ama bu tek tanrıcılık teistik kalıplardan çok deistik kalıplardadır ki tutarlı olan budur çünkü Aristoteles tek tanrı fikrine bir vahiy veya bir peygamber olduğu veya bir peygambere tabi olduğu iddiasıyla değil akıl ile ulaşmıştır ki Aristotelesin ulaştığı tanrı kendi aklı ve sezgileri ile ulaştıgı bir tanrı tasavvurdur.Bu tanrıya "İLK DEVİNDİRİCİ" demiştir.

HENOTEİZM ; Çok sayıda tanrının varlığını kabul etmekle birlikte tek yüce bir tanrıyı da kabul edip ona ibadet etmeyi ön gören düşünce sistemini tanımlamaktadır.Politeizm ve Monoteizmin karışımıyla meydana gelen bir düşüncedir.Yahudilerin tek bir tanrı fikrine yani monoteizme gelinceye kadar henoteist oldukları bilinmektedir.Yahudilerin,Yahovayı tek olarak görüp ona ibadet etmelerine rağmen yerel kabile tanrılarıda bulunmaktaydı.İnsanda politeist veya henoteist algı şu şekilde meydana gelmiş olabilir ilk insanlar kendilerinde şiddetli duygu degişimleri yaşatan olaylara veya varlıklara ilahlık yüklemişlerdir ve bu çok dogaldır çünkü insan dogasında(yapısında) bir tanrı olması gerektirdiği fikriyle var olur ve bu ani duygu degişimleri veya bir duyguyu derinden yaşatan "x" uyarıcısına tepki verip bu duygu yüklemiyle ona ilahlık yüklemiştir şöyle bir örnek vermekte fayda görüyorum ; Gök gürültüsünden korkan insanın,gökgürültüsünün şerrinden korunmak için onu tanrılaştırdığı ve ona kurbanlar kestiği tarihsel bir olgudur ve bu duruma bir örnektir.İslam teolojisinde Kur'an korkunun kaynağı durumundaki gök gürültüsünün aslında Allahı hamd etmekten başka bir şey yapmadığını (RAD 13) bu mevcut korkunun kaynagını değiştirmekte ve bu yanlış kabul edilen ilahlaştırmayı sona erdirmektedir ve böyle bir vesileyle politeizmin,henoteizmin birer kollarını yani dogada meydana gelen bir olayın insanı korkutan bir olayın ilah olamayacagını iddia etmiştir.Bu önemli bir iddiadır çünkü dogada meydana gelen bir olayın tanrı olamayacagı demek bununla ilgili bir çok kabulun önünü kapatmaktadır ve tanrıyı dahada nesnel kılmaktadır yani tanrı artık cografi koşullara bağlı degildir o daha kutsal bir varlıktır ve biraz önce belirttigim gibi onu cografyayla olan bagını özellikle dogayla olan bagını kapattıgı zaman bir çok polisteist,henoteist algıyı sona erdirmektedir ki bu algılara dört örnek verilebilir ; Druidzm,Kelt paganizmi,German paganizmi,İskandinav paganizmi.Her ne kadar Henoteizm Monoteizm ve Politeizmin karışımıyla var olmuşsada Henoteizmde daha çok Monoteist ruh baskındır ve Monoteist olmaya meyillidir demek pek yanlış olmaz.

AGNOSTİSİZM ; Yunanca agnostos yani bilinemez olan kelimesinden türetilmiş olup Tanrının varlığının şu an veya hiç bilinemeyecegini öngören felsefi bir düşünce sistemi ve anlayıştır.Agnostizm,Tanrının varlığı,ölüm sonrası yaşam gibi insan tecrübesinin tamamen dışında kalan alanlarda insan zihninin,bunların varlıgına veya yokluğuna dair eşit derecede deliller üretebilecegini söyleyerek üretilen delilerin bir anlam ifade etmedigini,böyle oluncada bu alanların bilinemeyecegini kabul edilmesini öngören ve kabul eden bir anlayıştır."Sınırlı imkanlarıyla sınırsız bir Tanrı hakkında fikir yürüten insanın olumsuzlanamayacak veya yanlışlanamayacak hiçbir yargısı yoktur" diyerek Agnostisizm Tanrı hakkında konuşmayı mümkün görmemektedir.

PANTEİZM ; Metafiziksel ve dinsel bir terim olarak Panteizm,evreni Tanrıyla özdeş kabul eden veya herşeyi Tanrının tecellisinden(görünümünden) ibaret gören anlayıştır.Farkı görünüşlere sahip olsa da var olan her şey aslında birdir ve birlik peşindedir ve evrendeki tek gerçek Tanrıdır der.Panteizm hem Teizmi ve Ateizmi dışlar.Her şey tanrıdır demek aslında tanrı yoktur demekten başka bir şey degildir diyerek panteistleri ateist olmakla şuclayanlara karşı panteistler kendilerini farklı bir tür monoteizm peşinde olduklarını iddia ederler.Bu fikri savunan meşhur filozoflar ; Plato,G.Bruno,Spinoza,Hegel, gibi teolog ve filozoflar bu kategori içinde barınmaktadır.Vahdet-i Vücud görüşünü Panteizmle özdeş görenler olmuştur.Panteizmin en güçlü ismi olan Spinoza bu görüşünü,Endülüs göçmeni olan ailesinden,onlarında İbn Arabi'den miras aldıkları bilinmektedir.Ancak Spinoza Tanrı evrendedir demektedir.İbn Arabi ise evren Tanrıdadır der. İlkine Panteizm ikincisine Vahdet-i Vücud denir.Vahdet-i Vücud İslam teolojisinin Tasavvuf literatüründen bir kavramdır ve kelime olarak "Varlıgın Birliği" gibi bir anlamı vardır.Bu kavram ilk tasavvufta olmayıp sonradan tasavvuf literatüne dahil olmuştur.Bu anlamda onu savunan en güçlü temsilciler şunlardır İbn Arabi,Mevlana,Hallac-ı Mansurdur.Ben Vahdet-i Vücudu İslam Teolojisi için sakıncalı görmekteyim çünkü bu anlayışa ve fikre göre herşeyin tanrı olması gerekir nitekim Hallacı Mansur kendisine ben tanrıyım demiştir ve bunu Mevlana ve de İbn Arabi de demiştir İbn Arabi ve Hallac-ı Mansur bununlada yetinmeyip Kuranın Doktrinlerine aykırı bir şekilde Şeytanı ve Firavunu övmüşlerdir tabi ki böyle olunca bu anlayış Kuranın Doktrinlerine aykırı bir hal almıştır.Şuna dikkat etmek gerekir aykırı olan anlayış Vahdet-i Vücuddur Tasavvuf degildir bu sebeblerdendir ki Vahdet-i Vücud İslam Teolojisine aykırıdır o sebebten Vahdet-i Vücud olsa olsa yeni bir din olur ki böyle bir din anlayışı hali hazırda mevcuttur örnegin ; Hinduizmdeki Upanişadlar ve Bir takım Spirütalist dinler.Vahdet-i Vücud hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyenlere "Cemre Demirel - Bir Başka Din Tasavvuf" isimli kitapı önerebilirim.Herşeyin tanrı olması İslam Teolojisi ve Semavi Dinler Teolojisi acısından çıkılmaz birşeydir.İfade ettigim gibi şeytanın iyi biri olması düşünülemez çünkü şeytan kötülüklerin kaynagıdır tecavüzler,hırsızlıklar,ölümler vs. neden olan böyle bir şeye iyi dersek iyilik kavramını degersizleştirmiş ve o kavramın ifade ettigi anlama tutarsız birşey söylemiş oluruz.Bir yanlışta  tanrının kıyaslanmasıdır örnegin tanrı ile evren kıyaslanamaz çünkü İslam teolojisine göre Tanrı özel ismiyle Allah kıyaslanamaz bir varlıktır. "De ki; O Allah bir tektir.Allah eksiksiz, sameddir (Bütün varlıklar O'na muhtaç, fakat O, hiç bir şeye muhtaç değildir).Doğurmadı ve doğurulmadı O 'na bir denk de olmadı.-İHLAS 1,2,3,4." bu sure ise buna bir delildir.

PANENTEİZM ; Bu terim Yunanca "pan/tüm" "en/de-da" "theism/Tanrı" terimlerinin birleşmesiyle oluşmuştur.Evreni Tanrıda, Tanrıyı evrende gören bir felsefi anlayıştır.Teizmin Tanrıyı evrendenn bütünüyle izole eden tenzih doktrinine karşı,panteizmin de Tanrıyı bütünüyle evrenle özdeşleştiren evrene içkin Tanrı anlayışına karşı çıkmaktadır.Panenteistler,Tanrı ve Evren arasındaki mutlak ayrılığı öngören teistik doktrine karşı,Tanrının evrende aktif varlığına dayanan bir anlayışı öne çıkarırlar.Panteizm de Tanrının evrende aktif varlığını öngörür ama bu şekilde evrenin bir tür tanrısallaşması söz konusudur.Panenteizm Tanrının evrende aktif varlığının evreni Tanrısallaştırmadığını onu kendi evren kimliğinden koparmadığını kabul eder.Panenteizm,İmam Rabbanin Vahdet-i Vücuda karşı geliştirdiği Vahdet-i Şuhud doktrinine benzemektedir.Buna göre,evrende görünen her şey Tanrının varlığının kendisi değil şahitleridir.

