Metafizik

Anakronizma: Olayların gerçek düzenindeki tutarsızlığı ya da tarihsel gerçekliğin dışına çıktığını göstermek için kullanılır.
Seküler: En basit anlamıyla ünyalaşma olarak ifade edilebilir.
Aşkın Metafizik: Konuları duyu yoluyla algılabnabilir olanın ötesinde olan spekülatif metafizik.
Numen: Fiziksel tabanı olmayan duyum ve sezgi ile algılanabilen soyut kavramlar.
Anitomi: Çelişki
Monizm: Tek bir tözün var olduğunu söyleyen öğreti
Düalizm: Monizm karşıtı öğreti
Epifenomen: zihinsel ifadeler beyinden kaynaklanır ancak zihinsel ifadelerin beyin üzerinde etkisi yoktur mesela çiçekten kaynaklanan konunun çiçek üzerinde etkisi olmaması gibi.
Geist: Hegelin adını verdiği evrensel zihin
Dasein: Heidegger'in insan varlığı için kullandığı terim
Vokabüler: Söz varlığı
İde: idea kavramı
(Her alıntı yaptığım cümlede '' '' işaretini kullanmadım)
Selam Laedri. Felsefeye giriş serisinin bu ikinci yazısında felsefenin en temel alt disiplinlerinden biri olan metafiziği işleyeceğiz. Genelde insanlar metafizik denilince falcılardan,büyücülerden vs. bahsedildiğini düşünülebiliyor ya da metafizik gibi çok önemli bir alanı ''özel güçlerini kullanırken kameraya yakalanan 10 insan'', ''Japonya'da kaldırımda araba çarpacakken yayayı kurtaran gizemli yolcu'' gibi videolara indirgeyebiliyor. Ama tabii ki yüzyıllardır üzerine çokça konuşulan ve eleştiriler getirilen metafizik alanı bu kadar basite indirgenebilecek bir konu değildir. Felsefenin tanımında olduğu gibi metafizikten de farklı felsefeciler ya da okullar farklı şeyler anlamışlardır. Metafizik kelime anlamı olarak başına aldığı ''meta''ön ekiyle fizik ötesi anlamına gelmektedir. Buradan da az çok anlaşılabileceği gizi fizik bilimi somut ve duyular yoluyla inceleme yaparken metafizik soyut şeyler üzerine akıl yoluyla inceleme yapar. Metafizik alanında en geniş çapta incelemeyi Aristoteles yapmıştır ve metafiziği ilk felsefe olarak nitelemiştir fiziğe ise o vakitlerde bilim ile felsefe arasında bir ayrım yapılmadığı için ikinci felsefe demiştir. Metafizik varlığın çeşitli anlamları üzerine yoğunlaşırken, metafiziğin konusu varlık olup o varlığı varlık bakımından ele almaktadır. Var olmanın ve varlık olmanın ne demek olduğunu inceler. Metafizik tartışmaları da töz kavramı üzerinden yürütülür. Bu tartışmalara yazının ilerleyen kısımlarında geleceğiz. Metafizik duyularımızla algılayabildiğimiz tözlerin ötesinde olanla yani Tanrı'nın varlığı,ilk sebep,evrende bir amaç/gaye var mı gibi sorularla ilgilenir. Metafizik kendi içinde ikiye ayrılır. Bunlar, egzistans metafiziği ile süreç felsefesinin ortaya çıkacağı vakite kadar temelleri Antik Yunan'a kadar dayanan Klasik Töz Metafiziğidir. Bu metafizik 17.yüzyıldaki bilimsel devrime kadar olan tarihsel süreçte hüküm sürmüştür. Klasik Töz Metafiziği ile birazdan açıklayacağım Modern Töz Metafiziği de realist bir bakış açısına sahip olmak bakımından büyük bir ortaklığa sahiptirler. Bu realist bakış açısına göre dış gerçekliğin zihinden bağımsız bir şekilde var olduğu kabul edilir. ''Metafizik tüm değişmelerin ardında değişmeyen bir temel arayışını ifade eder'' ki bu da zaten töz'dür. Klasik Töz Metafiziğin'de ''en yüksekte olanın en gerçek olduğu'' kabülü vardır yani Platon'un ideaları,Aristoteles'in Hareket Etmeyen İlk Hareket Ettiricisi gibi hiyerarşik bir varlık anlayışı vardır. Modern Töz Metafiziğin'de ise bir tözler çokluğundan bahsedebiliriz. Varlığı sadece maddeden ya da ruhtan ibaret gören tek tözlü yaklaşımlar olduğu gibi Descartes'in yaptığı gibi varlığı hem madde hem de ruh/zihin gibi birbirine indirgenemeyen iki ayrı töz olarak ele alan bir yaklaşım da vardır. Sadece maddenin olduğunu söyleyen yaklaşım bileceğiniz üzere materyalizm iken sadece ruhun/zihinin olduğunu ileri süren yaklaşaım ise idealizm veya spiritüalizmdir. Materyalizm bütün var olanın maddenin yaşamın her şeyin fiziksel ve kimyasal süreçlerle açıklanabileceğini savunurken bunun karşısında olan idealizm ise gerçekte var olanın ide veya düşüncelerle bunların bulunduğu zihin olduğunu,görünenin ötesinde bir gerçeklik olduğunu ileri sürer. İdealizmin en ünlü ismi Berkeley'dir ve Berkeley modern bilimin insanı materyalizme yani ateizme sonrasında ise nihilizme sürüklemesi dolayısıyla her şeyin mübah olduğu görüşünün yaygınlık kazanıp Avrupa Uygarlığı için bir felaket oluşturmasından korkuyordu. Berkeley ''var olmak algılanmış olmak'' derdi ve bunu derken maddenin var oluşunu zihnin varoluşuna indirgerdi. İdealizmin bü türüne öznel idealizm denirken bireysel zihinlerin ötesinde evrensel bir akıl/zihin olduğu görüşüne ise nesnel idealizm denir. Nesnel idealizmin en büyük temsilcisi ise Hegel'dir ve bu evrensel zihine Geist adını verir. Şimdi ise kendisine büyük bir sempati duyduğum materyalizm ile idealizmi harmanlayıp ortaya düalizmi çıkartan Descartes'e