Adaletsizliğin Bir Başka Sonucu: Irkçılık

 

Irkçılık bir başka deyimle ayrımcılık, toplum içerisinde yaşanan eşitsizliklerin en temel sonuçlarından biridir. Irkçılığın sözlük tanımına baktığımızda her ne kadar  insan ırkları arasındaki doğuştan gelen biyolojik farklılıkların kültürel veya bireysel konular üzerinde bir fark yarattığı düşüncesi de denilse aslolan toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri, toplumsal sınıflar gibi ırkçılığında bir tür ayrımcılık olduğudur. İnsanlık tarihine baktığımızda, bu tür suni, aslında herhangi bir temele dayanmayan, akıl ve bilimin herhangi bir ögesi ile örtüşmeyen durumlar sık sık yaşanmıştır. Kimi zaman nedenleri ekonomik kimi zaman cahillik vs olmuştur. Bunların hepsinden öte ise insan, “insan” olduğunu farkına varamadığından ve bunun ışığında yol alamadığından bu tür gelişimine ket vuran olaylar ile karşı karşıya kalmıştır. Asıl farkına varılamayan en büyük sorun ise, insanın bu tür sözde konularla uğraşırken kendinden önce yaşamış ve kendinden sonra varolacak nesillere yaptığı saygısızlıktır. Bilimin, aklın ışığında yürümeye çalıştığı insanlık tarihimizde bu tarz konuların gelişimi, biliminde önüne çekilen bir set olmuştur. İnsanın dünya üzerinde var olduğu kısıtlı zamanın bu tür insanlık dışı konuları konuşarak geçirmesi ve hatta yeni yetişen nesilleri düşünceleriyle zehirlemesi bugününe yapılmış en büyük kötülüklerden biri diyebiliriz. Dilerim ki, insanoğlu setleri aşarak coşkun ırmaklara kavuşacağı günleri de yakalayacaktır.

Tarih boyunca incelediğimizde ırkçılık, toplumsal sınıf ve cinsiyet eşitsizlikleri insanlık tarihinde her zaman bir yerlerde yer almış veya kendini göstermiştir. Ayrımcılığın alt dallarından olan bu konuların bir kavram olarak konuşulması, üzerine gidilmesi ise toplumlarını modernize edebilmiş uygarlıkların, akılların konusu olmuştur. Böyle toplumların ve akılların ışığında ise insanın evrensel hakları olan eşitlik,  ifade özgürlüğü gibi kavramların niteliği anlaşıldı.  Bu süreç ise kaynağı Avrupa’da  başlayan ve Fransız İhtilali ile sonuçlanan bir dönemi ifade ediyor. Aydınlanma Felsefesinin doğuşu da bu dönemde yaşanan gelişmelerin birer sonucudur. Buradan da anlayabileceğimiz üzere alışılagelmişlerin yıkıldığı, “yeni” kavramının önem kazandığı bu dönemin ardından Aydınlanma Felsefesi, toplumsal devrimlerin arkaplanını oluşturmuştur. Her ne kadar belirli bir başarıya ulaşmış olup 19. ve 20. yüzyılda belirli mücadelerin sonucunda kurulan devletlerin anayasalarında doğuştan gelen eşitlik ve özgürlük hakkında dair ibareler yer alsa da günümüzde gördüğümüz ırk, cinsiyet, din gibi çatışmalar insanoğlunun kanayan yarası olarak hala kendini göstermektedir.

Irkçılık, bugünün ifadesiyle erken kapitalist dönemde ortaya çıkan bir olgudur, o dönemde takınılan sömürgeci tavır insanlık tarihinin en büyük sorunlarından birini de yol açacağını kim bilebilirdi ki?  O dönemi daha net tanımlamak istersek;  18. yüzyılın düşünürleri Aydınlanma Felsefesi ışığında herkesin eşit haklara sahip olduğunu ve özgürlüğü hak ettiği fikrini tartışırken, 1688 İngiliz Devrimiyle doğan düşünce akımına ters olarak siyahların köle statüsünün kaldırılmasından kaynaklanan şüphe ve endişelerini dile getirmekten çekinmemişlerdir. Daha geniş bir yönden bakmaya çalıştığımızda kölelik kavramıyla vurgulanan üstünlük, Batı toplumunun her yönden Batı dışı toplumlardan olan üstünlüğünü vurgularken yaptığı ayrımcılıkların alt dallarından biriydi. Bu söylemler ve etrafında geliştirilen düşüncelerle 20. yüzyılın ortalarına kadar kapitalizmin gelişiminin önü açılmış ve bunun sonucunda sömürgecilik tekrar meşrulaştırılmasına neden olunmuştur.                Bu durumun akıl ve mantıktan yoksunluğu ise Yahudi Katliamı sonrasında varılmıştır.