DEİZM ; Deizm latince bir kelime olup Teizm ile aynı anlamdadır ama Deizm kullanım olarak bir dinsizligi işaret etmektedir burda dikkat edilmesi gereken nokta şu dur Deizm bir dinsizliği ifade eder Tanrısızılığı degil türkçeye ise Yaradancılık ve Tanrıcılık olarak çevrilmiştir.Tanrının evreni yarattığını kabul eden,fakat onunla sürekli ilişkide bulunmadığını ileri süren görüştür.Aristoteles deizmin önemli bir temsilcisidir.Deistik teoloji bireyle değil,mekanik evrenle ilgilidir.Tanrının bireyin ve toplumun hayatında yer tutmasından,ahlaka kaynaklık etmesinden daha önemlisi,evrenin sürdürebilirligidir.Deizm Tanrının peygamber gönderen,duaları kabul eden bir varlık olarak sadece insanla değil,evrenin içindeki varlıklarla da ilişkisi olduğunu bir kenara koymuş ve Tanrının sadece kudret sıfatına odaklanan bir Tanrı-Evren ilişkisi tasavvurunu geliştirmiştir.Söz konusu,teolojide, Tanrı Boşlukların Tanrısı gibi resmedilmiş,teolojik teorileri destekleyen her bilimsel gelişme,Tanrının ispati için boşluğu dolduran yeni bir değer olarak sahiplenilmiştir.Deizm algıladığımız dünyayı açıklamayı birinci öncelik olarak görür.John Locke Jean Jacques Rousseau deist olmakla ifade edilsede John Locke bir hristiyan,Jean Jacques Rousseaunun yanılmıyor isem katolik olup sonradan kalvinist olup bu mezhepi benimsemiştir.Newtonda deistlik ile itham edilmişsede bugün bilinmektedir ki Newton bir deist degil aksine koyu bir hristiyandır ama söylemekte fayda var Newton her ne kadar koyu bir hristiyan isede anlayış olarak diğer hristiyanlardan ayrılmaktadır.Newtonun tasfir ettiği tanrı hristiyan teolojisi ile uyuşmamaktadır onun tanrısı teslisteki tanrı değil tek bir olan bir tanrıdır.Bir çok aydınlanma çağı entellektülleri deist olarak algılanları aslında şöyle ifade edilebilir önemli ve koyu bir deist olan Voltairenin yönlendirmeleri sonucu böyle bir olay yaşayış bulmuş olabilir.Voltairenin olmayan veya olmasına rağmen onun anlattığı kadar abartılı olmayan olayları ve bunun gibi bir çok hikaye üretmiştir bu sebebledir ki Voltaire yapay mitler üreten biri olduğuna dair bir itham yöneltsek doğrusu bu yanlış olmaz.Deistlerde kötülük kavramıyla ilgilenmiştir Voltairenin sarf ettiği şu sözler buna ispat olarak öne sürülebilir ; Voltaire,Tanrı’nın varoluşuna duyduğu inancı sonuna dek sürdürmüştür ama Tanrı’nın dünya ile ilişkisi hakkındaki görüşleri zamanla biraz değişmiştir.Önceleri dünyada görülen kötülüklerin Tanrı ile hiçbir ilişkisi olmadığını savunurken özellikle 1755 büyük Lizbon depreminden sonra kötülüğün de bir bakıma Tanrı’dan çıktığını ifade etmiştir."Dünya Tanrı’nın zorunlu bir yaratmasının sonucudur ve kötülük dünyadan ayrılmaz olduğu için o da zorunludur. Öyleyse Tanrı’ya bağımlıdır; ama Tanrı onu ortaya çıkarmayı seçmiş değildir.Tanrı’yı ancak onu özgürce yaratmışsa kötülükten sorumlu tutabiliriz. -VOLTAİRE"

TANRININ VARLIĞI ; Görmekteyiz hemen hemen birçok insan tanrıya inanmaktadır her ne kadar inanma biçimleri farklı olsa da insanların geneli tanrıya inanma konusunda uzlaşmıştırlar.Uzlaşamadıkları nokta onun tanımlanması yorumlanmasıdır.Bu tanımlama yorumlama oldukça zordur çünkü biz tanrıyı tanımlarken kendi değerlerimizden,düşüncelerimizden faydalarınız,bilinçli olsak da olmaksak da bunu gerçekleştiririz.Bu değerler,düşünceler genellikle ahlak,adalet,iyilik,güç,tutarlılık, gibi değer kavramlarından oluşur.İnsanda ilginç olan şey şudur ki insan inanmadıgını iddia etse dair bir tanrı fikrini hep zihninde zihninin ön kabulunde barındırır.Bizler bilinçli veya bilinçsiz hangi koşulda olursak olalım insan olarak tanrıya ihtiyaç duyuyoruz onun varlıgına varlıgı fikrine ve ben bu bilgimizin sezgisel olarak var olduğunu düşünüyorum nitekim bir başka düşünür olan Leonardo Da Vinci inancını şöyle ifade etmiştir ;"Tanrıya inanıyorum,çünkü inanma ihtiyacı duyuyorum".Gerçekten biz ilk olarak tanrıya sezgisel olarak inanıyoruz dogmatik olarak onun varlığını kabul ediyoruz denebilir.Eğer gerçekten öyle ise bir tanrı varsa o tanrı nasıl tanımlanmalıdır o tanrı nasıl olmalıdır ? Bu arada ufak bir not düşmek istiyorum hepimiz tanrı fikrini içimizde barındırıyoruz derken burada ateistleride kastediyorum çünkü onlar tesadüf,kötülük problemi derken bir tanrıyı inkar etmekten çok tanrının mevcut populer tanımlarını inkar etmektedirler.O tanrının daha kusurlu bir tanrı olduğunu ifade ediyorlar,onların önermelerinden veya argümanlarından genellikle şu sonuçlar çıkmaktadır,Tanrı olmamalıdır veya Tanrı varsa bile o kadar kudretli bir tanrı değildir veya İyi bir tanrı değildir.Benim için işin ilginç noktası şu dur Tanrı yoktur dedigimizde aslında farklı bir tanrı tanımı yapılıyor.Bilinçli veya bilinçsiz olarak ateislerde aslında bir çeşit tanrı inancını içinde bulundurmaktadır.Her tanrı tasavvurunda oldugu gibi bu tanımda da uzlaşamamaktayız.Tanrı tanımındaki en büyük problem onun nesnel olarak tanımlayamamızdır yani tüm koşullardan arındırılmış bir tanım insanın aklından,cografyadan,sosyolojiden,psikolojisinden ve daha birçok şeyden arındırılmış bir tanım gerekmektedir,arındırmaktandan kastettigim gerekli ölçüde arındırmaktır.Aslında böyle bir ifade de bulununca agnostik bir çizgiye kaymış bulunuyorum ama ben agnostik yoruma kesinlikle katılmadığımı ifade etmek istiyorum.Çünkü içinde böylesine bir inancı barındıran bireyin tanrıyı bilememek veya bilmemek gibi bir ihtimali mümkün bulmuyorum.Tanrı bir çok şekilde bilinebilir Isaac Newtonun dedigi gibi ; "Tanrı yarattıkları aracılıgıyla bilinir." sadece yaratılmış olan bu evren tanrıyı bilmemiz ve idrak etmemiz için yeterli bir delildir.İslam teolojisindede yaratıkları aracılığı ile bilme ve kendi içimizde benliğimizde bilme anlayışı mevcuttur ; "Kur’an’ın gerçek olduğu kendileri için apaçık belli oluncaya kadar onlara çevrelerinde ve kendilerinde bulunan kanıtlarımızı hep göstereceğiz.Rabbinin her şeye tanıklık etmesi (onlar için) yeterli değil midir ? -FUSSİLET 53" bu ayet göstermektedir ki,teist teoloji göstermektedir ki,biz tanrıyı benliğimizden ve dış dünya aracılığı ile gerçekten bilebiliriz ki ben böyle bir iddiaya katıldığımı ifade etmek istiyorum.Ben bu yaklaşımlar arasından en etkili olanı teistik yaklaşım olarak görüyorum.Çünkü teistik yaklaşımın çoğunluğa hitap ediyor olması her insana hitap ediyor olması bu yüzden dogru olduğunu düşünmüyorum.Sadece onun her insana hitap ediyor olmasını şöyle degerlendiriyorum eğer genel olarak bütün insanlarda bir tanrıya inanma ihtiyacı varsa ve mevcut olan bu yaklaşım bu mevcut koşulu saglıyosa ve tanrı genelin inanması içinse teistik yaklaşım bu anlamda daha tutarlı buluyorum.Bir diğer unsur olaraksa teist teolojinin tanrı tanımını çok kuvvetli buluyorum.Gerçekten de teist teolojinin tanımladığı tanrı tanrı kelimesine yakışan ve onu digerlerine kıyasla en tutarlı bir biçimde tanımlayan yaklaşım olarak buluyorum.Teist teoloji de önemli gördügüm bir diğer husus ise vahiydir.Vahiyi şu anlamda değerli görüyorum ; İnsan aklıyla gerçek tanrıyı yorumlamak,bilmek imkansızdır.Çünkü akılla yapılan bir tanrı tanımını degerlendirmek dogrulamak için bir bilgiye veya doktrine sahib değiliz.Vahiy bir bilgi vermesi bakımından bir bilgi türü olması bakımından ve tanrıdan geldigi iddiası bakımından üzerinde durulması gereken bir unsurdur.Belirttigim gibi tanrıyı akılla bilmeyi,anlamlandırmayı,idrak etmeyi imkan dahilinde bulmuyorum,olsa bile onu dogrulamaya imkan bulamıyorum bu sebeblerden ötürü vahiy'in bilgisini gerekli olduğuna inanıyorum.Tanrı hakkında yapılabilecek yorumları veya tanımları ancak ve ancak vahiy ile dogrulanabilecegini inancını taşıyorum.Hepimizin haricinde olması sebebiyle nesnel olarak tartışılabilecek tanrı yorumunun teistik yaklaşımla mümkün olmuş olan tanrı yorumu olduguna inanıyorum.

