Hayatta Kalma Otomasyonu

Önemli Not:
Kitap : Değişen Bey(n)im
Yazar : Sinan Canan
Kitabı okumadan önce olayın fizyolojik boyutunu pek bilmediğim için bu düşüncelere ve okumalara bu açıdan hiç bakmamıştım. Sinan Hoca'ya böyle güzel bir eser yazıp farklı bir perspektif kazandırdığı için teşekkürlerimi sunarım.



Selam. Sanki uzun süredir halini hatrını sormadığım bir arkadaşıma selam verir gibi, utanarak ve mahcubiyetle başlıyorum bu yazıya. O arkadaş benim. O yüzden kendimi affediyorum; seve seve. Kendimle konuşmadığımdan değil ama yine de alenen konuşmadığımdan. Yazmak, düşünmekten daha iyi bir düşünme yoludur derler. Geçen günlerde okuduğum bir kitap hakkında birkaç şey söylemek için buraya geldim. Yoksa yine sağda solda kendime kitapla ilgili yorumlar yapıp yapıp duracağım. En iyisi mi, hepsini yazıp kurtulmak.


İnsanın kendini okuma yolculuğunda beynini okuması da gerekiyor sanıyorum. Çünkü insanın nihayetinde neden kendini okumak diye bir arzusunun olması, ya da kendini okumak için beyniyle beynini okumaya çalışması da beynin bir ürünü. O bizim zindanımız. Ali Şeriati'nin bahsettiği, insanın 4 büyük zindanından en büyük olanı: İnsan Zindanı. Belki bu zindanı keşfettikçe insan olmayı başarabiliriz. İnsan ne ile yaşarmış, belki bunu anlayabiliriz. Fakat zindanın içinden çıkmak mı, bunu pek sanmıyorum işte. Çünkü sanki delicesine "arzuladığım" şeyin, gül ağacından yapılmış bir masa olmak ya da çok keskin gümüş bir bıçak olmak değil de o zindandan çıkmayı istemek olmasının sebebi bile, o zindanmış gibi geliyor. Yani neden saçma sapan bir şey istemiyorum. Saçma sapanlıktan kastım, hepimizin ortak algıladığı saçma şeylerin bağlamının dışında, yani tamamen uygunsuz ve yeni bir saçma sapanlık. Beynimin, "aha! evet bu çok saçma" demediği bir saçmalık. Beynimin niteleyemediği, onun tanıyabileceği şekilde var olmamış yani vücudumda o şeyin alıcısının bulunmadığı bir saçma sapanlık. Yine de o kadar çok "özgür" değilim ki bu "saçma sapanlığı" adlandırmak için bildiğim tanımlar içerisindeki "saçma sapanlık"tan daha güzel bir kelime bile bulamıyorum. İşte ben bu kadar "özgürüm". Sadece bu kadarcık özgür olmak mutsuzluk veriyor. O kadar özgürüm ki, benliğim mutlu olmak ve mutsuz olmak arasında gidip gelen bir savaş gibi. Hayattaki her şey ya acı ya da zevk. Benliğim acılardan kaçıp zevke ulaşmak için çabalıyor, bazen mantıklı davranmaya çalışıp acıya katlanıyor; sonucunda zevke ulaşmak için. Bazen insanlar özgür olmak kelimesini öyle anlamlarda kullanıyorlar ki o zindanda ne kadar fena halde hapsolduklarını fark ediyorsun, ve ortadaki bu bitmeyen ironiler daha iyi bir özgürlük tanımı yapmana engel oluyor her zaman. O zaman anladım ki, evet, sanırım özgür olamayacağız. Ve evet bu Tanrı'nın Planı. O halde "İnsan Ne ile Yaşar?" sorusuna cevap, bildiğim tanımlardaki "özgür" kelimesinden uzak. O yüzden ben özgürlük tanımı olarak Immanuel Kant'ın tanımını seçiyorum: İnsan bilgi ile özgür olur. Çünkü insan beynini keşfetmeye başladığında, bazen eylemlerine yön verenin kendisi değil de beyni olduğunu, kendisinin sadece beyninin yaptığı davranışları meşru kılmak için bahaneler uydurduğunu fark edince o kadar da özgür olmadığını öğreniyor. O kadar da özgür olmadığını öğrenince biraz daha özgür oluyor, çünkü o zaman buradaki otomasyonun önüne bilinciyle geçebilme şansı doğuyor. Yine, doğası gereği özgür olamayacağının bilinci onu özgür kılıyor, zindanda yaşayıp zindanda olduğunu fark edemeyenlere kıyasla. Ben kitabın birçok satırında bu zindanın fizyolojisine dair açıklamalarla bunları hissettim. Anlatabildiğim kadarıyla anlatmak istiyorum birazını. Fakat uyarayım "dir/dır" kullandığıma aldanmayın, bilgilerle bilimsel münasebet yaşamadığımdan dolayı "dir/dır" kullanma hakkını kendimde görmüyorum. Fakat "mış/miş" kullanırsam da bilgilerin aitliğini bir türlü kazanamayacağım.

Hayatta kalma otomasyonu. Beyin hakkındaki bu karizmatik tanımı da yine Sinan Hoca'dan çalıyorum. Beynimiz bizim sadece yaşamı arzulamamızı sağlamıyor aynı zamanda bilincimiz dışında bizi hayatta tutmak için çabalıyor. Örneğin mesela çok temel hislerimizi düşünelim: Ağrı duymak, Acıkmak. Acı duymak, bir şeylerin vücudumuzda ters gittiğini, bunlara tepkiler vermemizi sağlıyor. Aksi halde bize zarar veren şeyden kaçamaz, ya da kemiğimiz kırıldığında bu konuda bir şeyler yapamazdık. O yüzden ağrı duymak büyük bir nimet. Aynı şekilde acıkmak da öyle, çünkü yine bu konuda bir tepki vermemiz gerekiyor. Hatta yemek yemenin eğlenceli bir şey olması bile bu noktada mantıklı geliyor. Çünkü bu tepkiyi vermemiz için bir sebep olmalı. Eminim açlık duygusu olmasaydı ve insanın buradaki tek motivasyonu hayatta kalmak olsaydı, birçok insan açlıktan ölürdü. Çünkü birşeyi boş boş çiğnemek pek motive etmiyor ve birçok insan öleceğine gerçekten inanmıyor. Boşaltım sistemimizin devamlılığında da öyle aslında, kimse hayatta kalmak için tuvalete çıkmıyor; beynin gönderdiği hislere tepki olarak onlardan kurtulmak ve bunu yaparken zevk almak motivasyonumuz oluyor. Örneğin cinsel ilişki zevk verici bir şey olmasaydı, hiçbir insan, insan nesli devam etmeli motivasyonuyla bu işi yapmazdı. Görünen o ki, beynimiz hem bizi biz farkında olmadan hayatta tutmaya çalışıyor hem de insan neslini. Fakat bu sadece fonksiyonlarından bir tanesi. Bu kadar mükemmel olması, gelişimini uzun süreçlere bağlı kılıyor. Bu da diğer canlılar arasında en gelişmiş beyne sahip olan Homo Saphiens Saphiens türünün yavrusunu, yine diğer canlılar arasında en uzun süre bakıma muhtaç yavru yapıyor. Çünkü beynin gelişimini tamamlaması için bu süreye ihtiyacı var. Bebeğin hayatta kalması gerekiyor fakat bunu kendisi için yapamaz. Ve bebeğin bilinci burada, kendini hayatta tutmak için beynin isteklerini yerine getiremez, çünkü beyin henüz o fonksiyonları yerine getirmek için henüz gelişmiş değil. Buradaki dikotomi çok ilginç değil mi ? Bizi hayatta tutan beynimiz ve ona bilinçli olarak tepki verirken bile yine beynin otomasyonlarını kullanıyoruz. Peki bebek nasıl hayatta kalıcak? Çok basit, bebeğin annesi, bebeğini korumak için, onu beslemek için motive eden bir beyne sahip. Oksitozin gibi hormonlar sayesinde, annenin verdiği tepkiler bebeği hayatta tutuyor. Eve ekmek getirme sürecinde babanın beynini motive eden hormonlardan biri yine oksitozin. Oksitozin hormonu cinsel ilişkiden sonra salgılanıyor. Bağlılık ve sadakat hissedildiğinde de oksitozin salgılanır. Bu da hayatta kalmak için beraber yaşaması gereken "aile" üyelerinin beyinlerinin onlara sağladığı motivasyonlar. Elbetteki sevgi gibi duygular ailenin bireylerinin beyinlerinin sağladığı farklı motivasyonlardan. Günümüzde kimilerinin yadırgadığı ve değiştirmek istediği bu toplumsal roller Homo Saphiens Saphiens'in bu güne kadar gelmesini sağlayan ve evrimsel olarak gelişen rollerdi. Elbetteki kendini en verimli hale sokacak şekilde bu şekilde evrilen bir beyin için değişim o kadar kolay olmayacak.