gelelim. Bütün iradi eylemlerimizde görebiliriz ki öncelikle bir düşünce ya da niyet örneğin elimizi havaya kaldırma düşüncesi gelir sonrasında ise hareket meydana gelir. Düalizmi destekleyen bu örnek sıradan olmasına rağmen güçlü bir örnektir ve zihnin yaptırıcılığına, yaratıcılığına vurgu yapmaktadır. Yani düalizm zihni maddeden ayırmaktadır. Ama düalizmin şöyle büyük bir sıkıntısı vardır; nasıl olurda yer kaplamayan bir ruh/zihin yer kaplayan maddeye etki edebilmektedir bu aralarındaki ilişki nasıl olabilmektedir. Descartes bu etkileşimin beyinin arka kısmında bulunan kozalaksı bezde gerçekleştiğini söylüyor hatta insanları hayvanları kesip biçerek bu bez üzerine incelemeler yapıyor ve bu bezin hayvanlarda olmamasından onları birer makine olarak nitelendiriyor. Sorun şudur ki bu kozalaksı bez de bedenin bir parçasıdır yani maddedir ve hala bu etkileşimi açıklayamaz. Peki Kuran'a bakarsak durum nedir? Bizim maddeden bağımsız ruh gibi ayrı bir cevhere sahip olduğumuzu iddia etmek için hiçbir geçerli sebebimiz yoktur. Kuran'da ruhun ayrı bir cevher olduğu vurgulunmaz.''Ruh" kelimesinin geleneksel ve yaygın anlamı, Kur'an'daki anlamıyla pek uyuşmaz. Kur'an ayetlerini incelediğimizde "ruh"un vahiy/Tanrısal bilgi ve Tanrı tarafından insan cesedine üflediği "can", "bilinç" anlamlarına geldiğini görürüz. (15/29; 39/42) Tanrı, insan türüne bizzat kendi ruhundan üfleyerek, onu bilinç ve kişilik sahibi kıldı''. Peki öldükten sonra ahirette nasıl gideceğiz ve yaşadıklarımızı nasıl hatırlayacağız? Bu evreni yoktan, bu dünyada canlılığı o kadar düşük olasılıkları bir araya getirip neticesinde de insanı ortaya çıkaran Rab, ahirette de bizi tekrardan bu dünyayı hatırlamamız gerektiği oranda hatırlayacak bilinçte baştan yaratabilir. Yani bir müslüman olarak materyalist,idealist yada düalist mi olmalıyız üçleminde sıkışmamız gerekmiyor. Fizik ötesi değerlerin varlıkların olduğu gerçekliği kabul edildikten sonra ruhun olup olmaması çok büyük bir problem oluşturmamalıdır. Ama tabii ki fizik ötesi hiçbir varlığın olamayacağını ileri süren metafiziğin imkansız ve anlamsız olduğunu söyleyen 18. yüzyılda Hume tarafından ortaya atılıp 19. yüzyılda pozitivizmin kurucusu Comte ve Marksiz'min kurucuları,Marks ve Engels ve ikinci olarakta 20.yüzyılda neo-pozitivist düşünürler tarafından devam ettirilen eleştiriler vardır. Kant'ta metafiziği eleştirmiştir ama o imkansız olduğunu söylemiştir anlamsız olduğunu değil. Ona göre metafizik bilginin konusu değildir ama inancın konusu olabilir. İki tarafta eleştirilerinde bilimi temel almışlardır ve eleştirilerini aşkın metafiziğe yani duyu yoluyla algılanabilir olanların ötesinde kalan spekülatif bir metafiziğe yapmışlardır. Hume eleştirisinde metafiziğin konularının ne saf aklın ne de deneylerin konusu olabileceğinden yani bunlardan yola çıkılarak metafizik bilgilere ulaşılamayacağı için  metafiziğin imkansız olduğunu söylemiştir. Comte ise yazık garibim bütün eleştirisini katı ideolojik görüşüne göre yapmış ve metafiği din ya da teolojinin bir uzantısı olarak görmüştür. Bunun entelektüel ilerlemede bir evre olduğunu artık geride kaldığını ve bilimin egemen olacağını söylemiştir aynı zamanda ona göre bilgi deneyime dayandığı için var olmayan bir alana ait bilgiler yanılsamadan başka bir şey değildir. Mantıkçı pozitivistler da Comte gibi eleştirilerinde ideolojik bir tutum takınmakla birlikte onlarda diğerleri gibi metafiziğin önermelerinin doğrulanabilirlik ilkesinde değerlendirilemeyecek, matematik gibi totolojik önermeler olmadığı gibi gözlem yoluyla da elde edilemeyecek bir konumda olduğu için eleştirmişler ve anlamsız bulmuşlardır. Kant aşkın metafiziği numenler alanıyla ilgili soruları üçe ayırır. Bunlar rasyonel teoloji,rasyonel psikoloji ve rasyonel kozmolojidir. Yani sırasıyla Tanrı,ruh ve evrenin başı sonu,maddenin yapısı ile ilgili sorular bulunur. Kant bilginin akıl ve duyuların ortak çalışması olduğunu düşündüğü için ona göre metafizik alana geçildiğinde akıl ve deneyimin bilgi üretmedeki ortaklığı imkansız hale gelir. Ve burada akıl antinomilere düşer. Burada bir noktaya dikkat çekmek gerekiyor ki bu eleştiriler aşkın veya özel metafiziğedir yani genel ya da içkin metafizik için geçerli değildir. Bu eleştirilerde duyu ötesi varlığın olamayacağının söylenmesi onların gerçekte var olanın ne olduğunu söylemelerinde bir engel teşkil etmez ki zaten gerçekte var olanın madde olduğunu söylemektedirler. Bunlardan ziyade Heidegger ve Whitehead'da metafiziğe eleştiri getirmişlerdir ama Heidegger'in eleştirisi aşkın metafiizkten ziyade töz metafiziğine bir eleştiridir. Tözün ebedi ezeli ve kalıcı olmasını eleştirir. Whitehead'da töz metafiziğini eleştirmekle beraber düalist ontolojiyi de eleştirir. Eleştirilerin sonuna gelirken burada bu eleştirilerin bana göre ne kadar mantıksız ve ANLAMSIZ olduğuna