TANRININ VARLIĞINA DAİR DELİLLER;

KOZMOLOJİK DELİL; Evrenden hareket eden ontolojik delilin aksine,deney ve tecrübeyle elde edilen bilgilerden hareket eden kozmolojik delilili birkaç türünden söz etmek mümkündür.Bunlardan bir kısmı "havadis" kavramını,bir kısmı "hareket" ve "degişme" kavramlarını,bazıları da "imkan" kavramını merkeze alarak evrenin bir yaratıcı tarafından meydana getirilmiş olduğunu ispatlamaya çalışır.İslam teolojisinde kozmolojik delil tartışılırken üzerinde en çok durulan kavramlar;Allahın ilim,irade ve kudret sıfatlarıdır.Evrenle ilgili olarak da evrenin bağımsız bir gerçeklik olmadığı ve kendisiyle aynı özellikleri taşımayan bir varlığa yani Allaha muhtaç olması üzerinden durulmaktadır.Hem Platon hem de Aristo kozmolojik delilde kullandıkları en temel kavram harekettir.Platona göre hareket,bir varlığa ya dışarıdan gelir veya kendi kendinde vücud bulur.Sadece canlı varlıklar hareketin kaynağı olabilirler.Bu çercevede,Kelamcılar evreni bir imkanlar alanı olarak algılamışlardır.Mümkün olan evrenin;kendisi gibi mümkün olmayan ezeli vacib(zorunlu) bir varlık tarafından meydana getirildiğini kabul etmişlerdir.
Tanrının varlığını ispat için kullanılan kozmolojik delil şu şekildedir ;

Evren sonradan var olmuştur.
Sonradan var olan her şey ise bir var ediciye muhtaçtır.
Bu durumda alem de kendinden ayrı bir var ediciye muhtaçtır.
Var eden ezeli olmalıdır.
Aksi taktirde eğer o da sonradan var edilmiş olursa, o da başka bir var ediciye muhtaçtır.
Bu durumda bir ilk var edicinin var olduğu kendiliginden ortaya çıkmış olur.

"Evren sonra var olmuştur" ifadesi üzerine düşünülmesi gereken bir ifadedir.Biz evrenin sonradan var olduğunu veya evrenin bir zamanın içinde var olduğunu günümüz bilimiyle bilmekteyiz "Big Bang Teorisi" bu ifadelere yeterli bir delildir.Ama şu nokta önemlidir : Evrenin var olması belkide aratsal bir şekilde mümkün olmuştur yani demek istedigim şu dur ; Gezegenlerin var olduğu bir evren var ise belkide evrenlerin var olduğu bir alan mevcuttur bu da şu sorunu gündeme getirir o gündem ise bu argümanın o kadar da yeterli olmadığıdır.Ama şu da önemlidir tüm bu aratsallıktan kurtulup en başa çeker isek bu argüman dogru kabul edilir.Bu argüman akılcı bir argüman oldugu kadar sezgicidir de çünkü temellinde en nihayetinde herşeyi var eden bir tanrı fikri hakimdir.Bu bağlamda sezgiyide dahil ettigimizde bu argümanın bu anlamda geçerli olduğunu söylemekte sakınca yoktur işin tatsız yanı şu dur ki bu sezgiyi doğrusu sezgileri doğrulamak mümkün degildir.İlk öncül ifade olarak doğrudur çünkü burda sözü edilen ifade evrenler degil evrendir ve gerçektende bizim evrenimiz zaman içinde var olmuştur.Çoklu evrenler teorisi sebebiyle bu argümanın geliştirilmesi zorunluluk haline gelebilir.Argümandaki şu ifade önemlidir,Tanrı fikri ezeli olmalıdır yani ezeli-ebedi bir varlık olmalıdır ve var edilmemiş var edici olmalıdır buda onun kudretine işaret etmektedir.Tanrının ezeli olması şu anlamda önemlidir ki var olmuş herşey bir entropiye sahibtir yani bozulmaya düzensizleşmeye ölmeye,o yüzden bir şeyin tanrı olup olmadıgı konuşulurken bu kavram önem arz etmektedir yani tanrı entropiden münezzeh olmalıdır ki bu evrenin veya evrenlerın tanrı olamayacagına en nihayetinde hepsini yaratan ezeli bir varlık olduğu fikrini desteklemektedir.Allah diye hitap edecegimiz varlığın sıfatlarından birinin ezeli olması zorunluluk olmaktadır.

İMKAN DELİLİ ; İmkan deliline göre her mümkün olanın bir müessiri(var edicisi,ortaya koyucusu) vardır.Sonradan var olan, yok iken var olan nesne demektir.Durumu bu olanın mahiyeti (özelligi,sıfatı) yokluğa ve varlıga kabiliyeti olandır.Var olma ve var olmama niteliklerini içinde taşıyan (mümkün) nesnenin var olmasını sağlayan,kendi dışındaki mümkün değil zorunlu bir varlıktır,yani Tanrıdır veya Allahdır.Evren sonradan oluşmuştur.Her sonradan olan varlık da vacibul-vücud (zorunlu varlık) değil caizul vücud (var olması mümkün olan varlık ama olmamasıda mümkün olan varlıktır)dur.Aksi takdirde,evrenin yoklugunu düşünmek imkansız olurdu.Evren hudusundan önce ma'adum idi.Evrenin varlığı veya yokluğu zorunlu olmadığına göre onun varlığı da yokluğu da mümkündür.Evren var olma ve ya olmama tercihini kendi kendine yapamaz.Bu durumdaki evrenin bir yaratıcısı vardır ki,onu bilerek,bir hikmet (bilgi) üzere yaratmıştır.Onun var olması da yok olması da aynı derecede imkan dahilindedir.Başka bir deyişle mümkünün yokluğunu düşünmek hiçbir şekilde çelişki doğurmaz.Oysa "vacib"in durumu bunun tam tersidir."Varlığı Zorunlu Olan"ın yokluğu düşünülemez.Bu çelişki doğurur.

Bu sözlerle anlatılan genel olarak evrenin varolması da varolmaması da mümkündür burdan evrenin bir bilinci olmadıgını ve ikinci olarak da yaratılmış oldugu sonucuna varılmaktadır.Evren varlık kümesinin en büyügüdür varlık kümesinin evrenlerden sonra en büyük varlık kümesi oldugu bilinmektedir demek daha yerinde olur.Bu mümkün olan veya mümkün olmayan varlık(evren) bir müessire daha türkçe bir ifadeyle bir yaratıcıya ihtiyaç duymaktadır burdaki tanrı tanımı bu sebebtendir ki özgürlük sahibidir yaratada bilir yaratmayada bilir ama yaratmayı şeçmiştir ve en önemlisi tanrının argüman dahilinde zorunlu bir varlık oldugu iddia edilmektedir çünkü mümkün olanın veya mümkün olmayanın ondan daha üst bir yaratıcıya ihtiyacı vardır yani bir ulu bir varlıga ihtiyacı vardır buda tanrı olarak tanımlanmaktadır.Yani bu evren ve evrenin içindeki diğer nesnelerden yola cıkarak bunları mümkün kılan imkan dahilinde kılan bir varlıgı mümkün görmektedir.Bu argüman aslında her argüman gibi ikna etmeyi esas alır ama buda en nihayet düşüncesine dayanıp bunların ortasında önünde arkasında aratsal sebebler olsada en nihayetinde bir yüce,kutsal ve ulu diye tasfir edicegimiz aşkın bir varlık başka bir ifadeyle bir tanrı fikrinin yattıgını söylemek yanlış olmaz.

TASARIM DELİLİ ; Bu delil "varlığın üzerine kurulduğu düzen,mükemmel işleyen sistem,ince ayarlara dayanan işleyiş tarzı;bir tesadüften eseri olarak görülemez," kabulune dayanmaktadır.İslam teolojisinde evrenin hiçbir düzensizliğinin olmadığını söyleyen (Mülk 3) herşeyin bir sistem dahilinde yürüdüğünü beyan eden (Rad 8,Furkan 2) Kur'an ayetleri nizam deliline işaret etmektedir.Tesadüf ve ince ayar işleyen sistem arasındaki zıtlıktan hareket eden Maturidi de,bu ince ayar işleyen sistem fikri üzerinden,evrenin yaratılış hikmetine(bilgisine) geçmektedir.Evrendeki düzene insanın dikkatini çeken Kuran ayetlerinden en çarpıcı olanlarından biri şöyledir ; Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde insanların yararına olan eşyayı denizlerde gemileri taşıyor olmasında,çorak topraklara hayat vermek üzere gönderdiği yağmurda,türlü canlıları yeryüzüne yaymış olmasında,gök ve yer arasında kendilerine biçilen görevi yerine getiren rüzgar ve bulutların değişmesinde akledenler için işaretler vardır (Bakara 164) Gökler(astrofizik),yer(jeoloji),gece ve gündüz(meteoroloji),canlılar(botanik,anotomi ve genetik) ayette yerini bulmakta ve Allahın varlığı bilgi temelli bir akıl yürütmeye konu edilmektedir.İslam teolojisinde bu delilin üzerinde şu kişiler durmuştur ; Kasım b. İbrahim,Ebu Bekir er-Razi,Maturidi,İbn Hazm,Gazali,Fahreddin Razi,İbn Rüşd.