Beyin için verimli olmaktan söz ettim. Beynimizdeki sinapsis dallanmaları işleve bağlı olarak değişim gösterir. Buna plastisite denir. Yani yeni bir şey öğrendiğimizde beynimizde fiziksel bir değişim gerçekleşiyor. Örneğin Londra'daki taksiciler üzerinde yapılan deneyde, insanların beynindeki yer-yön tayin etme ile ilgili bölgesi bu taksicilerde diğer insanlara göre %40 daha büyük olduğu tespit edilmiş. Yani işleve ve kullanmaya bağlı olarak buradaki dallanmalar sıklaşmış, böylece taksicilerin beyinlerindeki bu bölgedeki kullanımların artmasıyla bu bölgedeki fiziksel değişim gözle görülür derecede büyümeye sebep olmuş. Unutmayın verimlilikten bahsediyoruz. Aynı şekilde beynin kullanılmayan bölgelerindeki sinapsis dallanmaları da azalıyor. Beynin verimliliğini arttırması için kullanılmayan bölgelerdeki bağlantıları beslemesine gerek yok, böylece kullanılan alanlara yoğunlaşabilir. Tabi buradaki açıklamada bir soyutlama da var zira dediğim gibi bilimsel olarak münasebetim olmadığı için size uygun terminolojide gerekli açıklamayı yapmaktan acizim. Fakat merak ediyorsanız kesinlikle kitabı okumalı, hatta bilimsel makalelere göz atmalısınız. Bebeğe geri dönelim. Gelişim döneminde bebeğin beyninde çok yoğun sinapsis dallanmaları görülmekte. Ve ilerleyen dönemler boyunca hızla bu dallanmaların seyreldiğini görüyoruz. Yani, kullan ya da kaybet. Sinirbilim tarihinde yine yanlış bilinen şeylerden bir tanesi de yaşlı beyinlerin gelişemeyeceği idi. Fakat bu yeni veriler gösteriyor ki yaşlı beyin bile plastisite ortaya koyup, gelişebiliyor. Sonuçta erkek beyni ve kadın beyni bu evrimsel dallanmalara bağlı olarak birbirlerinden çok farklı yapıdalar. Ve aslında bu farklılıklara kültürel yoğun anlamları dayarken bir yandan da insanlık tarihinde kimin neyi kullanıp neyi kaybettiğini hatırlarsak bu dallanmaların yoğunlaşma bölgelerini, yetenek ve ilgi alanlarının bu beyinlerde farklı olduğunu fark edebiliriz. Her insanın beyni birbirinden farklı, dolayısıyla herhangi iki insan birbirinden farklıdır. Hal böyle olunca herhangi iki insanın eşitliği söz konusu değilken erkek ve kadının eşit olması ise objektivist bir bakış açısı değildir. Evren ve insan onların olmasını istediğimiz şeyler değildir, onlar neyse o'dur, A, A'dır. Burası farklı bir yazı ve farklı bir konu. Sadece burada yeri gelmişken fizyolojik ve evrimsel açıdan farklılığa değinirken bu konuya da değinmek istedim. Her neyse, bu dallanmalara bağlı olarak yine, ergenlik döneminde genç beyinlerde yine sık dallanmalar söz konusu. Hatta ergenlik dönemindeki insanların davranışlarındaki görece tutarsız, mantıksız hal ve hareketler bu sık dallanmaların bir sonucu. Bu dönem boyunca uzun bir süre karakter oturması denilen şey aslında, kullanılmayan dallanmaların beyin tarafından silinmesi ve kullanılan dallanmaların gelişmesi üzerine. Açıkçası bu noktada biraz şaşırmıştım. Çünkü insanlar sahip olduğu özellikleri, karakterleri ve duyguları aslında hepsini beyinlerdeki bu dallanmalara borçlular. Yani bir insan beyninden ibaret. Şöyle bir örnek vereyim. Sevdiğim bir dizinin bir bölümünde, genç bir kadın teşhis edilemeyen bir hastalıktan ötürü hastaneye yatırılıyordu. Yan hikaye olarak da, kadının medikal geçmişindeki alkol bağımlılığından söz ediliyor ve hatta ailesinin kızlarını alkolden kurtarmaya çalışmasından bahsediliyordu. Genç kadın da bu konuda iradesiz davranıyordu. Sonunda doktorlar kadının beyninde bulunan bir çiviye rastladılar ve asıl hastalığına bu şekilde teşhis koydular. Doktorlardan birisi de ailesine şöyle bir açıklama yapmıştı sonlarda: "Çivi beyninin bağımlılık kontrol merkezini baskılıyor, onun suçu yoktu."

Sinirbilimde çok fazla soru işareti var ve birçok şey açıklanamıyor. Fakat akla şu geliyor yine de bu verilerle: "Beni, ben yapan, elle tutulur şeylerden farklı bir şey olmalı." Bilmiyorum, bunu arzulamıyordum, fakat aslında hepimiz gün içinde savaşlar veriyoruz. Sanki hepsi beynimize karşı ben tarafından verilen bir savaş gibi. Aslında o ben yine beyin. Yani beynimizin bir bölümü başka bir bölümüyle savaşıyor. Frontal Korteks (Beyin Kabuğu) denilen yapı insan beyninde diğer primatların beyinlere göre büyük olan kısım. Düşünmek, bilinç, irade, sanat gibi birçok şeyi buraya borçluyuz. İşte o ben bu, ve savaşını diğer bölümlere karşı veriyor. Beynin yapıca dışardaki bölümü içerdeki bölümlere karşı savaş veriyor. Fakat aslında çoğu zaman içerdeki bölümlerin sebep olduğu davranışlara, bu dışardaki bölüm savaş vermek için çalışmıyor da sadece bahane bulmak için çalışıyor. Biraz daha virajı genişten alayım. Fareler üzerinde yapılan bir deneyde beynin Dopamin salgılayan bölümüne elektrotlar bağlanmış ve pedala basılmak aracılığı ile elektrotlara elektriksel sinyal gönderilmek üzere bir devre tasarlanmış. Dopamin hormonu beynimizin ödül mekanizmasında yer almakta. Ve bir takım aktivitelerden sonra salgılanıyor bu hormon. Fareler bu pedala bastığında bu bölgeyi tetikliyor kendi beyinlerinde Dopamin salgılanmasını sağlıyor ve dolayısıyla bu hoşlarına gidip aralıkla basıp duruyorlar pedala. Ve deney sonucunda fareler açlıktan veya susuzluktan ölmüşler. Bu deneye bana kendimi hatırlattı mesela. Çocukken bilgisayar başından kalmazdım ve ancak neredeyse altıma kaçıracakken kalkardım. Bunun gibi ödül pedalları hayatımızda aslında her yerde. Ve beynin dışındaki bölüm bu pedala basmamızı engellemek yerine, pedala basmamızı meşrulaştırmak için çalışıyor. Tabi o farklı birisi değil, o ben oluyor işte. Buradaki durum aslında Psikolojideki Leon Festinger'in Bilişsel Çelişki(Cognitive Dissonance) Teorisi ile açıklanabilir. İki temel hipotez söz konusu bu teoride. Birincisi, insan çelişki sonucu bilişsel olarak çelişki hisseder ve burada duyduğu rahatsızlıktan ötürü bilişsel denge yaşamak, uyum sağlamak arayışına girer. İkincisi, çelişki çok bariz ise bu çelişkiyi ortaya koyan durumlardan aktif olarak kaçınma yolunu seçer. Yani diyelim diyettesiniz ve tatlı yememeniz lazım. Tatlıyı yemek burda pedal ve yiyince Dopamin salgılanacak. Birinci seçenek, "Tatlı bana zararlı" der ve tatlı yemekten vazgeçersiniz. İkinci seçenek, "Arada sırada kaçamak yapmanın bir zararı yoktur" der ve tatlıyı yersiniz. İnsanların çoğu genelde ikinci durumdaki gibi tepki veriyor, beynin iç tarafdaki bölümleri tarafından kontrol edilen bu davranışınızda, mantıklı olan beyin bölümünüzü, sadece yaptığınız tutarsız davranışı meşrulaştırmak, yani bilişsel çelişkiyi gidermek için kullandınız. Ve aslında bizi kontrol eden utanmak, korkmak, çekinmek gibi duygularınızla ya da türlü alışkanlarınızla nasıl yüzleştiğinizi hatırlayın, genelde onlar kararı veriyordu biz ise meşrulaştırıyorduk. Bu yazı bir kişisel gelişim yazısı değil, "Hadi lan yaparsın", "Müthişsin, harikasın.", "Sen başarırsın!" gibi şeylerden bahsetmicem. Sadece altını çizmek istiyorum, o kadar da özgür değiliz.           


İnsan Zindanı en zor zindanımız. Kendimizi okurken beynimizi de okumak şart. Onunla nasıl savaşacağımızı ancak bu şekilde öğrenebiliriz. Neyi, nasıl öğreneceğimizi de ancak bu şekilde öğrenebiliriz. Özgür olmamak beni mutsuz etmiyor, çünkü özgür olmadığımı bilmek beni mutlu ediyor. Daha da önemlisi, özgür olmamak beni mutsuz etmiyor, çünkü biliyorum, bu Tanrı'nın Planı.








Deizm Mümkün Müdür ?