değinmeden geçemeyeceğim. Metafizik bilimle değerlendirilemediği için değersiz olarak görülür ve reddedilir peki birçok bilimin sağlamasını yapmakta ve ilerlemesine büyük katkı sağlamakta olan matematik tamamen ideal olan sayılardan oluşmuştur yani metafizikseldir. Bilimde yapılan deneyler çokça tekrarlanma sonucunda kesin bir gerçeklik veriyor diye kabul edilebilir ama buradaki tümevarım bir inançtır. yani her deneyimizde 100 santigrat derecede kaynayan su 1 trilyon yıl sonra o derecede kaynamayabilir bunun aksini kimse iddia edemez. Güneşin her gün doğmakta olduğunu gördüğümüzden dolayı onun sonsuza kadar her sabah doğacağını ileri süremediğimiz gibi gözlemlerimiz de bize kesin doğrular veremez. Bilimin zaten evreni anlamak dış dünyanın varlığına inanmak gibi felsefi ön kabulleri varken neden kesin biligiler verdiğine inanıp onun dışında her şeyi reddedelim. Dış dünyanın olup olmadığı her şeyin bir rüya olup olmadığı da bir metafiziksel iddiadır. Bunların gerçek olduğunu söylemiyorum olabileceğini de düşünmüyorum ama bilimcilik karşısında her zaman bir sorun olarak duracaktır. Zaten bilimin kendisinin kesin bilgiyi ben veririm gibi bir ifadesi yoktur ve olamaz da çünkü bilim konuşamaz ama bilimi konuşturan insanlar bilim adamı sıfatıyla bilimcilik kalıbına bürünüp felsefi doktrinlerini bilim gibi ileri sürerek(günümüzde de bayağı yapılıyor) bilim dışında her şeyi anlamsız kabul ederler. Peki bu kesin ve güvenilir tek bilgi kaynağının bilim olduğu iddiası bilimsel bir iddia mıdır ? Hayır,bilim deney ve gözleme dayanır ve bütün bilginin ya da güvenilir kesin bilginin sadece deney ve gözleme dayanarak elde edileceği iddiası bilimin konusu değildir deney ve gözleme dayanmaz. Yani felsefi bir iddiadır. O zaman nedir bilimi kullanarak metafiziği tanrıyı dini imkansız görmek ve göstermek durumu ? Gerçekten bir akıl yürütmemidir yoksa katı ideoljik görüşlerinin esirleri olan insanların dayatmaları mıdır? Siz siz olun ideolojilere aklınızı esir etmeyin ve Laedri kalın. Neyse biraz fazla hararet yaptım galiba. Yazının sonlarına yaklaşırken süreç/oluş felsefesi ile egzistans felsefeye değineceğim. Süreç ya da oluş felsefesi durağan statik olan bir töz metafiziğine karşı çıkar. O, doğanın sürekli değişen olaylar dizisinden meydana geldiğini ve gerçekliğin temelinde tözün değil sürecin olduğunu ileri sürer. Süreç felsefesi ''insanların estetik,etik ve dini sezgilerine de hakkının verilmesi gerektiğini söyler''. Yani aşkın metafiziği bir dışlama içinde değildir. Süreç filozofları Modern Töz Metafiziğini eleştirirler. Süreç/oluş Metafiziği'nin en tanınmış isimlerinden (bu da şey gibi oldu ''sinema dünyasının tanınmış oyuncusu sikopus sabri gece kulübünden çıkarken kameralarımıza yakalandı :) biri Bergson'dur. Bergson' göre doğa bilimleri zekanın başarısıdır ve zekanın işlevindeki sınırı yansıtır. Ona göre bilimler varlığın tam ve yeterli açıklamasını hiçbir zaman veremez. Metafiziğin olması gerektiğini söyler ama bu Klasik Töz Metafiziği değildir. Çünkü bu da bilimlerle aynı yetersizliğe sahiptir. Onun yöntemi sürekli oluş,değişme ve gelişme olmasıdır bir de gerçekliği anlamadaki metodunu sezgi olarak belirler. 20.yüzyılda ortaya çıkan 3. metafizik anlayışı da Egzistan(varoluş) felsefesidir. Burada varlık tanımı varlıktan yola çıkarak değil direkt insandan yola çıkılarak yapılır. Bu anlayışa göre varlık sadece insan yani onu algılayan bir varlık olduğu sürece vardır. Heidegger insan varlığı için Dsaein terimini kullanır. Sabit ya da değişmez değildir. Egzistans felsefede en öne çıkan isimlerden biri de hatta belki en öne çıkan tek isim Sartre'dir. O insan dışındaki şeylerde vardır ama varlıklarından/var olduklarından habersizlerdir. Bunların var olduğunu bilenin insan olduğu için şeylerin ''insan için''var olduğunu söyler. Tam burada aklıma şu ayet geldi ;2:29- O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Tabii burada kullanılabilirliğe de bir vurgu olabilir. Sartre varlığı kendisi için varlık ve kendinde varlık olarak ikiye ayırır. Bir örnek verilirse, bir amaç için ortaya çıkarılmış bir tornavida varoluş olmadan önce bir kavram,fikir olarak vardı. Yani varoluş olmadan bir öz vardı. Burada öz varoluştan önce gelmetedir(cansız varlıklar için) ama bilinçli olan bir varlık için varoluş özden önce gelir. ''İnsan belli bir amaçla çizilmiş bir örneğe göre yapılmamıştır.İnsanın bir varoluşa sahip olması,onun ne değilse o olmasını,her ne ise o olmamasını ifade eder''. Peki tanrı tarafından yaratılmış olan insan olarak düşünürsek o zaman insan içinde öz varoluştan önce geliyor diyebilir miyiz? Bu yazının da sonuna gelmiş bulunmaktayız. Metafizik hakkında, ne olduğuyla , eleştirileriyle ilgili derinlemesine olmasa da çok da yüzeysel olmayan bir yazı olduğunu düşünüyorum. Bu yazılık bu kadar, din felsefesinde görüşmek üzere.