Tanrı kavramını delillendirmek için kullanılan bu argümanlardan sonra artık Allah kavramına geçebiliriz ve bu argümanlarda Allah için geçerlidir Allah Tanrı kümesine dahil olup ama tanımı gereği o kümeyi aşan bir varlıktır ama Allah tek başına bir varlık veya küme olup Tanrı kavramı ile kesişimleri olmuştur bu kesisim işe kendisinden dolayı değil insanın Tanrı'yı arayış serüveninden kaynaklanan bir kesişimdir.Allah kavramını Tanrı kavramından ayıran en temel özellik Allah kavramının özelleştirilmiş doktrinleştirilmiş olmasıdır yani tanrı deyince akla bir çok şey gelirken Allah kavramında aklımıza bir şey aklımıza gelir eğer Allah dedigimizde aklımıza bir den çok tanrı tasavvuru özellikle birbiriyle zıt degil ama çelişik düşüncelere kapılıyorsak bu tutarsız bir Allah kavramıdır ve büyük ihtimallede Allah kavramıyla bir alakası yoktur,alakası yoktur çünkü öyle bir tasavvur veya düşünce Allah kavramıyla tutarsız bir düşünce olur yani demek istedigim eğer biz bir kavramı düşündügümüzde onun doktrinine tanımına aykırı bir ifadede bulunursak veya doktrine aykırı bir düşünce içindeysek bu tutarsız veya çelişkili bir düşüncedir.En uygun bulunan tanımlama Allah kavramı üzerinde Kurandır nitekim bu kavramı var edende kurandır o yüzden biz Allahı Kuran üzerinden tanımlayıp onun üzerinden yorumlayıp değerlendirecegiz böylece bilginin ilk ve sade haline inmiş olup ve düşüncemizde ve tanımımızda yozlaşmalara ve bozulmalara yer vermemiş oluruz.Allah kelimesinin kökü El-İlahdan gelmektedir aslında ilah ile tanrı eş anlamlı kelimelerdir veya ilahın türkçede karşılıgı tanrıdır aslında Allah kavram olarak bir tanrı(ilah) kavramından gelmektedir.Çünkü Tanrıyla Allahın ortaklaşa durdugu zemin şudur ki ikiside kavram olarak veya zihinde bir düşünce olarak aşkınlık yücelik ifade eden kavramlardır ve aslında Kuranın en temel hikayesi budur ve Tanrının tarihinin en temel hikayesi budur önceden de belirttigim gibi insanoglunun tarih boyunca en çok üzerinde durdugu şey tanrının varlıgı veya yoklugundan çok tanrının tanımlanmasıdır örnegin ; Tanrı bir kültürde bedenlidir , bir kültürde doğadır, bir kültürde berekettir, bir kültürdede ölümlüdür onun zıttı olan bir kültürdüde ölümsüzdür.Bu örneklere bakıldıgında görülmektedir ki tanrının bir çok tanımı vardır ki bu tanımlar çogaltıla da bilir o yüzden en doğru ifade tanrının sonsuz tane tanımı vardır demektir sonsuzdan kastettigim ise bizim bilemeyecegimiz tanımlar bile vardır ve bana göre günüzmüzde bile hala tanrı tanımları üretilmektedir ve üretilmeye devam etmektedir.İnsan nesnel veya gerçek olan tanrıya değil kendi var ettigi veya kendince inanmak istedigi gibi bi tanrıya inanır.Vahiy bu yüzden çok önemlidir çünkü vahiy tanımı geregi tanrıdan gelen bir bilgidir ve insanoglunun ve insan zihninin ötesinde bir tanımdır.

KURANIN ALLAH TASAVVURU ;

O,Olandır Felsefe ve Kelam da Allahın varlığına ve birliğine ilişkin geliştirilen argümanların yanında Kuran yüce yaratıcıyı nasıl anlattığına bakmak gerekir.Kuran,Allahı hem zatı(kişi) hem de varlıklarla ilişkisini dikkate alarak tanımlamaktadır.Allahın zatına(kişiligine) ilişkin bütün sorgulamalar karşılığını İhlas Suresinde bulmaktadır.Bununla ilgili küçük bir inceleme yaptıgımızda şunları görürüz ; Kuranın özü olarak adlandırılan İhlas Suresi,saf inanç ögretisini ortaya koyması ve dinler tarihi boyunca dinlere sonradan eklenen yanlışları dışlaması açısından İslamın Allah doktrininin temelini oluşturmaktadır. 

İHLAS ;

Kul hüvellâhü ehad
Allâhüssamed
Lem yelid ve lem yûled
Ve lem yekün lehû küfüven ehad

De ki; O Allah bir tektir. 
Allah eksiksiz, sameddir (Bütün varlıklar O'na muhtaç, fakat O, hiç bir şeye muhtaç değildir).
Doğurmadı ve doğurulmadı 
O'na bir denk de olmadı.

İlk ayeti ele alırsak "Kul" kelimesi "De ki" anlamına gelir. "Huve" ise arapça erkekler için kullanılan zamir olup "O" demektir.Şunu ifade etmeliyim ki Allahın bir cinsiyeti yoktur öyle ise Allah için neden erkek zamiri olan huve o anlamında kullanılmıştır sorusu bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde sorulabilir.Çünkü arapçada cinsiyet bildirmeyen herhangi bir varlık veya şey için erkek zamirleri kullanılmaktadır."Allahu" ise direk olarak "Allah" demektir. "Huvellahu" oldugunda ise O Allah manasına gelir.Ehad kelimesi genel olarak bir tektir anlamında kullanılsa da daha ziyade eşşiz şeklinde anlamlandırmak ve tanımlamak daha doğru olur.Çünkü arapçada tek demek için ehad değil vahid kullanılır ehadın köküde vahiddir ama ehad ifadesi ise daha farklı bir ifadedir.Ehad Allaha özel bir ifade olduğunu söyleyebiliriz."Ehad"ın üzerinde özellikle durmak istediğim bir husus da şudur "ehad" Allahı bütün varlıklardan farklı kılar.Ehad dedigimiz Allah üzerinde bir analoji yapamayız veya başka bir ifadeyle hiç bir benzetme yapamayız.Çünkü ehad kelimesiyle onu işaret ettigimizde artık o eşşiz benzersiz olmuş olur.Özellikle onu diğer tanrılardanda farklı kılar çünkü artık o eşşizdir benzersizdir o yüzden Allah ehaddır.

İkinci ayeti ele alırsak "Allahu" kelimesi yine Allah demektir."Samed" ise eksiksiz,ebedi,ölmez,ezeli anlamına gelmektedir ama bu cümle ayrı ayrı olarak değilde "Allahussamed" olarak incelenmelidir çünkü bu cümlede muzaf muzafın ileyh bağlantısı vardır türkçe ifade ile ise iki kelimenin bir araya gelmesiyle bir cümle oluşmuş ve iki kelime anlam olarak muttasıl(birleşik) olmuşmuştur yani bu cümleyi anlamlandırmak istedigimizde ayrı ayrı değil de bir bütün olarak ele almalıyız türkçede mesela "Araba Satıcısı" dediğimizde anlam olarak bunları ayrı düşünemeyiz muttasıl düşünürüz.Öyle ise "Allahussamed" ifadesi ifade olarak şu anlamlara gelmektedir Allah ezelidir,Allah ebedidir,Allah ölmezdir ama burda Allah kelimesi girdiği için ve tam bir üstünlük ifade ettiği için ve verdiğimiz anlamlarıda içine alması bakımından şu anlamlandırma daha yerindedir ; Allah sameddir yani herşey ona muhtaç, fakat o, hiç bir şeye muhtaç değildir.Buda doğrudan Allahın bir sıfatı olmaktadır.Yani öyle ise Allaha herşey muhtaçtır farklı bir ifadeyle Allaha sonsuz tane varlık muhtaçtır bu isimlendirme veya sıfatlamada Allahı tanımı bakımından dahada zorlaştırmaktadır.Çünkü onu bu ikinci ayettede dilsel bi yaklaşımla üstün olarak tanımlandı.Bu ifade ise şöyle anlaşılabilir sonsuz tane varlığın ona muhtaç olma halidir ve böyle oluncada bunun sonsuz tane örneği vardır mesela doğan çocuk Allaha muhtaçtır,İnsan hayatının geçimi için Allaha muhtaçtır.