Selam Laedri. Bugünkü konumuz Deizm diyerek lise hocası tarzında bir girişle başlıyorum yazmaya. Öncelikle uzun bir süredir bloga yeni yazılar gelmediğinin farkındayım ama bunun için üzülüp ''yeni yazı ne zaman gelecek'' diye merakla bekleyen bir kitle olmadığı için bu konuda pek acele etmiyoruz. Bu yazıyı öylesine okumayın ve unutmayın varoluş en temel şeydir. Her şey bunun üzerine kurulur. Temel sağlam olmadıktan sonra üstüne inşa etsen ne olur. Onun için varoluşa yani temele önem verip yazıyı  anlayarak ve içtenlikle okumanızı kendiniz için tavsiye ediyorum. Çünkü ölüm var!

Deizm mümkün müdür ? Evet,tabii ki mümkündür. Ama bir şeyin mümkün olması o şeyin var olduğu, gerçek olduğu anlamına gelmez. Bir gezegende şirinlerin var olması da mümkündür ama bu onların var olduğunu göstermez. Onun için bir şeyin mümkün olmasından daha çok onun ne kadar mümkün olduğu bizim ona inanmamızda etken bir rol oynamalıdır. Şunu da söylemek gerekir, mesela bir insan evrenin çok büyük olmasından ve bizim evrende (mikro alemi işin içine katmazsak) aslında çok çok minnacık olduğumuzu ve bu evrende başka gezegenler olduğu için başka hayatların canlıların da olabileceğini söyleyip bu düşünceye inanması onun bilim dışı olduğunu ya da tutarlı bir felsefe yapmadığını göstermez. Tabii ki gidip oraya kendi gözlerimizle görmedikçe gerçekten bizim dünyamız gibi hayat barındıran başka dünyaların ve canlıların olduğuna inanmamız kesin bir bilgi ve inanç vermez. Ama o kadar derine inersek şu tarz bazı iddialar da ortaya atabiliriz; gözlerimiz, evrenin bir sınırını geçtikten sonra bilincimizin sekteye uğraması ya da gittiğimiz gezegende oranın havasının bize halüsinasyonlar göstermesinin neticesinde aslında orada olmayan canlıları görmemize sebep olmuştur. Buradan varmak istediğim sonuç insanların bir ''şey''hakkında tamamiyle şüpheden uzak olarak kesin inanmasının o kadar kolay olmayacağıdır. Ama şunu da diyemem ''hiçbir şeye/şeyi kesin-net olarak inanıp güvenemeyiz/bilemeyiz'' çünkü bu iddiayı ortaya attığımız anda en az bir tane şüpheye yer vermeyecek şekilde inandığımız bir önerme oluyor ve önerme kendi kendisini çürütüyor. Onun için hakkında spekülasyonlar üretsekte inanmamızın daha rasyonel/makul olduğu olgular/öğretiler vardır. Bilim tümevarıma dayanırken ve tümevarım bilimsel değil felsefi bir akıl yürütme ilkesiyken, üstelik Hume tarafından çokça eleştirilere maruz bırakılmışken bile bilimin bize verdiği bilgilerin doğru olduğuna dair inancımız yanlış olduğuna dair inancımızdan daha çoktur ki bu yüzden toplumlar bilime gereken önemi vermiştir/veriyordur. Dış dünyanın gerçek olup olmadığı bile bilgisine kesin olarak ulaşabileceğimiz bir durum değildir. Belki her şey beynimizin bizlere gösterdiği halüsinasyonlardan  ibarettir. Ama içinde bulunduğum durumda bu iddiaya inanmam için herhangi bir delil yoktur. Bu durumda bana aklımın ve sağduyumun gösterdiği yönde bana sunulan açıklamalar arasından en makulunu seçmem yapabileceğim en rasyonel davranış olur. Felsefedeki ''en iyi açıklama'' metoduna uygun davranmam; sistemli ve tutarlı bir felsefe yapmamın sonucunda ulaştığım bilgilere olan inancımın içinde şüphe barındırsa da hala inanmaya devam edebileceğimi gösterir. Çünkü tam tersini yapıp inanmamam çok daha büyük şüpheleri, problemleri ve hatta yanlışları içinde barındıracaktır.

Bu yazıda İslam dinin neden hak din olduğu gibi bir tartışmaya girmeyeceğim. Çünkü bir deist için bir dinin doğru olduğunun kabul edilmesi ''kendi çerçevesi içinde'' oluşturduğu mantıksal sisteme göre çok zor bir durumdur. Bu yüzden bu yazıdaki öncelikli amacım neden bir dinin olmasının olmamasından daha makul olduğuyla ilgilidir. Neden tanrının bizle iletişime geçmesi geçmemesinden daha beklenilir bir durumdur. En başta bazı tanrı tasavvurlarından bahsedip daha sonra neden dinin olmasının daha makul olduğuna geçip son kısımda da deistlerden teizme gelen eleştirilere cevap vermeye çalışacağım inşallah.

Var olabilecek tanrı tasavvurları
1.) Tanrı saf kötü olabilir: Tanrı ahlaken kötü olabilir ama bu durumda evrende bulunan bilkuvve ve bilfiil iyiliklerin açıklamasının yapılması gerekir. Yani kötü bir tanrı insanlar için bundan çok çok daha kötü bir evren yaratabilirdi. Cehennem gibi. Bu tanrının da eylemlerinin hep kötü olmasını bekleriz. Mesela bizi bu şekilde yaratıp din göndermeyerek acı vermesini ya da gönderdiği dinde yalan bilgiler vermesini. Din için verdiği vaatlerini gerçekleştirmemesini.

2.) Tanrı saf iyi olabilir: Tanrı ahlaken iyi olabilir ama bu durumda da evrende bulunan kötülüklerin açıklanması gerekmektedir. Kötülük problemi olarak bu zaten teistlere yöneltilen başlıca eleştiridir. Buna Richard Swinburne gibi teist filozoflar cevap vermişlerdir. Şuraya da bakabilirsiniz . Bu cevaba burada değinmeyeceğim. Ayrıyetten iyi tanrı ''ahlaki zorunluluğu'' gereği bu dünyada var olan kötüleri cezalandırmalı ve adaleti sağlamalıdır. Ayrıyetten kötülerin cezalandırıldığı bir yerde merhameti, rahmeti ve yine adaleti gereği (ahlaki zorunluluk ve sahip olduğu ahlaki vasıflardan yola çıkarak bu sonuçlara varıyoruz) iyi işler yapan insanları da mükafatlandırmalıdır. Buradaki -meli -malı kullanımları kimseye şunu dedirtmemelidir '' siz nasıl tanrıyı bir şeye zorlayıp emredersiniz''. Buradaki -meli -malı hem gereklilik hem de ahlaken olması gerekeni ifade etmektedir. Örneğin; Hırsızlık kötüdür ve insanlar hırsızlık yapma-malıdır. Affetmek iyidir ve insanlar affet-melidir.
Eğer tanrı ahlaken iyiyse ve tanrı varlıksa/varsa (ki varlığı her şeyi kuşatıcıdır. Tanrının varlığından bağımsız bir varlık olamaz) o zaman var olan tek şey zaten iyidir. Ya da kötülüğün gerçekten varlığını kabul etsek bile bu tanrıyı kötü bir varlık yapmaz. Sonuçta insanları kısıtlamak yani bir robot yapmak yerine onlara özgür irade vermiştir. İnsanın yapmak istediği eylemi tanrının yaratması, tanrının kötü olduğu anlamına gelmez. Özgür irade vermemesi yahut özgür irade verip eylemlerini kısıtlaması daha kötü bir davranış olurdu. Zaten en temelde tanrının neden bu eylemlere izin verdiğinin değil insanların neden saf yaratılış doğasını bozarak bu eylemlere yöneldiğidir. Sadede gelirsek, tanrı bu durumda ölümden sonra bir hayatı yaratmalı ayrıca biz insanların fıtrattan gelen sorularına onları içimize o koyduğu için cevap vermelidir. Çünkü bu sorular(o soruların ne olduğuna sonra değineceğim) insanın doğasından gelen ve bilmeye isteği ve ihtiyacı olan sorulardır. Tanrının bunlara cevap vermemesi insanların acı çekmesi vb sonuçlara yol açacağından bu tanrının kötü bir davranışı olmuş olur. Bir de tanrı daha çok iyilik yapabilmek için insanları olduğunca iyi olmaya yönlendirmeye ve ceza ve mükafat verirken kimsenin ''bizim bunlardan, neyin iyi neyin kötü olduğundan haberimiz yoktu bu ceza mükafat adaletsiz bir uygulama bana bunlar bildirilseydi iyi birisi olurdum'' diyememesi için (ki zaten demeleri de tanrıyı kötü yapar) insanlara bunları din göndererek bildirmelidir ve fıtri sorulara cevap vermelidir. Bu tanrının Teizmin tanrısı olması makul gözükmektedir.