Patristik Felsefe

Merhaba arkadaşlar. Genelde yazıya başlamadan önce isimleri aklıma gelir, çünkü az çok neyin etrafında döneceğimi kurgularım. Fakat şuanda kendimi bu yazıyı yazmaya dayatarak hazırlıksız yakalandım. Gelişi güzel bir yazı olsa da bir konu etrafında olacağım elbette.

Patristik felsefe döneminden bahsetmek istiyorum. Antik Yunan Felsefesinden sonra 14.yüzyıla kadar bölümü içeren bir Ortaçağ Felsefesi sınıflandırması mümkündür felsefe tarihinde. Batı'da Hıristıyan Ortaçağ Felsesi olarak MS 2.ve 3.yüzyıldan 8.yüzyıla kadar olan bu ilk döneme Patristik Felsefe denir. Diğer dönemi de Skolastik Felsefedir, hatta bu dönemin 12. ve 14.yüzyılları parlak dönem olarak geçer. Nitekim Patristik Dönemin içerdiği bazı dogmatik ögeler ya da bazı unsurlar bu parlak dönemi fazlasıyla etkilemiştir. En başında Ortaçağ Felsefesi din ile özdeşleşmiş bir felsefedir. Kimilerince Kutsal kitapların öğretileri felsefi spekülasyonlar ile temellendirilmeye çalışılır. Kimileri misyonerlikte Antik Yunandan kalma yöntemlere başvurur, dolayısıyla felsefe yaparlar. Zaten Patristik Dönemi felsefesine "Kilise Babalarının" felsefesi denebilir. Apolojistler de denir bu adamlara. Bu Apolojistlerin üzerine uğraştıkları apolojetik felsefe de aslında, dogmatik olmayan teolojidir. Yani inanmayanlara hitap eder, felsefi aracıyla bir tebliğ söz konusudur. Apolojistleri de her şeyden önce tebrik etmek istiyorum, zira paganizm ve ya agnostisizm gibi nanelere karşı inançlarını savunmaların gayretinde olmuşlardır. Yalnız bunu öyle dini tehditlerle ya da bu öğretilerin kendileriyle değil de felsefenin kavramsal araçlarını kullanarak yapmışlardır. Dini öğretilerin kendilerini dogmatik teolojide yine ele almışladır zaten, fakat savunmalarda dini öğretileri kenarda tutmak normal ve yerinde bir hamledir söz konusu durum için. Apolojistler Yeni-Platoncu felsefeyle yürümüşlerdir denebilir. Plotinos'un "sudur" öğretisi baya bir sıkıntılar içermektedir monoteizmdeki Tanrı anlayışı için. Fakat kendilerinin üçleme inancına adapte edebildekileri bir öğreti olabilir. İlginç bulduğum için paylaşmak istedim, Aziz Justin adındaki apolojist, yine karşı çıkılan öğretilerden olan Museviliğin mensuplarına özetle şöyle diyor: "Sizin Mesih inancınız bizim İsa'ya işaret ediyor, tek bir dünya dini olmak hıristıyanlıkda mümkündür, geliniz :)". Dönem kendi içinde de üç kısma ayrılır, şöyle ki: Bahsettiğim felsefi savunmaları içeren bir dönem, felsefenin daha çok hakkının verildiği bir altın dönem ve ardından tekrar aynı şeylerin söylendiği bir gerileme dönemi.