Üçüncü ayeti ele alırsak "Lem" ifadesi türkçe olarak şu karşılığı bulur  "olmadı veya değil" ve "Yelid" kelimesi ise doğurdu anlamına gelmektedir öyle ise bir bütün olarak ele alırsak "Lem yelid" doğurmadı anlamına gelir.Bu anlamda ise Allahın bir oğlu veya kızının olmadığı ifade edilmektedir yani ifade onu bu tür hasletlerden(özelliklerden) uzak kılmıştır öyle olmadığını kast etmiştir,değilleme yoluyla Allahın ne olmadığı ve ne olduğu ifade edilmiştir.İfade ise Allahın hiç bir şey doğurmadığını böyle bir özelliği olmadığını söyleyip böyle birşeyin olamayacağını bildirmiştir.Bu ifade şu anlamda da önemlidir burda doğurmaktan kasıt onun bir nesebi olmadığına tek ehad ve samed olduğu ifadesininin anlamını güçlendirmektedir. Arap pağanizminde Allahın kızları veya türlü paganist dinlerdeki bir yüce tanrının evlatları çocukları olması aslında burda Allahın ifade ettiği şey hayır öyle değil Allah o yüce tanrılardan birisi değil onlar gibide değil çünkü onun bir evladı yoktur ve o onlardan üstündür ve doğrusu o Allah ki o yüce tanrılardan bile yücedir onlardan farklıdır anlamına gelmektedir."Yuled" ifadesi ise "Yelid" ifadesinin çekimlenmiş bir hali olup ifade ettiği anlam doğurmak değilde doğrulmaktır yani etken değilde edilgen olmaktır ve bu ifade de "Lem" ile gelmiştir yani "Lem Yuled" Allah doğrulmadı da demektir ve bu ifade yine diğer önceki ayetler olan ehad ve samed ifadeleri tekrardan açıklanmaktadır.Ve onun hiçbir varlığın evladı olmadığını ifade etmektedir.Bu iki ifade "Lem Yelid ve Lem Yuled,Doğmadı ve Doğrulmadı" ifadesi Allahın  ehad olduğunu bir soyunun nesebinin atasının olmadığını ve hiç bir şeye muhtaç olmadığını samed olduğunu ifade eder.

Dördüncü ayeti ele alırsak "ve" ifadesi karşımıza çıkar arapça ve türkçe de "ve" ifadesi aynı anlama gelmektedir."Ve" bağlacı katı bir bağlaçtır ve iki ifade arasında zorunluluk ifade eder mesela ; Yumurta yemeği yumurta ve yağ ile yapılır,diye bir ifade kullandığım zaman buradaki "ve" bir zorunluluk ifade etmektedir yani yumurta yemeği sadece yumurtayla yapılmaz ve sadece yağ ile de yapılmaz o zorunlu olarak yumurta "ve" yağ ile yapılır demektir.Bir başka ifade de Kuran da şöyle demektedir ; "Allah ve Resulune itaat ediniz" bu ifade bu ifade de "ve" ile bağlandığı için sadece Allaha değil sadece Resule değil ikisine bir arada itaat ediniz yani Allah ve Resulune ayrı ayrı itaat etmek mümkün değildir ama şöyle demiş olsaydı Allah veya Resulune ifade ediniz bu sefer bu iki ifade bu ikisine ayrı ayrı itaat edebilirdik ama böyle olmadığı için Allah ve Resulune itaat etmek gerekmektedir.Lem ifadesini üst bölümde açıklamıştık."Yekun" ifadesinin türkçe karşılığı "Olmak" demektir."Lehu" ifadesi ise türkçe olarak "O" demektir."Küfüven" ise türkçe olarak bir denklik bir eşitlik ifade etmektedir."Ehad" ifadesinide üst sayfalarda açıklamıştık,şimdi bu ifadeye bir bütün olarak anlam kapısından bakalım "Ve Lem Yekun lehu küfüven ehad" ifade türkçe olarak şöyle çevrilir "Ve ona bir denkte olmadı." Aslında bu ayette ehad kavramının açıklamasıdır.Aslında Kuran'ın kendi kendisini açıklaması İbni Haldun şu şekilde açıklamaktadır ; "Kuranda delil ve medlul ve tanık ile dava bir aradadır. -İbn Haldun,Mukaddime 1.Cilt 227".