3.) Tanrının ahlak ötesi olması: Tanrı ahlak ötesi durumunda bulunabilir. Bu durumda tanrı için iyi veya kötü olma gibi kriterler geçerli değildir. Yani yalan söylerken adaleti de sağlayabilir. Veya bunlarla hiç ilgilenmiyor bile olabilir. Bu tanrının eylemlerini iyi veya kötü olarak sınıflandıramadığımız ve hakkında da bir şey bilemediğimiz için onun eylemleri bize göre tamamen bilinemez ve bilinse de anlaşılamazdır. Bu tanrı bize bir din de gönderebilir ya da göndermeyedebilir. Gönderdiği dinde doğru ya da yanlış bilgiler verebilir. Bir din gönderip orada vaatlerde bulunduysa bunu gerçekleştiredebilir gerçekleştirmeyedebilir. Bu tanrının ahlaki anlamda ne yapacağını bilmesekte geri kalan davranışları hakkında -bize kesinlikle doğruyu vermiş olmasa da- bazı çıkarımlar yapabiliriz. Etrafımızdaki dinlere kutsal kitaplara baktığımız zaman tanrı sürekli iyi olarak lanse edilir. Eğer bu tanrı bir din gönderseydi mantıksal çıkarımıma göre kendisinin ahlak üstü olduğunu bildirirdi ama bu tanının eylemlerinin amacını bilemeyeceğimiz için ve onun ahlaki kriterleri olmadığı için gönderdiği dinde kendini yalan yanlış bir şekilde tanıtabilir. Yani demek istediğim bu tanrının olması bile dinlerin olamayacağına dair kesin bir kanaat getiremez ama tabii ki böyle bir tanrıdan gelen din ne kadar güvenilir olur ona uymak ne kadar mantıklıdır orası şüphelidir. Bu tanrının deizmin tanrısı olması daha kuvvetli ihtimaldir.

Şimdi eğer toparlarsak şuna varabiliriz. Saf akli çıkarımlarımızla tanrının ahlaken hangisi olduğunu bilebilmemiz imkansız gibi duruyor. Çünkü tanrı bize kendisini bildirmeden onun ahlaki vasıflarının olup olmadığını varsa neler olduğunu bilmemiz için tek yol tanrı gibi düşünmek yani onunla empati kurmaktır. Ama bu imkansızdır. Ayrıyeten saf akli çıkarımlarla ve evrimle yani bilimle de ahlaki yükümlülüklerimizin neler olduğunu bilemeyiz. Bilim olgular üretir. Durum bildiren -dır -dir'li cümleler kurar. Mesela, elektronlar negatif yüklüdür gibi. Ama ahlak yukarıda da bahsettiğim gibi -meli -malı ile biten yükümlülük bildiren cümleler kurar. -dır -dir'den -meli -malı çıkmaz yani olandan olmalı türetilemez. Eğer ahlaki yükümlülükleri temellendirmek istiyorsak bunu bilimle/evrimle yapamayız. Bunun kainat dışından ilahi bir güçten geldiğini kabul etmek zorundayız ki bu da ahlakı nesnel yapar. Ama ahlakın insanların bir arada yaşayabilmek için ürettiği kurallar bütünü olduğunu düşünüyorsak ve iyi kötü dediğimiz davranışları aslında o zamandan beri gelen kültür sayesinde belirliyoruz diyorsanız o zaman zaten ahlak diye bir şeyi kabul etmemiş olursunuz ki bunu da savunan felsefeciler vardır. Tabii bu durumda ahlak kişisel zevk ve beğenilere dönüşür ve öznellik kazanır. Bu durumda bir deist için ahlak öznel ise iyi ve kötünün ne olduğuyla ilgili genelgeçer hükümleri olamaz. Bu durumda da Tanrının iyi mi kötü mü olduğunu bilemez(zaten iyi tanrı din gönderecektir). Bu durumda deistin tanrısı sadece ahlak üstü olabilir. He şunu diyebilirsiniz'' kötü bir tanrı da olabilir netice de o da din göndermeyebilir''. Doğrudur ama bu eleştirinin çıkış noktası tanrının kötü olduğunu kabul etmekle başlar. Bunu yapabilmek içinde kötünün ne olduğunu bilebilmek gerekir. Ama bir deist zaten kötüyü bilemeyeceği (ona göre ahlak öznel yani ahlak diye bir şey olmayacağı) için tanrı kötü de olabilir gibi bir iddia da bulunamaz. Yeri gelmişken şunu da açıklamakta fayda var. Deizm yani dilimizce karşılığı dinsizlik, bir tanrının varlığını kabul edip o tanrının insanlara bir din göndermediğini kabul eden anlayıştır. İşte bu durumda saf akli çıkarımlarımızla tanrının sadece çok az vasfını bilebiliriz. Her şeye gücü yeteni ve her şeyi bilen olması gibi. Tanrının doğası hakkında herhangi bir bilgimiz bize gerçek bir inanç sağlamayacaktır. Bu yüzden deistler arasında çok farklı tanrı tasavvurları yapılmıştır. Hatta öyle ki tanrının her şeye gücü yetip her şeyi bilen olmadığı daha aciz bir varlık olduğunu söyleyenler bile olmuştur. Ya da bu dünyadan sonra başka yaşamlar yaratabileceğini de iddia edenler olmuştur. Deistler kendi akli çıkarımlarına göre kendi tanrılarını yarattılar. Sanırım deizmle ilgili iki şey çok açıktır; tanrı insanı yaratmıştır ve insan da tanrıyı. Bir 'x'e inanırlar ama ne olduğunu bilemezler.

* Herkesin kendisine göre iyi ve kötü diye nitelendirdiği durum ve eylemler vardır. Hatta iyiyi her ne kadar burada kullanılan kavramlar kişilere göre değişebilse de şöyle tanımlayabiliriz: insanlara yarar,mutluluk, huzur veren ve sıkıntıdan uzak tutan şeylerdir. Buna dayanarak saf akli bir çıkarsama yapacaksak şöyle bir yol izleyebiliriz. Dünyadan insanları çıkardığımız zaman -böyle bir durumda iyi ve kötü diyen bir varlık kalmadığı için iyi de kötü de kalmaz ama demek istediğim kötülüklerin ekseriyetle insana ait olduğunu göstermek- geri kalan canlılar ve Dünya içinde var olan bir kötülük göze çarpmamaktadır. Ya da evrene baktığımız zaman da aynı şekilde bu kötü diyeceğimiz bir durumla karşılaşmıyoruz. Ama insanı dünyaya yerleştirdiğimiz zaman kötülükler ve acılar birer birer gün yüzüne çıkmaya başlıyor. Çünkü bu kötülüklere insanlar sebep oluyor. Bu durumda gerek evren gerek dünya içinden insanın yaptıkları kötülükleri çıkartırsak en saf haliyle insanın, Dünya'nın ve evrenin yaratılmasında bir kötülük göremiyoruz. Hatta insanlar iradelerini iyiye kullansalar bu mekan insanlar için çok hoş ve güzel olacaktır. Bu kadar doğal güzel manzaraya veya aşka, sevgiye ve mutluluğa sahiptir insan. Tanrı insanı bunlardan zevk alacak ve mutlu olabilecek bir fıtratta yaratmış. O zaman yaratılışın en saf haline baktığımızda bile kendi iyimize veya insanların genel iyi anlayışına göre tanrının iyi olduğunu en azından iyiye meyilli olduğunu söyleyebilirim. Şöyle bir eleştiri gelebilir ''doğal felaketler ve doğuştan hasta/engelli olan insanlar ne olacak ? Bunlara tanrı sebep oluyor.'' Doğuştan gelen hastalıklarda tanrı (yarattığı doğa) kadar insanın da etkisi vardır. Ama yine de deizmin paradigması içinde bu sorunlara bakan biri tanrının iyiden çok kötüye meyilli olduğunu da söyleyebilir. Bu anlaşılabilir bir durumdur. Teizmin içerisinde ise imtihan gibi çok temel bir kavram ve ahiret gibi çok uzun bir hayat olduğu için bunlar büyük sorunlar oluşturmamaktadırlar. Bu akıl yürütme sonucunda tanrı kesinlikle iyi olmalıdır vs. tarzında önermeler ileri sürmedim ve süremem de. Çünkü yalnızca akla dayanarak ahlaki değerler temellendirilip sonuca varılamaz. Ama yine de evrende iyilik olarak nitelendirdikleri şeylerin kötülüklerden daha fazla olduğunu düşünen insanlar göre tanrının iyi ya da iyiye meyilli olduğu sonucuna varabilirler.

*Akıl bize hakikati/gerçeği verir mi ? Bu konuya yazının sonunda daha detaylı değineceğim ama şu kadarını söylemeliyim. Akıl bize doğru ve yanlış diyebileceğimiz önermeleri verir. Doğada hiçbir şey kendi başına doğru veya yanlışı ifade etmez. Sadece durumlar ve eylemler vardır. Ama onların üzerine düşünebilen bir akıl olan eylemlere ve durumlara doğru ve yanlış diyebilir. Burada doğru ve gerçek ayrımını yapmak gerekir. Çünkü doğru gerçeği ifade etmez. Hele deizmde tanrının yaratıp bu düzen içerisinde bıraktığı insanlar aklının hakikati verebileceğini düşünmek için yeterli bir öncüle(dogmaya) sahip değillerdir. Hakikat insan zihninden bağımsız olarak vardır. Mesela Allah Kuranda yeri ve göğü hak üzere yarattık der. Ama deizmde var olan şeylerin gerçek/hak olduğunu bilemezler. Bu arada demin dogma dedim onu biraz açayım. Düşünce ürettiğimiz çoğu şeyde ilk öncül olarak bir dogmaya ihtiyacımız vardır. Mesela aklın güvenilir bilgi verdiğine iman etmek ya da bilim yapabilmek için dış dünyanın varlığına ve evrenin anlaşılabilir,keşfedilebilir olduğuna inanmak gibi. Deizm felsefe ve bilim yapmak için temeller bulabilir ama bu onu çok zorlar ve bulduğu temeller de teizm kadar rasyonel midir bilinmez. Ve deizmin tanrı hakkındaki düşünceleri ise tamamen uzayda yukarı ve aşağı gibi yönler tayin etmek kadar anlamsızdır.