İlk dönemde, sonuçta Kilise Babaları savunma yaparken felsefeyi kullanmak zorunda kalmıştır. Bu da Antik Yunandan gelen felsefi yöntemlerin öğrenilmesini zorunlu kılmıştır ve dolayısıyla felsefe söz konusudur. Fakat felsefenin buradaki amacı, Hıristıyanlığa felsefi kültür sokmuş olsa da felsefenin kendisine çok da bir yararı olmamıştır. Hatta bu ilk dönemde özellikle Grek dönemine ait eleştiriler bulunmaktadır. Altın Çağda da, Grek dönemin Helenistik Felsefesi ve Hıristiyanlık uzlaşımı vardır. Dönemin bilinen filozofları Clement, Origenes ve Aziz Augustinus'dur. Clement, diğer filozoflarda da öne çıkan "credo ut intelligam"(anlayabilmek için inanıyorum) mottosunun temsilcisidir. Bunu ilk okuduğumda "anlayabilmek için mi inanıyorum?" diye sormuştum kendime. Ne için inanıyorum gerçekten? Fakat önce şunu fark ediyorum, inandığım şeyin zaten doğru olduğuna inandığım için, onun doğru olduğunu düşündüğüm için ona inanıyorum. Yani bu yola, bişeylere inanmam lazım, şunun için bişeylere inanmalıyım diyerek çıkmıyorum. Aksine, şunu derim: Bu doğru ve ben buna inanıyorum. O halde arayış, inançtan önce gelir ve "niçin inanıyorum?" sorusuna cevap olarak, "o şeyin doğru olduğunu düşündüğüm içindir" diyebilirim. Fakat niçin inanmak istiyorum ya da niçin arayış içerisindeyim demek aslında burada daha mantıklı olacaktır. Bunun cevabına da kendimce, fıtratımdaki bu anlam arayışının, bu arzunun sonucu diyebilirim. "Anlayabilmek için inanıyorum" ifadesi bana kalırsa doğru bir ifade değildir. Zira insana yüklenen kapasitelerin neticesinde, inanıldığı zaman da anlam getirilemeyecek noktalar vardır. O zaman inancım, benim anlamak isteğime karşılık vermediyse, o noktayı anlamlandırabilen başka bir inanışa mı geçmeliyim? Dediğim gibi, anlam bulmakla nihai son durağım olan mutluluk arzumu gidermem. Mutluluk arzusumu giderişim, arayışım neticesinde doğruya inanıyor oluşumla ve o doğrunun öğretileriyle olur, tabi aynı zamanda arayış arzumun giderilmesi ve anlam arzumun da kısmen giderilmesi mutluluk arzumun giderilmesine katkı sağlar. Evet anlamlandırma arzum vardır, fakat bu arzunun böyle bir noktaya konulması "Boşlukların Tanrısı" olayına açık bir kapı bırakır. Çünkü anlayamadığı her şeyi Tanrı'ya bir şekilde atfeden bir inanış, o Tanrıyı anlamlandıramadığı şeyler için uydurmuştur, ki "Boşlukların Tanrısı" zaten bunu söyler. "İnanıyorum"'un sebebinde en nihayetinde, aklımızı kullanarak eriştiğimiz doğrularımız yatar. Çünkü bana göre, inanıyorumdur çünkü öyledir. Neden "öyle" olduğunu açıklamama da izin verirsen, sana önce kelamın kozmolojik delili gibi birtakım argümanları sunarım, ardından Kutsal Kitabımızı da. Uzun bir sürecin ardından benim "öylelerim" senin "öylelerin" olabilir. Fakat biliriz ki "öylelerimiz" bizim "öylelerimizdir". Kısacası anlamak için inanmıyorum, inanıyorum ve artık anlıyorum.

Bu kısım daha da çığrından çıkmadan devam edelim. Kilise Babalarından felsefe ile uğraşan vardı ama, felsefeyi küfür sayanları da vardı. İşin garibi felsefe öyle bir şeydir ki, felsefe küfürdür dediğinde bile felsefe yapmış oluyorsun, dolayısıyla bu da küfür olur. Çünkü felsefenin küfür olduğunu söylemek de felsefi bir duruşdur. Bayılıyorum bu felsefeye abi, Kilise babalarını, Cübbelileri buga sokar bu kerata. Clement de işte felsefe Tanrı'nın inayetinin bir lütfudur, ilahi bir üründür gibi şeyler diyor. Senkretik, karıştırma demektir, ve ektelektik de seçme. Clement'in senkretik ve ektelektik anlayışı aslında benim de felsefe tarihi okurken istemeden bilincimin beni soktuğu bu seçicilik felsefi politikasına benziyor. Clement felsefeyi Hıristiyanlığın anlaşılmasına katkıda bulunacak bir şey olarak görüyordu. Yine ona göre vahiyle uyumlu kılınamayan bilimin, akıl yürütmenin doğru olmaması gibi, sırf inanç da ideal olmayan bir şeydir. Kendisi neoplatonizmle bir uzlaşma yoluna giderek Tanrıya iyilik, güzellik, mutlak bilgi gibi nitelikleri vermemizin çok doğal olduğunu, fakat aslında aslında bunun yanlış olduğunu söyler. Tanrının ne olduğunu insan olarak anlayabilmemizden ziyade, ne olmadığını anlayabildiğimizin mümkün olmasını söylediği görüşüne katılıyorum. Allah'ın Kur'an'ı Kerim'de kendisini tanımladığı ayetler neticesinde bir Allah'ı anlama algımız oluşmaktadır, bu niteliklerin algımız açısından iyi ve gerekli olduğu kesinlikle doğrudur. Fakat bu niteliklerin yanlışlığı(!) konusundaki soru işaretlerim hala devam etmekdir. Bu konuyu detaylı olarak Yeni-Platonculuk yazımda irdeliyorum zaten.

Origenes, Hristıyanlıkla klasik felsefenin sentezine dair teoloji alanında sistematik bir yol izleyen filozofdur. Yazının başlarında neoplatonizm'in sudur inancıyla üçleme arasındaki mümkünlüğe dikkat çekmiştim hatırlarsınız. Nitekim bu arkadaş, Baba, Oğul, Kutsal Ruh üçlemesini sudur öğretisiyle yorumlamıştır. Sudur öğretisi şudur: Bütün varlıkların tek ve tümel töz olan Tanrı’dan, yalımdan ışığın çıkması gibi, çıkması, türemesi.  İşte bu üç şeyi de, Tanrı'nın belli özelliklerdeki tezahürü olarak görüyor. Hatta sudur'da bulunan bu yaratımın kaçınılmazlığı olayını da kabul ediyor. Yani Tanrı evreni özgürce değil de, doğasının zorunluluğuyla yarattığını öne sürüyor. Yani bu durumların genelinin ne kadar saçma olduğundan bahsetmeme gerek bile duymuyorum. Fakat yine de şu son sorusu kafamı kurcalamıyor değil, şöyle ki: Doğası mutlak iyilik olan Tanrının, insanları yaratmak iyiyse, bu iyiyi gerçekleştirmesi kaçınılmaz olan mıdır? Yani insanları yaratması zorunlu mudur? Bu sorudan "birisine iyilik yapmamak kötülük yapmak mı olur?" diyerek bazen kaçabiliyorum ve şuanda da öyle yapıcam :). Ve tüm mahlukatların, şeytanın bile amacının en sonunda Tanrı'ya dönmek olduğunu söyler Origenes. Origenes... Yapma Origenes... Bunlar panteizm, spiritüalizm naneleridir, yememek lazım.