ALLAH KAVRAMI ; Allah kelimesi köken olarak İlah kelimesine dayanmaktadır.İlah kelimesi ise türkçede Tanrı anlamına gelmektedir.Allah kelimesi özel bir isimdir ve şahısa özel bir isimdir litaratüel ifade ile ifade etmek gerekirse ism-i zattır.Onun El-İlah dan türetildiğide ifade edilmektedir. Arapça'da el takısı maarife anlamına gelmektedir maarife ise arafe kökünden gelmektedir arafe ise bilmek veya bildi demektir maarife ise bilinen demektir.Bu el takısı ingilicezdeki the takısıyla,almanca da ise das takısıyla aynı anlamı taşımaktadır.Allah el-ilah dan veya ilah dan türetilmiştir unutulmamalıdır ki bu isim türetildiği kökten daha farklı bir anlam ifade etmektedir demek istediğim ise Allah ile El-ilah veya İlah ifadeleri birbirinden çok farklı anlamları ifade eden kavramlardır.O sebebledir ki en başta özel bir isim ve şahışa özel bir ifade olduğunu ifade ettim. Araplarda islamdan önce kullanılan Abdullah ismi ise El-ilah işaret etmek için kullanılmış olup Allahı ifade etmemektedir.Fakat bu ismin kullanımı islamla devam etmiş ve müslümanlar kendilerine ve evlatlarına bu ismi vermiştirlerdir.Ama islamla birlikte artık el-ilah'a işaret etmek için değil Allah'a işaret etmek için kullanılmıştır.Ebubekir Sıddık çogunluk tarafından bilinen ifadeyle Hz.Ebubekir gerçek adı  Abdullah b. Ebu Kuhafe Osman'dır.Hz.Ebubekir'in islamdan önceki ismi ise Abdülkabe'dir.Burda Abdu kelimesi üzerinde durmak istiyorum Abdu kelimesi Abede kökünden türetilmiştir anlamı ise kulu,kuludur,kul oldu anlamınlarına gelir ve ibadet kelimeside bu kelimeden türetilmiştir.O yüzden bir ismin başında abede veya abdu varsa ondan sonra gelen isim ile tamamlanır onun kulu olduğuna işaret eder örneğin ; Abdullah Allahın kulu demektir,AbdülKabe Kabenin kulu demektir,AbdülMüttalib Müttalibin kulu demektir.Hz.Ebubekir'in ismi islam geldikten sonra kullanılması doğru değildi o yüzden ismini Abdullah yapmıştır çeşitli rivayetlere göre ise ismini kendisinin Abdullah yaptığı veya Hz.Peygamber (s.a.v) tarafından Abdullah ismi koyulduğu ifade edilmektedir.Allah kelimesinin kökenini ve islamdan önce ve sonra nasıl bir anlam ile kullanıldığını ifade ettikten sonra Allahın tanımına geçebiliriz.Allah kelimesi her ne kadar İlah (Tanrı) kökeninden türetilmiş olsa da Kuran'ın yaptığı Allah tanımı insanın yapmış olduğu İlah tanımından daha üsttedir.Allah tanımının Dinler Tarihi açısından önemi ise daha önce böyle bir tanımın yapılmamış olmasıdır buna en yakın tanım ise Yahudilik tarafından yapılmıştır.O sebebledir ki Allah tanımı biz insanların yapmış olduğu bütün tanımlardan başarılıdır ve o tanımlarından hepsinden münezzeh yani yüce olmuştur.Aslında vahiy'in temelleriden biride Allahı tanımlama gereğidir.Vahiy yüce bir güç tarafından veya başka bir ifadeyle gerçek yüce güç tarafından insanların tanrıya inanma gerçekleştirmek ve onlara gerçek tanrıyı tanıtmak için bir insana zaman içinde gönderilen bir bilgidir diyebiliriz.Allah kavramı ise bu konunun önemli bir parçasıdır ve o vahiy dediğimiz bilginin doğruluğunu ve yanlışlığını ölçmek için önemli bir kavramdır.İslam dini 610 yılında Hira Mağarasında doğmaya ve var olmaya başlamıştır bu vahiyi alan kişi ve aldığını iddia eden kişi ise Hazreti Resul Muhammed bin Abdullah(s.a.v)dir.Hz.Muhammed bin Abdullah ise 610 yılında Hira Mağarasında bu olayı yaşadığında korktuğunu bedeni ve dili ile ifade etmiştir.Ben bu tepkiyi çok doğal görmekteyim çünkü herhangi bir insan hiç tecrübe etmemiş olduğu bir varlığı görmesi halinde korkabilir ve o varlık onunla konuştugunda ise o korku dahada arta bilir.Aslında soru şu dur bu kişi gerçekten vahiy almışmıdır yoksa almamışmıdır yani bunu uydurmuşmudur.İlk önce uydurma ifade üzerinde durmak istiyorum.Bunu uydurmuş olmasının veya uydurmuş olmamasını anlamanın yolları olarak şunlar öne sürülebilir : vahiy aldığını iddia eden bireyin kendisi ve içinde yaşadığı çevre incelenip bunu uydurmuş olması ihtimali çözümlenebilir.Muhammed bin Abdullah Hicaz bölgesinde doğmuş bir araptır ve ailesi ise o bölgenin asil bir kabilesi olan Beni Kureyş'den gelmektedir bu kabilenin en önemli lideri ve bu kabileyi bu kadar güçlü olmasını sağlayan  kişi ise Kusay'dır.Bu kabilenin en büyük atası ise İsmail bin İbrahim dir bu kişiler ise bilinen ismiyle Hz.İsmail'dir.Muhammed bin Abdullah arabistanda doğmuş ve o coğrafyada büyümüştür.Kendisi toplum normlarına bağlı biri olarak görünmektedir ve ahlakçı ve ahlakçı olmaya eğilimli bir kişiliğe sahiptir.Ahlakçı olması şu acıdan önemlidir Mekke'deki bir insan ahlaklı veya ahlaksız olabilme fırsatına sahiptir o ise ahlaklı olmayı tercih etmiştir bu tercihten ötürü ahlaklı olması önemlidir.Ahlak derken çok genel bir şeyi ifade ettiğimi söylemek istiyorum. Dediğim gibi toplum normlarına bağlı biridir her ne kadar putperest olmadığı söylense de bakıldığında putperest anlayışın kurallarına uyan birisidir.İslamdan önce şu sıfatla sıfatlandırılmıştır ve o şekilde tanınmıştır "Muhammedul Emin" yani Güvenilir olan Muhammed anlamına gelmektedir bu ise onun ahlaklı biri olduğuna bir delildir.Parasını kazandığı yaşından beri yoksula ve düşkünlere verdiği islamdan önce ve sonraki zamanlarda da bilinmektedir o yüzden toplumda bazı kişiler onu akılsızlıkla ve aptallıkla suçlamıştırlar o ise bu eleştirelere aldırış etmemiştir.Kendisi gibi biri olan Abdullah b. Ebu Kuhafe Osman (Hz.Ebubekir) ile çok önceden beri arkadaşdırlar ve her anlamda birbirlerine benzemektedirler.Muhammed bin Abdullah'ı herkesden ayıran en genel özelliği ise sürekli olarak Hira Mağarasına inzivaya ve düşünmeye çekilmesidir açıkcası bunun nedeni bilinmemektedir ama görülmektedir ki düşünmeyi,ahlaklı olmayı genel olarak etik kurallarına bağlı olmayı amaçlayan birisidir belkide Hira Mağarasına gitmesinin nedeni budur orda bir çok şey üzerine düşünüp kendisini eleştirip daha iyi biri olmak hususunda kendisini geliştirmeye çalışıyor olabilir buda aslında onun varoluşşal zekasının yüksel olduğunu göstermektedir.Bilinmelidir ki Muhammed bin Abdullah çocukluk yaşında ailesini kaybetmiş ve yetim olarak büyümüştür aslında bu önemli bir detaydır,kimsesiz olması onu düşünmeye iten önemli bir etken olabilir tarih göstermedir ki bu tip insanlar yani yetim büyüyen insanlar tarihte büyük işlere malik olmuşlardır.Dil bilmeme konusu şöyle değerlendirilebilir : Önce şunu söylemekte fayda buluyorum tarihe baktığımızda gerçekten de bu dönemde arapça okuma yazma bilen sayısı çok değildir.Aslında bu dönemde araplar arasında yazı yeni birşeydir bu yazı isenin kökenleri ise Babil Uygarlığına kadar dayanmaktadır bu yazıyı Babil Uygarlığından Nebatiler arabistan'a taşımışlardır ve Nebatilerle aktarılan bu yazı zamanla arabistan'da yayılmıştır bu dönem ise yayılmaya devam ettiği dönemdir.Ki arapça tam anlamıyla bir kuralları bilinen bir dil olarak var olması 800 ile 880 - 900'ü bulur aslında arab dilini nahiv(gramer) olarak, sarf(ifade biçimleri köklerin anlam doğrultusunda bilinen belli kalıplara çekilmesi) gibi konular bu dönemlerde entellektüel olarak ele alınmış ve arapça gerçekten kuralları tespit edilmiş ve ortaya konmuştur.Bu çalışmaların temelini oluşturan arapçayı bilinen bir dil haline gelmesini sağlayan kitap ise Kur'an-ı Kerim dir.Bu fasılaya bakarak şunu diyebilirim gerçekten Muhammed bin Abdullah'ın yazmayı ve okumayı bilmemesi tutarlıdır fakat öyle oluncada şu soruyu sormak gereklidir tüccar olan birisi yazmayı ve okumayı bilmiyor ise bu tüccarlık mesleğini nasıl icra ediyordu ? Bu işin şöyle olması büyük ihtimal dahilindedir bilinmelidir ki o zamanlarda tüccarlığın yapıldığı dil arapça değil aramiceydi aramice ise ibranicenin bir lehçesidir.Ve bu iki dil Arapça ve Aramice aynı dil ailesinin birer diliydi ve bir arap için aramice bilmek zor değildi.O zaman Muhammed bin Abdullah arapça bilmiyor olabilir nitekim kendiside arapça bilmediğini ifade etmektedir ama görülüyor ki o bir tüccardır öyle ise onun bildiği dilin aramice olması muhtemeldir.Kuran'da ise İbranice kökten hatta Süryanice kökten gelen bir çok kelime vardır melek kelimesi buna basit bir örnektir bu kelimenin asıl kökü ise İbranicedir.Bir veya iki veya üç dil aynı kökten olduğu zaman o dil bu dilden bir kelime almış denilemez yani Arapça İbraniceden kelime almış ifadesi pek tutarlı bir ifade değildir çünkü bunlar aynı dil ailesinden olan diller olduğu için buna kelime almak denilemez aslında bu önemli bir ayrımdır ve bir çok dilci için bu kural geçerlidir.Genel olarak Muhammed bin Abdullahı esas aldıktan sonra birde bu coğrafyaya göz atalım.Arabistan tarihten beri ikiye ayrılmaktadır ki bu ayrım en eski uygarlıkların haritalarında bile vardır.Kimileri Güney Arabistana Bahtiyar