Sorgulamamıza devam edersek... Şöyle bir soru karşımıza çıkmaktadır. Deist biri tanrının ahlak ötesi olduğunu ve eylemlerinin amacının bilinemez olduğunu nereden bilmektedir ? Eğer tanrı ahlak ötesi ise din göndermeme olasılığı vardır, evet. Ve deistin tanrısı ahlak ötesidir, evet. Tabii ki deizmin tanrısının eylemlerini bilemeyiz,evet. Peki iyinin ve kötünün neden nesnel değil de öznel olduğunu varsayıyoruz ? Neden tanrının din göndermeme olasılığını alıyoruz de din gönderme olasılığını almıyoruz ? Her şeye güç yetiren bir tanrı din yollayamaz mı ? Eğer tanrının eylemlerini bilemiyorsak din göndermeyeceği konusunda nasıl bu kadar emin olabiliyoruz. Var olan dinlerin eleştirisinin yapılması sadece var olan dinlerin hak din olmadığını gösterir. Eğer o eleştiriler haksa. Yine de bu hak bir din olamayacağının ya da olmadığının kanıtı olamaz. Bunun dışında Newton'un şöyle bir sözü vardır ''Tanrı yarattıkları aracılığı ile bilinir''. Yani eğer tanrının doğası ve amaçları hakkında bilgi sahibi olmak istiyorsak evrene ve insana bakmalıyız. Evrene  -mikro alemden makro aleme kadar- atomlara, yıldızlara, evrende her yerde geçerli olan en başta 4 temel yasaya, doğadaki ekosisteme baktığımızda bir düzen ve denge görüyoruz. Tabii ki git gide bozulan bir düzen. Çünkü entropi yasası denilen bir yasa var. Ama saf kaos olması ile evrenin çok düşük bir entropiyle başlayıp zamanla düzeninin bozulması arasında fark vardır. Ayrıyeten kaos teorisi dediğimiz şey bir düzenin varlığını reddetmez. Kaos da içerisinde bir düzen barındırır. Sigaradan çıkanın dumanın etrafa yayılması (entropi yasası gereği) veya hava tahminlerinin kaotik olduğunun söylenmesi bunların bir düzenden yoksun olduğunu söylemekten ziyada bunları etkileyen ve sürekli değişen bir sürü etkenin/nedenin mükemmel bir şekilde belirlenip hesaplanamamasıdır der. Zaten entropi yasası vardır. Düzen barındırmasa yasa olamazdı.Yani etrafa baktığımda bir düzen ve dengenin varlığını reddetmem pek olası bir seçenek değildir. Zaten her şeyi yaratanın tanrı olduğuna inanan birisinin evrendeki düzene ve dengeye şaşırması değil hayret etmesi beklenir. Adaleti yine adalete bağlı hak ve hukuk gibi kavramlar üzerinden açıklamaktansa daha basit ve yalın haliyle şöyle açıklayabilirim: adalet ''dengelerin gözetilmesi ve korunmasıdır''. Anladığımız kadarıyla bu tanrı adalete önem veriyor. Buradan adaletli olduğunu çıkarmasakta bu yarattığı sistem içinde buradaki adalete önem verdiği çok açık. Birazdan ahlak argümanına geçeceğim ve bu adalet olayı aklınızda bulunsun.


Şimdi ahlak ile ilgili konuya gireceğim ama öncesinde bunu okumanızı önemle rica ediyorum. İyi veya kötü olarak nitelendirdiğimiz eylemler her toplumda genel hatlarıyla ortaktır. Mesela adalet çok temel bir ahlaki kavramdır ve bu her toplumda aynı şekilde anlaşılmıştır. Tabii bazı insanlar adaleti kendine göre yorumlayabilir. Ama çoğu insanda ve toplumda adaletten aynı şey anlaşılmaktadır. Bebeklerdeki ahlak deneylerinden anlayabildiğimiz en net doğru bir adalet bilgisi ve bilinciyle dünyaya geldiğimizdir. İnsanların farklı kişilere aşık olması aşk diye bir şeyin olmadığını göstermez. Evrim, aşkın yeni doğan çocukların güvende olmasını sağlamak için ebeveynlerin bir arada tutulmasını sağlamak amacıyla oluştuğunu söyleyebilir. Ya da bilim aşkın beynimizi etkileyen bazı hormonların salgılanması sonucunda oluştuğunu söyleyebilir. Ama ikisi de insanların bilincine vardıkları hissettikleri aşk kavramını tanımlayamaz. Kimse o hormonlara baktığında o aşk hissini göremez Kimse serotonine baktığında mutluluğu göremez. Ya da evrimi yaratan tanrı ise kimse bunun tesadüfi ya da bir yan ürün olduğunu da söyleyemez. Deizme göre amacını bilemesekte irade sahibi bir bilincin gaye sahibi olmadığını iddia etmek için bir delilimiz yoktur. En basitinden tanrının yarattığı irade ve bilinç sahibi bir insanın bile keyfi diye nitelendirdiği şeyleri yapmasının altında belli başlı sebepler yatmaktadır. Zaten konumuz deizm olduğu için evrimi tanrının bir yaratma biçimi olarak ele almaktayız. Ateistik bir bakış açısı ile bakıldığında eleyici materyalizmin öngördüğü şekilde gördüğümüz evrenden aşk sevgi ya da ahlak gibi şeylerin açıklaması olmadığı için bunların reddedilmesi gerektiği çıkar ki herkesin kişisel olarak yaşadığı deneyimleri inkar etmesi için materyalizme çok büyük bir imanının olması gerekir. Neyse konumuza dönersek, gerek bebeklerde yapılan deneyler olsun gerek diğer gözlemlerimizden ve sağduyularımızdan yola çıkarak en saf haliyle baktığımızda herkeste ortak olduğunu gözlemlediğimiz ahlaki değerler vardır. Bunların evrim sonucu oluşması da evrimi yaratanın tanrı olduğu kabul edildikten sonra bir sorun teşkil etmemektedir. Ayrıyeten ''Bilimsel çalışmalarla varlığı gösterilen doğuştan ahlakla ilgili özelliklerimizin, vücudumuzda hangi moleküllerle kodlu olduğunun ve genetik olarak bu özelliğin nasıl aktarıldığının tam olarak bilinemediğine dikkat çekmek istiyorum. Natüralist bir yaklaşımı benimseyen Hamlin,Wynn ve Bloom’un da dediği gibi “Bu özelliklerimizin genetik kökeni ve gelişiminin nasıl olduğu bilinmemektedir. Matt Ridley de “sosyal anlaşmayı bozan mızıkçılıkları saptamak” ile ilgili doğuştan (detecting cheats of social contracts) kapasitemizin moleküler karşılığı ve işleyiş biçimi hakkındaki bilgisizliğimize şöyle diyerek dikkat çekmiştir:

“Sosyal değişimin beynimizde nasıl kodlu olduğunu bilmiyoruz,
nasıl çalıştığını bilmiyoruz fakat beyin hakkında
söyleyebildiğimiz birçok şey gibi beyinde olduğunu kesin
bir şekilde söyleyebiliriz.”
 Bu husus elbette “boşlukların
Tanrısı” tarzı bir argüman için hareket noktası yapılmamalıdır,
diğer yandan “boşlukların ateizmi” diye nitelendirilebilecek,
“bilemediklerimizi planlanmamış tesadüfler ve
ateist bir felsefe çerçevesinde açıklamaya çalışmak” olarak
nitelendirilebilecek bir yaklaşımın yaygın olarak uygulandığı
da tespit edilmelidir.''

“Eğer biz insan hayatında matematik gibi yeri olan fakat
matematik gibi kendisi evrim teorisi ile açıklanamayan
bir olgu bulursak; bu durum, neden bu teorinin başarısızlığı
olarak değerlendirilecektir?.. Neden biz, hayattaki
önemli bazı olguları açıklıyor diye evrimin her şeyi açıklamak
zorunda olduğunu düşünüyoruz?”

''Her sağlıklı insanın, özünde çok kompleks olmalarına
karşı, çok rahat bir şekilde “iyi-kötü, doğru-yanlış, adaletli adaletsiz”
gibi ahlakın temelini oluşturan kavramları, çok
küçük yaştan itibaren rahatça kullanabilmeleri, bunları kullanma
yeteneğinin insana doğuştan verildiğini göstermektedir.
Eğer bununla ilgili kapasite ve farkındalık, doğuştan
olmasaydı, bir öğrenme süreci olmadan çocukların bu kompleks
kavramlarla bu kadar rahat değerlendirme yapmaları
düşünülemezdi.''