Irkçılığın ne gibi süreçler yaşadığını biraz olsun anlattıktan sonra başka kavramlar üzerindeki etkisinden bahsetmemek olmaz. Kapitalist dönemle birlikte kavram haline gelen bu olgunun devamında ise insanoğlu kapitalizmin sonucu olarak kendisine yeni kavramlar arama yolcuğuna girişmiştir. Bunun adı kimi zaman milliyetçilik kimi zaman liberalizm olarak karşımıza çıkar ve bu örnekler artırılarak devam ettirilebilir. Kendini koruyarak ve gelişerek devam eden kapitalist süreç sonucunda toplumların farklı sınıflara ayrılmasına ve bu ayrılmalar sonucunda  sınıflara hizmet eden farklı toplulukların oluşumuna neden olmuştur. Bu durum yüzünden yeryüzünde birçok insan farklı bağnaz duyguların kendini zehirlemesine engel olamayarak yitip gitmiştir. Yaşamak için gününün dörtte üçünü işe harcamak zorunda kalan bir varlıktan başka ne bekleyebilirdik ki? Konuyu  örnekleyerek açıklamak sanıyorum ki çalışmamız açısından daha verimli olacaktır. Örneğin herhangi bir köyde doğup yetişmeye çalışan genç bir kadın yerine genç bir erkek iş aramak için evinden ayrılarak farklı kentlere gitmiş ve orda çalışmaya başlamıştır. Bunun en büyük nedeni ise kadın-erkek arasındaki doğuştan gelen fizyolojik farklardır. Bu durum sonucunda evlenme kararı alıp bir araya gelen bir çifti göz önüne alıp, şehirde bir yaşam kurduğunu ve yaşamaya çalıştıklarını düşünelim. Erkek her gün işe gidip gelirken kadın evde durmakta, kadının evden çıkmasını istemeyen erkek, evin geçimini  sağlamaktadır. Erkeğin bundan kaynaklanan güçlü hissi her seferinde evde kadına bir baskı oluşturmasına neden olmaktadır. Şimdi de bu ailemizin çocuk sahibi olduğunu düşünelim. Çocuklarını büyütmek için babanın daha çok çalışması ve ailenin bazı şeylerden fedakarlık etmesi gerekmektedir. Çünkü kapitalizm bunu gerektirir. Ailemizin annesi imkansızlıktan okuyamadığı ve eşi gibi çalışmak için şehir dışına çalışmaya gidemediğinden kendi kızının-oğlunun en iyi imkanlarla eğitim görmesini isteyecektir. Bunu sağlayamadığı takdirde ise etrafında buna yardım eden topluluklardan yardım almaktan çekinmeyecektir. Dikkat edersek topluluk şeklinde isimlendirdim, kurum, kuruluş vs demedim. Bunun nedeni ise ülkemizde yıllarca kendilerine bir ağ kurarak insanlara ücretsiz yardım ettiğini savunan çetelerin var olmasıdır. Ailemize geri dönecek olursak, bu ailenin bu tarz topluluklarla iletişime geçmesi sonucunda bir istismar durumu ortaya çıkması kaçınılmazdır. Ailenin çocuğunun henüz aklının yeni şekillendiği dönemde ırk,milliyet, din, mezhepler arası çatışmaya hizmet eden fikirlerle yetişmesi sanıyorum ki en büyük felaketlerden biri olacaktır ki günümüzde bunun benzerlerine birçok alanda ve yerde rastlayabiliriz. Bu tarz düşüncelerin akımında büyüyen çocuğumuz dünyanın bir başka bölgesinde, hiç tanımayacağı, bir araya gelmeyeceği insanlara karşı bir fikri olmamasına rağmen doğru olmayan düşüncelerle donatılması kaçınılmaz bir durum olarak karşımıza gelecektir. Kısaca, birleştirici gücünden bahsettiğimiz milliyetçiliğin insanları birbirinden ayıran formu burada bir hayli belirgin şekilde karşımıza çıkıyor. Irkçılığın, siyah-beyaz insan ayrımı olarak günümüzde yaşanması hala devam ederken asıl tanımı çerçevesinde insan hayatı ve düşüncesine ket vurmaya devam ettiği kaçınılmaz bir gerçek olarak devam etmektedir. Örnek olarak ele aldığımız bu aile sanıyorum ki birçoğumuza bir yerlerden tanıdık geldi. Devam edelim öyleyse, ele aldığımız ailedeki ataerkil düzen sanıyorum ki hepimizin dikkatini çekti. Bu ataerkil düzen nedeniyle birçok kadın henüz yeteneklerinin farklarına varamayarak bir köşede yitip gitmeye devam ederken biz 16. yüzyılda ortaya çıkan bir olgunun devamında körüklenerek devam eden bir yanlışı da sürdürmekte devam ediyoruz. Örnek olarak ele aldığımız bu ailede, babanın çalışmak için göç etmesinden bahsetmiştik. Bunun sonucunda yaşanacak sınıfsal toplum ayrımını da göz ardı edemeyeceğimizi düşünüyorum. Buna verilecek en büyük örneklerden birisi ise geri döneceği varsayılarak  gettolarda yaşamaya mahkum edilen göçmenlerdir. Ülkemiz sınırlarından bir başka örnek vermek gerekirse, 90’ların sonrasında yaşanan, batıya göç eden işçilerin güvenli olmayan alanlarda çalışması ve yaşadıkları alanlarda yer yer taciz edilmeye mahkum bırakılmasıdır. Sınıflı toplumlar ve ataerkil düzen birbirini besleyen iki dogma olarak varlığını devam ettirmektedir. Eğitimden uzak kalmış, benliklerinin farkına varamamış toplumlarda ataerkil düzenden ötürü kadınlar hakları olan eşitliği görememekte, özgürce düşüncelerini ifade edememektedir. Farklı dil,ırk, kültürden de olsa buna hizmet eden erkekler kadınlar üzerindeki egemenliklerini paylaşmaya devam etmektedir. Bugün toplumda tanımlanan aile tanımında erkek kadını hem ekonomik hem de cinsel olarak denetlemeyi sürdürmeye çalışmaktadır, aile içi bu düzen topluma da yansımakta ve bu ailede yetişen bireylerin gelişimini de etkilemekle beraber kabul edilmiş yanlışların düzeltilmesinden öte devamını sağlamaya hizmet etmektedir. Aklın doğruyu bulmasına engel olunduğu bu düzende doğal olarak da insanlığın geçmişten gelen sorunları da tekrar alevlenmeye devam etmektedir.