arabistan demiş Kuzey arabistana ise Büyük arabistan demiştir.Biz ise daha sade bir şekilde Kuzey ve Güney arabistan diyecegiz.Güney Arabistan'daki araplar gerçek araplardır bunlara arabı aribe yani saf araplar gerçek araplar denmektedir ve bu arapların kültürü ile kuzey arabistanının araplarının kültürü farklıdır.Güney arapları daha çok ticaretle uğrasan araplardır ve yemen bölgesinin verimli bir arazi olması nedeniyle tarım ilede uğramışlardır burda çeşitli uygarlıklar var olmuştur bunlar ; Main,Sebe,Himyar'dir Himyar ise bir haneden olup daha sonradan Sebenin yerine gelmiştir bu insanlar radikal bir kararla Yahudiliği benimsemiş ve diğer dinden olanlara baskı yapmışlar hatta katletmişlerdir.Marib şehri ise önemli şehirlerdendir bu şehir daha çok ise Marib Barajı ile tanınmıştır ki tarıma elveriş veren aslında bu barajın sahip olduğu su'dur.Güney arapları Kuzey arapları gibi pek savaşcı değildirler.Güney araplarında ensest evlilik çok yaygın birşeydir hatta birisinin kendi annesiyle evlenmesi gibi şeyler çok değerli görülmektedir ve daha birçok evlilik şekli bulunmaktadır.Güney araplarında eşleri değiştirme,eşini bir adama gönderip ondan çocuk sahibi olmasını isteme ve hatırlayamadığım bir çok evlilik türü vardır bu tür evlilikler Kuzey Araplarında sık değildir özellikle ensest evlilik Kuzey araplarında pek görünmemektedir bu evlilik türleri ise İslamın gelmesi ile oluşan dönemde ve sonrasında yasaklanmıştır ve günümüzde bildiğimiz sistemi yerleşmiştir.Genel olarak arabistanın tümünde ise eğitim kültürü yoktur o yüzden arap coğrafyası entellektüel nitelikten oldukça uzaktır okuma-yazma bilmek ise islamdan sonraki döneme kadar hiç yayılmamıştır bilenler ise kendi çabalarıyla öğrenmişlerdir genel olarak arabistan okuma-yazma bilmenin yaygınlaşmaya başladığı dönem Nebat'dan sonraki dönemdir ve İslamdan sonraki dönemde ise Arabistanda ve Ortadoğu'da yayılmıştır.Ama şu önemlidir ki araplar arasında arapçayı iyi konuşmak önemli bir niteliktir ki islamdan sonraki hükümdarlar bununla övünmüştürler ve birçok bilim ricali(adamları) bu dili bilmek için çabalamışlardır.Zaten arap diliyle ilgili önemli bir takım kitapları arap olmayan ve genellikle süryani ve farisi olan nitelikli kişiler tarafıdan telif edilmiştir.Güney arapları ticaret insanları iken Kuzeyliler bedevi yani konargöçer bir hayat sürmekteydi savaşa önem verirlerdi ilginç olan bir bilgi ise bu bedevilerin konuştu dil fusa arapçaydı yani saf arapçaydı o yüzden birçok kişi islamdan önce de sonra da çocuklarını bedevilerin yanına dil ögrenmesi için gönderirlerdi.Kuzey arapların ise arabi muzdaribe denilirdi yani araplaşan topluluklar.O yüzden İsmail bin İbrahim aslen arap olan biri değil araplaşan bir kavimin üyeysiydi ve ondan sonraki zürriyeti(evlatları)de bu araplaşan topluluğa dahildi o sebeble bilinmelidir ki Muhammed bin Abdullah araplaşan bir kavimin üyesiydi ve Beni Kureyş(Kureyşogulları)da araplaşan bir kavimdir ve aslen bedevi bir topluluktur sonradan Kusay bin Kilab'ın siyasi başarıları sayesinde Mekkeyi ele geçirmiş yerleşik hayatla varolmaya başlamış bir kavimdir.Kabenin hikayesi ise şöyle gelişmiştir kaynaklara göre Kabeyi inşa eden kişi iki tanedir.Birisi Hz.İbrahim diğeride Hz.İsmail'dir ve İsmail burda yaşamaya başlamıştır.Namaz ibadetinin ise o dönemden müslümanlara miras kaldığı rivayet edilmektedir.Namazın paganistmi yoksa semavi din geleneğinden geldiğimi sorusu dinler tarihinde sorulan sorular arasındadır.Kabe ilk kurulduğunda semavi din geleneğine bağlı tevhidçi bir tanrı fikrine bağlıydı zamanla İsmail bin İbrahim'in ölmesiylede başka güçlü kabilelerin eline geçti  paganist geleneğin ise bu dönemlerde Kabe'nin olduğu yerde varolduğu söylenir.Kaynaklarda ilk defa çoktanrı fikrini ortaya çıkaran ve ilk putu getiren kişinin Luay isimli bir arap olduğu söylenir ondan sonra islamın varoluşuna kadar Kabenin paganist gelenekle iç içe olduğu söylenir eğer tarihin dediği gerçekten bu ise ve namaz İsmail bin İbrahim'den beri varsa görülmektedir ki bu tevhidçi gelenek zamanla paganizme karışmış ve içinde varolmuştur.Ama özü itibariyle namaz geleneği semavi din geleneğine bağlı bir gelenektir.Şunun da altına cizmek isterim namazın gerçek ismi "salat veya salla"dır.Namaz ismi ise çok daha sonradan Türkler ve İranlılar tarafından kullanışmıştır.Namaz kelimesi ise aslen farscadır bu kelimenin asıl kökeninin hintçe olduğu söylenir ve namazte ifadesinden geldiği ifade edilir.Genel olarak Arabistana baktığımız zaman görülmektedir ki bir uygarlık olmaktan çok uzak bir coğrafyadır.Ama bu insanların dil konusunda ve ticaret,savaş gibi konularda başarılı olduğu söylenebilir.Genel olarak Muhammed bin Abdullah böyle bir coğrafyada var olmuş ve anlattığımız üzere böyle bir insandır.Bunlara bakıldığında onun vahiy almadığını ifade edip bunu uydurduğunu söylemek pekte tutarlı görünmemektedir.Ama ben şu ihtimali göz önünde bulundurmak istiyorum ki bunu göz önünde bulundurmamın sebebi bu tür eleştirel olmasıdır ve eleştirilerin genel ifadesi şudur ; Bu kitapı tacirlik yaptığı zamanlarda gittiği şehirlerden duymuş olduklarıyla yazmış olabilirmi ? Muhammed bin Abdullahın ticaret için gittiği iki bölge vardır bunlardan birisi Mısır bir diğeri ise Dimeşk(Şam) bölgesidir.Mısır'da böyle bir şeyler duyup yazdığını söylemek güçtür çünkü Mısır artık o antik çağlardaki görkemini kaybetmiştir görmekten kastım ise o entellektüel birikimi meşhur kütüphaneleleridir.Mısırın Ptolemy Kütüphanesi Jül Sezarın Mısırı fetih etmesiyle yakılmış ondan sonra ise İmparator Augustus döneminde tamamiyle bir tarım bölgesine çevrilmiştir.389'da ise dönemin imparatoru ve yanlış hatırlamıyor isem Batı Roma ve Doğu Roma olarak Romayı ikiye bölen imparator'da bu imparatordu.Devam edelim 389'da ise dönemin imparatoru tarafından İskenderiyye Kütüphanesi yakılmıştır.Bu genel tabloya baktığımızda ise bu tür bilgileri burda bulabilmesi çok güçtür.Şam bölgesi ise bu tür bilgileri bulması açısından daha zordur.Bakıldığında ise böyle bir kitap yazmasına yarayacak bilgiler bu bölgelerde bulunmamaktadır.Ve şu unutulmamalıdır ki bu tür bilgiler bulsa bile bunları yazmasına neden olucak bir neden bulunmamaktadır.Daha açık bir ifadeyle Dünyanın yuvarlak olduğunu Muhammed birinden duyup yazdı ki Yunanlılar bunu zaten biliyordu denebilir.Fakat unutulmamalıdır ki dünyanın yuvarlak olması yunanlar içinde çokta yaygın bir bilgi değildi ve ikincisi ise o dönemde dünyanın şekliyle ilgili bir çok ifade bulunmaktaydı.Yani Muhammed bin Abdullah duyduğu ifadelerden birini gelişi güzel yazdı ve doğru çıktı demek tutarlı değildir.Ve şu hususta önemlidir ki Kuran bir anda iki kapak arasında ortaya çıkan bir kitap değil yaklaşık 23 yıllık bir sürecin eseridir o yüzden bu kitabı uydurması dahada zorlaşmaktadır.Bu süreç içinde bir çok olay olmuştur ne zaman kendisi yazdı nasıl vakit buldu kimsemi anlamadı bu tür sorular önemlidir.En önemli konu ve son konu ise retorik ve belağattır.Kur'an arap dilinde dünde bugünde en üstün kitabıdır ve tarih boyunca ifadesi ve yöntemi yakalanamamıştır.Ve kendisini okuma yazma bilmemekle itham eden birisinin bunu yazması bana kalırsa imkansızdır.Eğer yalan söylemiş gerçekten okuma yazma biliyor ise böyle bir kitap yazması çok zordur.Kur'an hakkında şu bilinmelidir ki arapçanın bütün kuralları onda mevcuttur.Genel olarak elimizdeki bilgilere baktığımızda Muhammed bin Abdullah'ın bunu uydurdurduğu ihtimali oldukça düşük uydurmadığı ihtimali ise oldukça yüksek olarak görünmektedir.O yüzden Hazreti Resul Muhammed bin Abdullah'ın 23 yıllık mesajı kanaatimce bir vahiydir.Allah kavramına tekrardan baktığımızda ise görülmektedir ki bu kavram Tanrı kavramının üstünde bir kavramdır ve onuda aşan bir kavramdır.Özellikle Allah tanımlanmasının bu kadar üst düzey olması ve tarih boyunca insanların yaptığı tanımlardan farklı ve daha değerli olması Allah kavramını dikkate almaya değer yapar.Ve o tanrının gerçekliğini artırmakla beraber o tanrının gerçek tanrı olduğu ve gerçek tanrı olması sebebiyle onun vahiyinin gerçek bir vahiy olduğu fikrini destekler.Allah kavramını sade bir şekilde açıklamaya çalıştık ve ondan ve tarihsel veriler aracılıgıyla vahiyi temellendirmeye çabaladık.Allah kavramı hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak isteyenler Haşr Suresinin son ayetleri olan ve bilinen ismiyle "Lev Enzelna" olan kısma bakabilir youtube'dan mealli bi şekilde dinleyebilirler.Bilinmelidir ki Allah'a atıf edilen her isim veya sıfat onu tenzih etmek ve onun ne olduğunu ortaya koymak içindir.Allah ilk olarak sezgilerle sezilen sonradan ise akıl aracılığı ile vahiy bilgisi üzerinden temellendirilmiş bir varlıktır.