Devam edersek, insanlarda bulunan özgeci davranışların doğadaki diğer bazı canlılarda da bulunduğunu biliyoruz. Arılarda kovan için kendini feda etme gibi. Ama neredeyse bütün böcekbilimcilerin hem fikir olduğu nokta böceklerin bu davranışları yapıp yapmama da bir karar verme ya da farkındalık sahibi olmadığı yönündedir. Yani genlerinde kodludur. Canlılarda da belli oranda akıl yürütme ve zeka olduğunu biliyoruz ama insanla arasındaki farkta bariz bir şekilde ortadadır. Canlılar bu tarz özgeci davranışları genetik kodları/yönelimleri sayesinde yapıyor. Arının kovan için kendisini feda etmesiyle ülkesi için canını ortaya koyan bir asker arasında dağlar kadar fark vardır ki o asker zaten isterse kaçmayı da seçebilir. Yani insanlarda ''ahlaki farkındalık'' vardır. Bunun en büyük sebeplerinden biri insanların dil kullanma becerisine sahip olmasıdır. Hatta diğer canlılardan çok farklı düzeyde olarak dili kullanabilme yeteneğine sahiptir insan ve materyalist evrimsel açıdan bakıldığında dilin nasıl ortaya çıktığı da büyük bir problemdir. Tanrının insanlara dil kullanma becerisi ve ahlaki kriterler vermesinin nedeni nedir ? Deizmde de tanrı insanları fıtrattan gelecek ahlaki kriterlere sahip şekilde yaratabilir. Hatta bilimsel çalışmalara bakarsak bu şekilde yaratmıştır. Deizmde de insanlar bu şekilde yaratılmış olsa da hala tanrı onlara iyiyi kötüyü bildirmedikçe/fıtratlarını hatırlatmadıkça insanların bu iyidir bu kötüdür demesi öznel boyuttan öteye gidemeyecektir. Ama burada sorulması gereken soru şu olmalıdır. İnsanların ortak ahlaki değerlerini yaratan tanrının bunları neden böyle yarattığı. Neden diğer canlılarda olmadığı halde insanda böyle bir vasıf var ? Şimdi yapıştıracağım paragrafta ''Allah yoksa'' denilen kısmı Allah varsa ve bize din göndermeyecekse/ahiret yoksa diye çevirelim.

“İnsanlar bir olay hakkında önemli kararlar verecekleri
zaman ahlaki iyilik ve kötülük kavramlarına (bence genel
manada iyilik ve kötülüğe) sahip olmalıdırlar... Allah, bizi
seçmemiz gereken önemli seçeneklerle karşılaştıracak ise
zaten bu tip bir ahlaki farkındalığın gelişmesini sağlayacaktır.
Fakat eğer Allah yoksa, zekaya sahip olan bedenli varlıkların
bu seviyeye gelmelerinin olasılığı nedir? (*Ve bu seviyeye gelmelerinin amacı nedir ?)... Bu varlıklar,
birçok hayvan grubunda olduğu gibi, spontane ve
doğal olarak birbirlerine yardım edebilirler. Fakat bu eylemleri
ahlaki olarak ‘iyi’ kapsamında değerlendirmek, özgeci
davranmanın ötesinde bir olgudur. Yani, Allah’ın bazı
yarattıklarına, onların özgür bireyler olmaları için gerekli
olan ahlaki değerleri vermesi beklenecek bir olguyken, başka
herhangi süreçlerin neticesinde ahlaki değerlerin oluşmasını
beklemek için bir sebep yoktur. Bunu şu olgu da göstermektedir;
kendi türünden olan diğer hayvanlara yardım
etmeye doğal olarak eğilimli birçok hayvan için ahlaki bir
değer yoktur; aslan ve kaplanların ahlaki değerleri olduğunu
veya bu değerleri geliştirebileceklerini kabul etmek
için bir sebep bulunmamaktadır... Ahlaki seçimler ahlaki
farkındalığın varlığını gerektirmektedir...''

''Ahlaki değerlerimizin rasyonel temel bulması
ise bu değerlerin Allah ile ilişkili olmasıyla mümkündür.
Ahlaki değerlerin Allah ile ilişkisini kurmamız ise ancak
bize Allah’ın buyrukları şeklinde bildirilmeleriyle mümkündür.
(Bu husus, önümüzdeki sayfalarda dikkat çekilecek
olan “din” olgusunun gerekliliği açısından önemlidir.)
Bu konudaki mottomu “ontoloji ahlakı belirler” şeklinde ifade edebilirim.
Teist ontolojiye göre varlığın merkezinde her şeyi yaratan,
her şeyi bilen Allah mevcuttur ve insan da Allah sayesinde
vardır. Bu ontoloji, Allah’a atıfla, ahlakın temel kavramları
olan “iyi-kötü”nün, çıkarlar ve tutkular üstü değerler
konumunda olmaları için rasyonel temeli rahatça sunabilir.
Diğer yandan ateist ontolojiye göre her şey bilinçsiz, ahlak
konusunda umursamaz olan maddenin doğa yasaları ve tesadüfler
çerçevesindeki hareketlerinden oluşmuştur. Bu ontolojiye
göre bir şeye “iyi-kötü” gibi atıflarda bulunmak,
sadece biyolojimizin bize oynadığı bir oyundur, bizim biyolojik
yapımızdan bağımsız “iyi-kötü” diye evrensel, herkes
için geçerli bir kriterin rasyonel temeli yoktur.
Kısacası doğuştan sahip olduğumuz ahlakla ilgili yapımızın
gereği olan ahlaki değerlerin benimsenmesi ancak
Allah’ın varlığıyla rasyonel temel bulmaktadır. Allah’a inanan
birisi için bu beklenir bir şeydir, çünkü Allah insanın
benliğini (fıtratını) yarattığı için, insanın benliğinde ancak
Allah varsa rasyonel temel bulacak özelliklerin olma sebebi,
bunları Allah’ın kendisine yöneltecek şekilde düzenlemesidir.''

Fıtratımız sayesinde ahlaken iyi olanın ne olduğunu belirlesek bile daha doğrusu deizme yönelik olarak şöyle diyeyim. ''Tanrı bu ahlaki özelliklere sahip olmamızı oluşan toplumun herhangi bir şekilde kendi kendini ya da dünyayı yok etmesini engellemek için koymuş olabilir''. ''Sonuçta içimizdeki iyi dediğimiz şeylere yönelim toplumu bir arada tutuyor ve tanrı bunu istemiş olabilir''. Ama ahlak felsefesinin ikinci zor sorusuyla karşı karşıyayız. ''İyiden eylem çıkarma problemi''. Yani bizde iyiye yönelim olması bizim iyiyi gerçekleştirmemizi sağlamak zorunda mı. Ben neden iyi olan bir şeyi yapayım. Tanrı bana iyi ve kötü ahlaki değerlerini verdi ama bunları neden yapmam gerektiği konusunda rasyonel bir temel sağlamış olmuyor. Ya da iyiyi yapma konusunda bir motivasyon, kötüden uzaklaşmak içinde bir korku yok. Neden bütün bu ahlakla ilgili şeyler sadece tanrı varsa ve bize bir din göndermişse rasyonel bir temel kazanıyor ? Tamam din gönderdiğine inanmayabilirsiniz. Ya da rasyonel bir temele ihtiyaç duymayabilirsiniz. Ama neden sadece tanrı bize bir din gönderip iyiyi kötüyü anlamı doğruyu yanlışı güzeli çirkini bildirdiği zaman bizim bu fıtratımızdan gelen neredeyse hepimizde aynı manada ortak olan bu değerler rasyonel bir temel kazanıyor ? Evet şey diyebilirsiniz '' tanrının bir amacı vardır ama onu biz bilemeyiz.'' Peki neden bilemeyiz. Neden tanrının gayesi bizim düşündüğümüz bu şekilde olmasın ? Neden bundan farklı olsun ? Neden bizi yarattığı şekilde içine girdiğimiz beklentiden bambaşka bir davranış sergilesin ? '' Çünkü tanrı ahlak üstü''. Peki bunu nereden biliyorsunuz ? Saf akli yaklaşımla tanrının ahlaki tutumunu nasıl bilebilirsiniz. Bunu bilebilmek için ya tanrı kendisini bize tanıtmalı ya da tanrıyla empati yapmalısınız. Birincisi sizin için geçerli değilken ikincisi herkes için imkansız. ''iyi de yukarıda sen kendin dedin deizmin tanrısının ahlak üstü olduğunu simdi nereden biliyorsunuz diyorsun''. Ben ahlakı öznel yani yok kabul ettiğim durumda tanrının ahlak üstü olduğunu söyledim. Daha açıklayıcı olması için şu örneği vereyim. Genelde ateist sitelerde İslam'ın kısır döngüsü diye şu örnek verilir.
 Bu tabii ki yapay bir kısır döngü.
Deizmin kısır döngüsü de şudur; Ahlak öznel/yok çünkü/bu yüzden tanrı ahlak üstü, Tanrı ahlak üstü bu yüzden ahlak öznel/yok. Birbirini doğrulayan önermeler bu şekilde bir kısır döngü içindeyse o iddia çok sorunludur. Ben neden ahlakın öznel olduğu görüşünü nesnel ve objektif olduğu görüşüne tercih etmeliyim ?  Ahlakın olmadığını iddia etmek için insanların gözlemlerini,sağduyularını ve bilimsel verileri reddetmesi gerekir ki bu körü körüne bir inanca götürür. Hatta bunu yapan birinin mutluluk duysunu ya da birine aşık olduğunda da bunların sadece birer ilizyon olduğunu kabul etmesi gerekir. Bir insanın yapması gereken ortadaki bilimsel bulgulara,gözlemlerine ve sağduyularına(anomali durumlar hariç) bakarak bir dine,deizme/deistik materyalizme ya da ateistik bir materyalizme iman etmeden önce ''en iyi açıklama'' gereği hangisinin doğru olmasının daha makul ve rasyonel olduğunu düşünmesidir. Yani yapması gereken tümevarım ilkesini kullanmasıdır. Buna daha sonra daha detaylı geleceğim. Ve bu konuyla ilgili son olarak;