Aziz Augustinus, dönemin en etkili filozofudur ve dolayısıyla söylenecek daha çok şeyi gerektirir. Bu yazının da sonlarına gelirken kendisine, sonraki yazıda üşenmez isem değiniyor olacağım. Aslında bu denli etkili bir adamı kapsamayarak bir sonuç çıkarmamız pek doğru olmaz. Yine de Patristik Dönem'in bahsettiğimiz düşünürleri kapsayacak şekilde bir sonuca ulaşırsak, Hıristiyanlıkla iç içe olan bir felsefe görüyoruz. Dini kültürün içerisinde yer almaya başlaması felsefenin, birçok şeyi etkileyecektir ileriki tarihlerde. Yeni-Platonculuk biraz daha "gökleri" işaret ettiğinden, felsefi birikimden yararlanırlarken bu arkadaşlar özellikle bunlardan beslenmişlerdir. Ve onun saçmalıklarından da nasiplerini alanlar olmuştur nitekim. Bu "sudur" vb. varyasyonlara daha çok rastlıyor olacağız. Kendinize iyi bakın.  

Lâedrî

Felsefe Nedir ?

Selam Lâedrî. Geçenlerde düşündüm de felsefe tarihi ile ilgili devam eden seri dışında genelde karışık olarak konular hakkında yazılar var blogda. Şu an için benim de aklımda 4-5 güzel konu var ama yakında Ramazan ayının gelmesi ve bazı zorunluluklarımın sıklaşması nedeniyle bu konuları hazirandan sonraya atıyorum inşallah. Gerçi belli olmaz yani bir anda kafama esebilir ve yazabilirim de, ama şu an ki planım bu yönde. Ve bende bu zaman zarfında bir felsefeye giriş serisi oluşturmak istiyorum. Tahminimce 6 civarı yazıdan oluşacak ve pek yorucu olmayacak. Zaten felsefeye girişte felsefe ve alt disiplinlerinden genel olarak bahsedileceği için yüksek dozda bir doyuma ulaşmak bu seri için pek mümkün değildir. Ama umarım daha sonraki aylarda derinlemesine yazılarda gelecektir. Bu seri yazılarında ilk başta bazı kavramların anlamlarını vericem bu kavramlar yazının içinde geçebilir de geçmeyebilir de, ama çoğunlukla yazının içinde barınacaktır. Bu yazı doğal olarak bu serinin ilk yazısı olduğu için bahsedeceğim konu da felsefenin ne olduğu ve alt dallarının neler olduğudur. Ayrıca bilim,sanat ve din'le ortak olan özellikleriyle farklılıklarına da değiniceğim. Yararlandığım kaynaklar itibariyle arada Ahmet Cevizci ve Takiyettin Mengüşoğlundan alıntılar olacaktır.

Sistematik: Çeşitli konularda elde edilen bilgileri bir sentez içinde birleştirmektir.
Tematik: Bir ana tema etrafında farklı disiplinleri toplayarak aralarında ilişki kurmaktır.
Tikel: Bir bütünün bir tek parçasıyla ilgili ya da bir türün bir veya birkaç üyesine ilişkin olma durumu.
Olgu: Bir takım olayların dayandığı sebep ve onların sonuçları.Varlığı deneyle kanıtlanmış şey.Tarafsız,nesnel...
Tümel: Var olan her şeyi kapsayan,bütün varlıkları ve düşünülen şeyleri içine alan.
Muthos: Efsaneler, yunan mitolojisi
Logos: Sosyoloji,biyoloji ve fizik gibi bilimsel disiplinler.
Formel Bilimler: Doğa olayları yerine zaman ve mekana bağlı olmayan mantık ve matematik gibi bilimlerdir.Ortaya konan ürün düşüncede bulunur.
Tin: Ruh. Bazı düşünürler evreni ve gerçeği açıklamak yolunda her şeyin özü,temel ya da yapcısı olarak benimsedikleri madde olmayan varlık.
Us: Olaylar ya da kuramlar arasında zorunlu bağlantılar kurma. Düşünme yetisi.
Töz: Evrenin var oluşunda ilk öge olarak düşünülen, değişen her şeyin özünde değişmeden kaldığı varsayılan.