İMAN KAVRAMI ; İman,bireyin bir varlığa veya bir düşünceye bilinçli olarak inanmasıdır ve hayatını o inanca göre biçimlendirmesidir.İman bireysel bir duygu ve düşünce halidir.Genel olarak insanlar imanını sosyolojik unsurlardan alırlar yani insanlar yaşadıkları büyüdükleri ortama göre inançları biçimlenir veya biçimlendirirler.Özellikle günümüz dünyası olan globalleşen dünya da ise insanların inançları yerel coğrafyalarından çok globalleşen dünyaya göre biçimlenmektedir.İman,bir duygu ve düşünce hali olup insan türü varolduğundan beri tecrübe ettiği bir haldir.İnsan varoluşundan itibaren sürekli olarak birşeylere inanmıştır.İlk çağlar da insanlar çeşitli doğa olaylarına inanıp iman etmiş ve o unsurlara kutsallık atıf etmişlerdir.Bazıları ise doğaya kutsallık atıf etmiş ve onu var edici ilan etmişlerdir.Bu olgular ise tarih boyunca devam etmiş şekillenmiş çeşitli anlayışlara dönüşmüşlerdir.Bu iman olgusu ise zamanla din ismiyle isimlendirilmiş ve kutsallık atıf edilen varlıka tapınılmaya başlamıştır ki aslında bu olay ilktir sonradan ise bu olgu zaman içinde din adını almıştır.İlk çağdan itibaren baktıgımızda görülüyor ki insanın iman ihtiyacı bir kutsal tasavvuru veya bir tanrı tasavvuru üzerinden biçimlenmiştir.İlk tasavvurlara baktığımızda insanın iman ettiği kutsal insanın hayatının içindedir.Bu sebebledir ki bu insanların inancı hayatlarının içindedir ve ona göre yaşamaktadırlar bu vaka ise tarım toplumlarında daha açık bir şekilde görülmektedir örnek vermek gerekirse Sümerliler buna bir örnek olabilir.İlk çağda görülmektedir ki iman insanın ihtiyaçları çerçevesinde gelişmektedir.Bu ihtiyaç ise psikolojik,sosyolojik olarak özetlenebilir.Savaşcı toplumlarda savaşçı tanrılar öne çıkmış,Tarımcı toplumlarda ise tanrılar daha çok tarımla alakalıdır.Antik Yunan'da özellikle Athena devletinde felsefe ve diğer ilmi faaliyetler çok daha etkindi bu insanlar ise bilgeliğin tanrıcası olan Athena'ya iman etmekteydi.Öyle ise insanların inancı o insanların akıllarına göre biçimlenmektedir.Bu durumun tarih de ilk değiştiği toplumun Yahudi topluluğu olduğu söylenebilir.Yahudi toplumuna baktığımızda bir sami topluluğudur ve ataları olarak İbrahimi görürler.İbrahimin babasının ismi ise çeşitli kaynaklarda geçmektedir ve hemen hemen her kaynakta ismi farklıdır Tevrat ve İncil de ismi Terah Kur'anda ise Azer'dir ismini bilmediğim bir başka kaynakta ise Taruhdur.Ben bu isimlerden Azer'i kullanacağım öyle ise Yahudiler ataları olarak İbrahim bin Azer'i görmektedirler.İbrahim ise Ur şehrinde doğmuştur bu şehir ise Mezopotamyada'dır.İbrahim bin Azer ise Ur şehrinden ayrılmış Filistin bölgesine göçmüştür.İbrahim bin Azer bakıldığında bedevi bi hayat yaşayıp geçimini ise hayvancılıkla sağlamaktadır bu iş torunu Yakup bin İshak'a kadar devam etmektedir.Hz.Yusufun başına gelen bir takım olaylar serüveni yaşanmış ve en sonunda Yusuf bin Yakup Mısır Devletinde Maliye Bakanı diyebileceğimiz bir makama gelmiş ve ailesini yanına almıştır ve artık Yahudiler Mısır'da yaşayan bir topluluk haline gelmiştir.Bu topluluk Mısır da zamanla köleleşmiş bir topluluk haline gelmiştir ve bu mevcut düzeni bozucak olan kişi ise Musa bin İmran'dır.Bu kısa kıssayı anlattıkdan sonra esas konumuza geri dönelim.Aslında iman tarihinde az önceki anlattığımız iman ile ilgili durumların ve imanın psikolojik ve sosyolojik bir unsur olmaktan ve insan aklının bir ürünü olmaktan çıkıp olduğundan daha da kutsal bir ifadeye dönüşecegi tarihdeki ilk yer burasıdır.Musa bin İmran'ın aldığı vahiyle köle olan bu toplum Mısır hükümdarına isyan etmiş ve bu toplum Mısır'ı terk etmiştir.Bu topluluk kölelikden uzaklaşıp zamanla savaşcı bir topluluk haline gelmişler ve Filistin'i feth etmişlerdir ve orada bir devlet kurmuşlardır.Bu tarihi olay özellikle Yahudilerin Mısır'da köle olan bir topluluk bilgisi bilinen sebeblerden ötürü bir takım taraflar tarafından reddedilmektedir fakat şurası bir gerçektir ki tarihte Filistin coğrafyasında bir Yahudi devleti var olmuştur ve bu Yahudi devlet kendi dinini bize Musevilik olarak tanıtmıştır.Aslında kırılma noktası burdadır bu sefer ki iman anlayışı mevcut düzeni reddetmiş ve köle olan bir topluluğun bütün psikolojik ve sosyolojik normlarını kabul etmeyerek bambaşka bir anlayış ile varolmuş ve o toplumu değiştirmiştir genel olarak baktığımızda çoğu vahiy böyledir birşeyleri gerekliyse yıkmak gerekli değilse değiştirme kaygısı gütmüştür.Görülmektedir ki vahiy kavramı bu vaka'da insan aklının bir ürünü olmaktan çok daha farklı bir kaynaktan gelmektedir ve vahiy ile iman olgusu diğer iman çeşitlerinden daha başka bir yerde durmaktadır.Aslında şöyle bir soruda sorulabilir belkide bu bir vahiy değil köle olan insanların hürleşmeleri uğruna kendince uydurdukları bir takım şeylerdir ? Böyle bir soruda o toplumun normlarına bakılmasında bir fayda vardır unutulmamalı ki günümüz ile o günün insanın psikolojisi çok farklıdır ve unutulmamalıdır ki o çağlarda kölelik bir sınıftır ve köle olmak çok doğal bir şeydir ve o köle insanların zihinleride buna göre şekillenmektedir ve o insanlar bu köle ismini benimseyip ona göre yaşamaktadırlar.Ne yaziktır ki böyle olunca bu sınıf bir anda yok edilemez ancak zaman ile yok edilebilir hale gelmiştir çünkü bu sınıf bir anda yok edilse bu sefer daha büyük sorunlar beklemektedir bu insanların kendini köle olarak benimsemeleri durumu aslında yokedilmesi gereken esas meseledir.Belki'de bu sebebledir ki Kuran da kölelik bir anda değil zaman ile yok edilmesi gereken bir husus olarak ifade edilmiştir.Yahudi toplumuna bakıldığında ise bu insanlar Mısır'dan çıktıktan sonra köleliği terk etmelerini garipsemiş ve eski yaşantılarına dönmeyi bir parça arzulamıştır.Arzulamakla beraber bu vahiy anlayışınıda dışlamışlardır ki Tevrat'ın Genel ismiyle Tora bölümü suret olarak ise Mısır'dan Çıkış bölümü bu hususu daha detaylı bir şekilde anlatmaktadır.Kuran'da köleliği zamanla yok etmek ifadesine gelirsek şu örnek verilebilir ; "Fakat o, sarp yolu göze alamadı. O sarp yol nedir,biliyormusun ? Köle azat etmektir. BELED 11-13".Genel konuya dönersek görülmetedir ki iman konusunda tarihde bilinen ilk kırılma Yahudi toplumunda olmuştur ve onu çok kapsamlı bir şekilde değiştirmiştir.Günümüze dönersek imanın ilk çağdaki iman anlayışından pek bir farkı olmadığı görülmektedir.Ama birşeyler değişmiştir artık daha farklı dinler doğmuştur din denilen bu kavram çeşitlilik kazanmıştır.Din aslında insanın imamına göre yaşamaya çalışmasıdır o sebeble denebilir ki insan neye göre hayatını düzenleyip yaşıyorsa o o bireyin dinidir ve imanıdır.İmanın dışa vurumu ibadettir denebilir ibadet ise iman edilen kutsalın buyruklarıdır ve birey o kutsalın buyruklarına itaat etti surette iman etmiş sayılır bu itaat ise ibadet olarak isimlendirilir.İmanın ise üç boyutu vardır ; bilgi,anlayış ve idrak.Birey ilk olarak bilgisi ile inanmaya ve iman etmeye başlar ve o kutsalın yoluna girmiş olur zamanla o kutsalın buyruklarına uydukça onları hayatına sokup yaşadıkca onu artık sadece bilmeyip hem bilip hem anlayış haline getirmiş olur.Öyle ise iman insanın zihnini şekillendiren önemli bir unsurdur bu anlayış noktası ise bilinçli imancı için önemli bir kısımdır çünkü birey anlayış evresinde o iman ettiği kutsalın ne olduğunu daha yakından görüp onunla iyice tanışmış olur bu evrede birey o kutsalı dahada çok kabul ederse bu imanın katlanması olup inancını kesinleştirir.Ve onu daha iyi tanıdığını gören birey o kutsaldan uzaklaşma yoluna gidip ya onu kabul etmez veya bilgi evresinde imanını yaşamaya devam eder bu durum ise daha çok insanın yaşadığı çevreyle alakalı olup yaşanılan çevrenin verdiği tepkiden kaçınıp bilgi evresinde yaşamayı seçebilir veya daha cesur olup onu kesin bir şekilde kabul etmeye bilir.Bu durum ise bireyde bir boşlup yaratıp yeni bir kutsal arayışına sürükleyebilir.Herhangi bir kutsala iman etme ihtiyacı karşılanmaz ise bu bireyde bir takım sorunlara sebebiyet verebilir.İdrak bölümünde ise anlayışla imanı katlananan bireyin artık tamamiyle o kutsal varlığın kulu olup onunla tam bir uyum içinde yaşamaya ve onun uğrunda yaşamaya yönebilir ve bütün dünyası o kutsal varlığın uygun ve uygun görmediği biçimde şekillenir.Aslında çoğu insan bu evreyi yaşayamamaktadır çünkü bu ulaşılması ve yaşanılması zor olan bir evredir ve birey bu evreye geldikten sonra o kutsala olan imanını bırakması imkan dahilinde pek değildir.İdrak evresinin en başarılı temsilcileri olarak peygamberler gösterilebilir.


Bu yazımızda genel olarak Tanrı kavramını ona yaklaşım biçimlerini ve inanç türlerini ve insanın tanrıya inanma istegini onu tasavvur ediş biçimini açıklamaya çalıştık.Bunun yanında Tanrı yaklaşımına dair olan görüşlerin bir kaç argümanını sunduk bununla birlikte özellikle Teist yaklaşım üzerinde durup Vahiy kavramını açıklama çalıştık.Kur'an'ın bir vahiy mi yoksa Kureyş soyundan gelen bir kişi tarafından uydurmamı yoksa gerçek bir vahiy mi olup olmadığı konusu üzerinde durduk.Bunlarla birlikte iman kavramını ve onun biçimini açıklamaya çalıştık.Bu genel şeyleri açıklayarak en nihayetinde Allah kavramı üzerinde durup ve ona imanın islam için neden gerekli olduğunu açıklama çalıştık.