''Allah’ın din(ler) göndermesini
beklemenin rasyonel olduğuna dair bir argüman şöyle
sunulabilir:
1- Evreni ve insanları yaratan bir Allah vardır.
2- İnsanlar doğuştan ahlaki özelliklere sahiptirler.
3- Bu doğuştan ahlaki özellikler ancak Allah’ın ahlaki
buyrukları varsa rasyonel temel bulabilir.
4- Doğuştan ahlaki özelliklerin ancak Allah’ın ahlaki
buyrukları varsa rasyonel temel bulacak olması; Allah’ın,
insanları, kendi buyruklarına uyacak bir fıtratta (yaratılışta)
yarattığı anlamını taşımaktadır.
5- Allah’ın ahlakla ilgili buyruklarının insanlara ulaşmış
olmasında mevcut tek alternatif dindir.
6- Allah insanları ahlaki buyrukları olan dinlere uyacakları
şekilde yaratmıştır.
7- Sonuçta Allah’ın din gönderdiği görüşü, göndermediği
görüşüne tercih edilmelidir.
Bu argümanın ilk maddesinden anlaşılacağı gibi bu argüman,
Allah’ın varlığına inananlara, Allah’ın din gönderdiğinin
beklenmesi gerektiğini göstermek için sunulan bir
argümandır.''

''Böylelikle Kutsal Yasa’nın gerektirdiklerinin yüreklerinde
yazılı olduğunu gösterirler'' (İncil)

''O halde Allah’ı birleyen olarak dine, Allah’ın o fıtratına
yönel ki insanları o fıtratla oluşturmuştur. Allah’ın yaratışında değişiklik yoktur.
İşte hep geçerli olan din budur fakat insanların çoğu bilmezler.'' (Kuran)


*** AHLAKTAN BAĞIMSIZ BİR SORGULAMA***


Tanrı evreni yarattı. Bir süre sonra (çoook uzun bir süre sonra) Dünya diye adlandırdığımız gezegen, o mavi soluk nokta meydana geldi. İlk hücre oluştu ve sonra tanrının yönlendirdiği evrim sürecinin neticesinde çeşitli canlılar oluştu. Ve o canlıların içinden öyle bir bilinç düzeyine erişmiş diğer canlılardan çok daha farklı ve üstün olan gerek zekası gerek dili kullanma becerisi vd. vasıflara sahip bir tür oluştu. İnsanlar. İnsanlar kendi içlerinden gelenleri ve dışarıda gözlemlediklerini sorgulamaya ve düşünce üretmeye başladı. Müthiş aletler yaparak evrene ve kendi içlerine bilimsel olarak yaklaşıp nüfuz etti. Tanrı insanları bu şekilde ve bu şekilde gelişebilecek sorgulayacak biçimde yarattı. Ve tanrıdır ki o her şeyden haberdar ve her şeye gücü yeten. Her insanın içinden gelen şu soruları duyuyordu; ben niçin yaratıldım, yaşama amacım ne , nasıl yaşayacağım , gerçekten iyi ve kötü var mı ? Varsa bunlar ne ? bu kainat ne için yaratıldı ? Ben neden bütün olanlara tanık oluyorum ve bunların üstüne düşünüp sorguluyorum ? Tanrı nasıl bir varlık ? Ölümden sonra bir hayat var mı ? Ve öleceğinin farkında olan tek canlı da insandı. Tanrı bütün bu soruları duyuyordu. Tabii ki duyuyordu çünkü bu soruları insanın fıtratına tanrı yerleştirmişti. Onları bu soruları sorabilecek düzeye evrimleştirmişti. Ve insan bekliyordu. Tanrının insanların içine yerleştirdiği, cevabını bildiği, duyduğu bu sorulara bir cevap vermesini. Ve insanın içinde bu soruların cevabını bilme isteği ve ihtiyacı vardı. İnsanların tanrıya ihtiyacı vardı. İnsanlar bu fıtratta yaratılmıştı. Ve üstüne üstlük tanrı onları bu şekilde yaratmıştı. Yani bu sorulara bir cevap beklentisi içinde ve kendisine ihtiyaç duyması halinde yaratmıştı. Bir insan kendinden ve bu gözlemlerinden yola çıkarak bir tümevarım yaptığında(aslında tam bir tümevarım sayılmaz ama daha anlaşılır oluyor) her şeye gücü yeten ve her şeyi bilen tanrının kendisine bir cevap vermesini/din göndermesini mi bekler daha rasyonel bulur yoksa cevap vermemesini/din göndermemesini mi ?

Arzu deliline geçmeden önce bazı paragrafları buraya aktarmak istiyorum

''Dini inançlar, bazı noktalarda insanların sahip olduğu diğer inançlardan
farklı olarak “kafa karıştırıcı” olabilmektedir. Örneğin; insanların
evrensel olarak sahip oldukları başka inançları düşünün: Maddeler somuttur;
desteği olmayan nesneler yere düşer; insanların aklı vardır; iki kere iki
dört eder. Tüm bunlar, içinde yaşadığımız dünya şartlarında doğrudur. Bu
durum, bu inançların, hayvanların doğruyu ve yararlı şeyleri seçebilme
olgusuyla uyumlu olduğundan ‘doğal seleksiyon’ yoluyla oluştuğu veya biz
insanların öğrenme kabiliyeti ve algı sahibi mekanizmalar olarak geliştiğimizi
göz önünde bulundurursak ‘gözlem’ yoluyla meydana geldiği gibi iki
ihtimali makul kılmaktadır.
Tanrı’nın evreni yaratmış olması, insanların ölünce cennete veya cehenneme
gidecek olması veya Tanrı’nin duaları duyuyor olması gibi inançların
temellerini açıklamak ise çok daha zordur. H. L. Mencken’in de
dediği gibi, dinin varlığı, insanlığın “inanılmazlara inanmaya yönelik hayret
verici kapasitesi”ni sergilemektedir. Mencken bir ateistti; fakat teistlerin
bile kabul etmesi gerekir ki, hiçbir anlamda *fiziki dünyayı gözlemleyen ve
algılayan sistemlerden gelmedikleri düşünüldüğünde*, bu inançlar gerçekten
de akıl almazdır. Ağaçları veya kedileri görebiliyorken, herhangi bir
gerçek anlamda Tanrı’yı göremeyiz. Ve evrimin bakış açısından, böyle
inançlara sahip olmanın üretken başarıyı nasıl arttıracağını ve bu nedenle de
Evrimsel Bir Rastlantı Olarak  –Yer çekimi hakkındaki sezgilerden farklı olarak-
dini inançların biyolojik bir adaptasyon için pek de muhtemel olmayan bir aday olduğunu söylemek oldukça zordur.
Bazı akademisyenler, dini inançları ayakta tutan bir adaptif değerin
gerçekten var olduğunu ileri sürerek bu son kısma katılmamaktadırlar.
Doğaüstü bir varlığa duyulan inanç, insanları muhtemelen daha ahlâklı ve
dolayısıyla da eş veya sosyal partnerler olarak daha çekici kılmaktadır.
(Bering 2006; Johnson and Bering 2006).

* Ya bu arada şunu da diyeyim. Bu yukarıda yapıştırdığım paragrafı bir kitaptan aldım ama bana bir yer yanlış yazılmış gibi geldi. Burada ''
dini inançların biyolojik bir adaptasyon için pek de muhtemel olmayan bir aday olduğunu söylemek oldukça zordur.'' diyor ardından da ''Bazı akademisyenler, dini inançları ayakta tutan bir adaptif değerin gerçekten var olduğunu ileri sürerek bu son kısma katılmamaktadırlar'' diyor. Sanırım ilk yapıştırdığım alıntıda şöyle demeliydi: dini inançların biyolojik bir adaptasyon için pek muhtemel olan bir aday olduğunu söylemek oldukça zordur.

Muhtemelen toplumların dini
inanca sahip kesimleri, inançsız kesimlerden daha uzun süre yaşamakta
ve inançsız olan kesimleri sayıca bastırmaktadır; bu nedenle de inançlar
grup seçilimi yoluyla oluşmuş olabilirler (e.g., David Sloan Wilson 2002).