Tinsel: Maddeyle ilgili olmayan
Erek: Amaç,gaye
Fenomen: duyularla anlaşılabilen somut şey
Fenomoloji: Maddenin özünü ele alır

Felsefe nedir? Aslında bu soruya net ve tek bir yanıt vermek pek mümkün değildir. Çünkü tarih boyunca gelen filozofların kurdukları felsefi paradigmaları içinde anlamı değiştiği gibi toplumlardan topluma ve zamana göre de anlamı değişiklik göstermiştir. Zaten felsefeyi tek bir kalıbın içine sokmak felsefenin ruhuna aykırı olan bir durumdur. Çünkü felsefe onu sınırlayacak kesin tanımlardan mutlak ve kesin açıklamalardan uzakta durduğunca kendini daha iyi bir şekiklde ifade edebilir. Bu felsefenin ruhuna daha uygun düşer. Örneğin Sokrates günümüze yazılı hiçbir eser bırakmamıştır. Bunun nedenlerinden biri Sokrates'in yazılı sözün insan zihnini tembelleştirmesi nedeniyle onu değersiz bulmasıdır(bize de burada bir dokunduruyor Sokrates amcamız). Diğer bir sebebi ise ona göre felsefe entelektüel bir alışveriş olaraktan karşılıklı konuşulup sorgulamakla hayata geçirilen bir şey olmasıdır. Aslında bakınca felsefe bulunduğumuz zamana kadar gelen filozofların düşüncelerini papağan gibi tekrarlamak ya da bazılarını benimsedikten sonra o filozofa ''sen olmasan felsefe olmazdı'' muamelesi yaparak o fikirleri satmak değildir. Veyahut sürekli felsefi terimler yada kalıplar kullanıp anlaşılmayı ve anlatmayı zor duruma sokmak hele ki bu felsefi terimleri bilmekten dolayı hava atmak hiç değildir. Felsefe uğraş alanı mesleği ne olursa olsun insanların ilgilenmesi gereken hayatının işleyişini kavramasına yardımcı olacak sorgulama,derin düşünme ve tartışmadır. Felsefe kişinin ne, niçin gibi soruları sorup önünden akıp giden nehirde ferahlamasıdır. Felsefe ben kimim, neden buradayım,nereye gidiyorum,niçin yaşıyorum gibi hayatına var oluşa dair sorduğu büyük sorulardır. Peki felsefe kelime anlamı olarak ne demektir? Felsefe sözcüğü çoğu kişinin de bileceği üzere yunanca ''Philosophia'' yani sevmek anlamına gelen ''Phileo'' ve bilgelik anlamına gelen ''sophia'' sözcüklerinden türetilmiş olup bilgelik sevgisi veya hikmet arayışı anlamını taşır.Bilgelik belli bir duruşu belirtir. Hani derler ya ''hayata karşı bir duruşun olsun'' diye işte budur bilgelik. İlkeli bir hayat yaşamaktır.Sorgulayıcı tutumla sahip olunan bilgileri ilkeli bir hayat doğrultusunda kullanmaktır. Hayatı iyi bir şekilde okuyup yorumlamaktır. Aslında bu çoğumuzun pek başaramadığı bir şey. Yani ilkeli bir duruşumuzun olması. Düşündüklerimizle, pratikte uyguladıklarımızın birbirine uyuşmaması ve bunun sonucunda kendimize zulmettiğimizi düşünüp üzülmemiz. Çoğu insan ki buna ben de dahilim, iyinin kötünün doğru ve yanlışın yapılması gereken ile yapılmaması gerekenin ne olduğunu bilmemize rağmen bu düşüncelerin arkasında uygulamada duramamamız aslında kendimize karşı iki yüzlü olduğumuzu gösterir. İçinden çıkılması zor bir durum. Yani benim düşündüklerimi gerçek hayatta uygulamayı zorunlu kılacak olan nedir? Neden sırf öyle olduğunu bildiğim için onu yapayım ki ? Bu sorular aslında etik felsefesinin konusu oluyor felsefeye giriş yazısında ele almak pek makul olmadı ama iş içten geçti :) Evet bağlayıcılık olması için hiçbir geçerli bir sebep ya da felsefi bir akım durmuyor gibi gözüküyor çünkü hiçbirisi beni kolumdan tutup bunları yapmaya zorlayamaz ama bir dine inanmam ki bu din içinde ahiret gibi ceza ve ödül sistemini barındırıyorsa o zaman benim bu dünyada ahlaki anlamda düşüncelerimi uygulamaya yansıtmak için bir zorlayıcı sebep olur. Tabii yine yapıp yapmamak özgür irademize kalıyor. Neyse haydi felsefenin ne olduğuna devam edelim. Aslında demin düşünce ve pratik üzerine yaptığımız sorgulamada felsefenin ne olduğuna cevap verdik diyebiliriz. Felsefe insan hayatını nasıl etkiler? Sokratesin ifade ettiği bilgelik anlayışı Pythagorasçılar tarafından geliştirilmiş ve 3 hayat öğretisi ortaya atılmıştır. Buna göre verilen örnek şöyledir; Olimpiyat oyunlarında şan şeref için koşmaya gelen atletin kendisi ve hayat tarzı. İkincisi oyunlar vesilesiyle bir şeyler satıp kazanan tüccarlar. Ve üçüncüsü ise bu insanların ne yapmaya çalıştıklarını neden yapmaya çalıştıklarını anlamaya çalışan filozoflardır. Bu metaforda atlet egosu güçlü, şan şeref peşinde olan ve daima kendini kanıtlamaya çalışan insanı gösterirken tüccarlar yalnızca parayla mutlu olunabileceğini düşünen maddeyi düşkün insanları betimler. Orada duran filozof ise bir bütün olarak hayatı, olayları anlamaya ve anlamlandırmaya çalışan bir insanı ifade eder. Evet iş sadece anlamakta bilmekte bitmemektedir. Bir yandan da bunları anlamlı kılmaya ve açıklamaya çalışmaktır. İnsanın hayatta bir anlam arayışı aslında insanın içinde bulunan anlamlandırma ve açıklama isteğine ve yaptırıcı gücüne işaret