İnsanlığın ırkçılığı engellemesi günümüzde mümkün görünmemektedir. Irkçılığın engellenmesi öncelikle ırkçılığın bir ayrımcılık olarak nitelenmesi ve bu ayrımcılığı tek bir alt kolla tanımlamaması gerekmektedir. Irkçılığın körüklenmesiyle oluşan sınıfsal farklar, kapitalizm, kapitalizmin sonucu oluşan liberalizm, cinsiyet eşitsizlikleri ve milliyetçilik gibi birçok kavram birlikte ele alınmalı ve incelenmelidir. Yukarıda da bahsettiğimiz üzere bu kavramların hepsi birbirini besleyen ve sonucu olan durumlardır. Birçok farklı akımlara sahne olan insanlık her ne kadar teknolojinin bugünkü durumunu inşa etmiş olsa da sosyal yönden zayıflamaya devam etmektedir. Ne gariptir ki, bunun en büyük nedenlerinden biri yine burada bahsettiğimiz, ırkçılık, milliyetçilik, cinsiyet eşitsizliği gibi olgulardır yani ayrımcılıktır. Nobel Ödüllü Perulu yazar Mario Vargas Llosa’nın Edebiyata Övgü adlı kitabında da dediği gibi: “Bütün uluslardan insanlar temelde eşittir, onların arasına ayrımcılık, korku ve sömürü tohumlannı eken yalnızca adaletsizliktir.”