etmektedir. Felsefe hayatı anlamaya çalışırken bilim,sanat ve din alanlarda anlamaya çalışmaktadır. Ama aralarında bazı farklar ve ortaklıklar vardır. Aslında demin hepsinin ortak noktasını söylemiş bulundum o da varlığı ya da dünyayı anlamlı kılmaya çalışmalarıdır. Bilim anlamlı kılmaktan ziyade anlamayla uğraşır gerçi.''Bilim ve felsefe, din ve sanattan rasyonel bir temele dayanma,anlamlı kılma faaliyetine aklı katma,açıklamayı rasyonel bir temele dayandırma noktalarında farklılık gösterir''. Benim aklıma takılan her zaman dinin durağan ve sorgulanamaz olarak itham edilmesidir. Din sorgulanabilirdir ki bir müslüman için Kuran'ın dediğine göre bu zaten böyle olmalıdır. Ama burada yapılması gereken ayrım şudur; din hiçbir zaman kendi değerlerini sorgulamaz. Yani daha düzgün ifade etmek gerekirse ''din hiçbir zaman açıklamasının kaynağındaki yaratıcı gücü sorgulamaz''. Buradaki sorgulama işini din felsefesine devreder. Ama şuna da dikkat edilmeli bunları dinin sorgulamamış olması bunların sorgulanamaz olduğu anlamına gelmez. Din hayatı,evreni ve var oluşu bilip bilmediklerimizi ve bazı sorulamızın cevabını sadece kendisinin verebileceği bir müessesedir. Din bizim anlam arayışı içinde kaybolmamamız için güvenle tutabileceğimiz tek daldır. Hayatımızı ilkeli yaşayabilmemiz için uyulması gereken bir kurallar bütünüdür. Din, felsefe yaparken neden varım,niçin varım,tanrı nasıl bir varlık gibi soruların en güvenilir ve rasyonel cevaplarını veren tek kaynaktır. Tabii ki o din doğruysa ve daha önce sorulması gereken soru itibariyle bir din varsa. Peki bilim ile felsefe arasında nasıl bir ilişki vardır ? Bilim ve felsefe arasında bir ayrım olmadığı zamanlarda Thales batılı anlamda ilk filozof ve bilim adamı olarak kabul edilmiştir. Felsefe ve bilim yöntem bakımından farklılık gösterirler. Bilimde deneysel yöntem ve kanıtlama vardır. Yani doğa bilimlerinde kişinin yaptığı keşfi kanıtlaması vardır ve kanıtlanmış doğrular genel geçerdir. Formel bilimlerde ise kanıtlama yerini ispata bırakır. Felsefede ise filozof akıl yürütür ve buna dair argümanlar üretir burada bir ispat ya da kanıttan ziyade bir gerekçelendirme veya haklılandırma vardır. Ve felsefede öznenin kendi düşünceleri ve çabası söz konusudur. Matematikteki veya fizikteki gibi doğrular yoktur. Ayrıca bilim bile yapılabilmesi için bazı felsefi ön koşulları kabul eder bunlardan bazıları nedenselliğin olduğu,evrenin anlaşılabilir olması ve dış dünyanın var olması gibi... Bilim bilgi üretir ama bilgi nedir kesin bilgiye ulaşılabilir mi gibi sorulara cevap veremez. Bilimin bir sınırı vardır ölümü fiziksel olarak tanımlamaktan öteye gidemez ve bir insanın ölüm fenomeninden dolayı sorduğu hayatın anlamı nedir sorusuna da ömrü billah cevap veremez. Felsefe ve sanat arsında da din ve felsefe arasında olan ilişki vardır yani sanatçı sanatını yapar ve güzellik nedir gibi sorularla ilgilenmez bunla sanat felsefesi ilgilenir. İşte din,bilim ve sanat birinci düzey bir açıklama sunarken bize bunları inceleyen felsefe dalları ikinci düzey bir açıklama sunar bü yüzden dolayı da felsefe ikinci düzey bir etkinliktir. ''Aynı şekilde matematik sayılarla uğraşır ama sayı nedir diye sormaz matematikçiler bununla ilgilenmez''. Felsefenin de kendi içinde 3 temel boyutu vardır bunlar;20. yüzyıla kadar olan kurucu/bütünleştirici boyutu temsil eden klasik felse, ondan sonra İngiltere'de idealizme tepkiyle ortaya çıkan analitik felsefe ve sonrasında hakim olan eleştirel felsefedir. Felsefenin analitik boyutu daha çok metafizik karşısında durup dil ile ilgilenmiştir. Eleştirel felsefe ise dili başka bir boyuta taşımıştır. Felsefe '' batıdaki ilk doğuşundan günümüze kadar yaklaşık iki bin yedi yüzyıllık süreçte temel alt disiplinler oluşturmuştur''. Bunda en baba yerleri sanat,etik,din,siyaset,epistemoloji,metafizik ve estetik felsefesi almıştır. Modern zamanlarda hukuk,bilim,zihin,tarih felsefesi eklenirken günümüzde ise teknoloji,çevre gibi felsefe dalları da eklenmiştir. Şu an felsefeye giriş serisinin ilk yazısının sonuna gelmiş blunmaktayız. Umarım sıkmadan ve açıklayıcı anlatabilmişimdir. Felsefe ile kendi kişisel görüşlerimi bu son satırlarda yoğunlaştırmam gerekse şunu söylerim; felsefe, insanın ıssız bir adada mahsur kaldığında da, metropol şehirlerin kalabalık caddelerinde yürüken de her daim yaptığı ve yapabileceği bir uğraştır. Aslında uğraş demek olduğundan küçük gösterir. Felsefe bundan çok daha fazlası insanın ekmek ve su kadar temel bir ihtiyacıdır. Gerçi ekmek ve su olmadan da kolay kolay felsefe yapılamaz. Yani demek istediğim salın içinizde tuttuğunuz soruları duyguları düşünceleri ki bu felsefe havuzunda bir damla olarak sonraki nesillere aktarılmak üzere yüzsünler. Kendinize iyi bakın Lâedrî.