* İnsanların '' evet beraber olmamız lazım bunun için din ve tanrı kavramlarını üretelim dediğini düşünmek akıl yıpratan bir olay olur. Bu kavramlara olan ihtiyaç insanın içinden gelmiş olmasaydı bu kavramlara bu kadar kolayca bir yönelim sağlayamazlardı. Diğer canlılar hayatlarını devam ettirmek için bu tarz hayali(!) kavramlara başvurmamışken insan neden ve nasıl başvuruyor ? Evrimi yaratan tanrı insanları diğer canlılardan farklı olarak din ve inanç üretebilecek/inanabilecek şekilde yaratmıştır. Dinin sonucunda insanların bir arada ve daha güvende yaşamaları ile dinin varolma sebebi farklıdır. Aşağıda daha detaylı girilecek bu konulara!

''Başka bir alternatif ise dinin bir kültür ürünü olduğudur. Buna göre
dini inançlar, bireyler tarafından sosyal öğrenme yoluyla edinilmiştir ve
biyoloji veya evrim ile ilişkili olgulara (mantıksız olmayan herhangi bir
anlamda) indirgenemez.''

*Peki bu kültürün kaynağı nedir?

 ''Bir diğer bakış açısı:Din, bir adaptasyon değildir; öyleyse renkli görme
veya çocuklarımıza karşı hissettiğimiz sevgi gibi bir şey de değildir. Dinin matematiği anlama
kabiliyeti ya da video oyunları oynarken aldığımız zevk gibi, adaptif değerlere
dayanarak ortaya çıkmış olmaktan daha çok, önceden var olan adaptasyonlara
 ait bir yan-ürün olması gerekir (Bkz. Gould and Lewontin,
1979).''

''İnsan psikolojisiyle ilgili evrenseller, insan aklıyla ilgili derin olgulardan
yola çıkarak oluşmuş olabilirler; fakat <<kesinlikle öyledir>> diyemeyiz.
Bütün dillerde “ayak” kelimesinin tam karşılığının mevcut olması,
örneğin, muhtemelen insanların “ayak”ları hakkında konuşmak istemelerinden
kaynaklanmaktadır; “ayak” kelimesinin kendiliğinden herhangi bir
kapasiteye sahip olduğu söylenemez. Ayni şekilde, tanrılara, ölümden
sonra hayata ve benzer şeylere inanmak gibi inançlar, toplumlardaki belirli
evrensel ihtiyaçlara ve isteklere cevaben doğal olarak ortaya çıkmış oldukları
için evrensel olabilirler.''

Ve Arzu Delili

İnsanların doğuştan gelen arzuları vardır. Nelerdir bunlar;
1- Yaşam arzusu.
2- Korkuların giderilmesi arzusu.
3- Mutluluk arzusu.
4- Gaye arzusu.
5- Adalet arzusu.
6- Şüpheden uzak bilgi edinme arzusu.
7- Başkaları tarafından iyi davranılma arzusu

İnsanların yeme, içme ve cinsellik gibi doğal ve temel arzuları vardır. Aynı şekilde yukarıda bahsedildiği gibi de 7 tane birbiriyle ilişkili olsa da birbirine indirgenemeyecek olan temel ve doğal arzuları vardır.İnsanların yeme içme ya da cinsellik gibi doğal arzularının olması o arzuların karşılığı olan objelerin de olduğunu gösterir. Evet yeme arzusu Ankara'nın ayazında bir bankta açlıktan ölmenize engel değildir. Ya da cinsellik arzunuz karşı cinsten istediğinizi elde edebileceğiniz anlamına gelmez. Doğal arzularınızın olması onların mutlaka karşılanacağı anlamına gelmez. Ama o objelerinin dış dünyada var olduğu anlamına gelir. Ve tabi ki bizi bu fıtratta yaratanın da tanrı olduğunu unutmamak gerekir. Yani bu temel ve doğal arzularımızı içine koyan tanrıdır.
Kimse bu arzuların kendinde olmadığını iddia edemez. İntihar bile yaşam arzusunun reddi değil sadece yaşanılan acıların ve çekilen sıkıntıların reddidir der modern bilimsel veriler. Bu arzular insanların kırmızı bir spor araba ya da daha büyük bir ev alma arzusundan farklıdır. Bu tarz arzular yapay/suni arzulardır. İnsanların dış dünyayı gözlemlemeleri sonucunda oluşan arzulardır. Doğal arzular ise içten gelir.

* Anlam Üzerine: Bütün canlılar hayatta kalma ve neslini devam ettirme üzerine kurulu bir sisteme dahildir. Bu sistem de tesadüfler sonucu oluşmuş doğa yasalarının işleyişine dahildir. İnsanların diğer canlılardan farklı olan bilinç düzeyleri ve anlam arayışları temelde bulunan bu sistemin içinde bir anlam ve amaç olmadığı için (kör tesadüfi süreçlerden dolayı) herhangi bir şey ifade etmez. Bir Şahin'i ne kadar modifiye etseniz de ortaya bir BMW çıkmaz. Canlıların içinde bulunduğu bu sistemi canlılar oluşturmadı. Ve evrim denilen süreçte bir bilince ve iradeye sahip kişisel bir mekanizma değil. Böyle bir durumda dünyanın,evrenin işleyişinde veyahut canlıların yaşamlarında bir amaç(yaşamak ve üremekten başka bir amaç yoktur.) ve anlam olduğu ifade edilemez. İnsanın bilinç seviyesi evrende anlam olup olmadığını anlayacak düzeyde ise (ki bu durumda olması beklenmez)  anlam olmadığını söylemekten çekinmiyorum. Eğer bu düzeyde değilse bütün yorumlarımız yetersiz olduğu için zaten bir anlam varsa da bizim için bir şey ifade etmez. Ki böyle bir durumda da büyük ihtimal bir anlam yoktur. Çünkü anlam ve amaç canlının içinde bulunduğu durum ile ilgilidir. Ve insan dışındaki diğer canlıları gözlemleyip onların bizim kadar bile bir bilinç düzeyinde olmadıklarını ve dolayısıyla yaşamlarında bir anlam bulma durumunda olmadıklarını (ve gözlemlerimiz onlar için bir anlam olmadığını da gösterir) söyleyebiliriz. Yani insanın anlam arayışı yapaydır ve bir simülasyondan ibarettir. EĞER tanrı yoksa! Ve tanrı din göndermediyse de bu anlam arayışı yolda benzini bitip kalan araba misali yarı yolda kalır. Peki eğer böyleyse içimdeki bu anlam arayışı nereden ve ne için geliyor ? Deizmde anlam aramak derin bir kuyunun içine sızabilen güneş ışıklarından mevsimlerin,saatlerin,dışarıda olanların,ayların vs. bilinmesi kadar zordur. Yani bir ışık vardır deizm için ama orada kalmayı seçmekle kuyudan çıkıp etrafa bakmayı seçmek size kalmıştır. Şu kısacık insan hayatında insan doğuyor, gözlerini açıyor ve ölüyor. Sanki müthiş bir sahne oyununun perdesi bir anlığına açılıp kapanıyor. Ahiret yoksa dünya hayatı insan için işte böyledir. Kuru ve yavan.

Evet, devam edelim

1)Yaşam Arzusu

 Halbuki doğal ve temel arzular mesela yaşam arzusu her canlıda vardır. Her canlı yaşamını ve neslini olabildiğince devam ettirmeye çalışır ama İnsan,'' zihniyle düşünerek, diğer canlı türlerinin hepsinden farklı bir şekilde, çok uzun bir geçmiş ve çok uzun bir gelecekle ilişki kurabilir. Gelecekle içindeki “yaşam arzusu” ile ilişki kuran insanın, bir ahiret yaşamına karşı arzu duyması kaçınılmazdır. İçindeki “yaşam arzusu”nun sesini
dinleyen hiç kimseyi bu dünya hayatının tatmin edebileceğini sanmıyorum. Modern bilimsel veriler, tüm evrenin “büyük çöküş” (big crunch) veya “büyük donma” (big chill) alternatiflerinden biriyle -başka bir son senaryosu gerçekleşmezse- son bulmasının kaçınılmazlığını göstermektedir. Kısacası insan gibi dünya ve evrenin de sonu kaçınılmazdır. O zaman, bu temel arzumuzun objesi olan ahiretin varlığının gerçekleşmesi; bu evrene aşkın olanın ama aynı zamanda insanların arzularından haberdar olacak kadar içkin olanın, üstelik bunu gerçekleştirecek kadar bilgili ve kudretli olanın, yani Allah’ın varlığını gerektirmektedir.''

Şimdi buraya ekleyeceğim paragrafta Freud'un eleştirisi de bulunmaktadır. Bu eleştiri her ne kadar bu arzulardan dolayı dinlerin ve tanrının uydurulduğunu göstermeye çalışsada bir o kadar da bu arzuların bir tanrıya ve dine olan ihtiyacını göstermektedir. İşaret etmektedir.Eğer bizi yaratan tanrı bu vasıflarla yarattıysa bu arzular insanların dine olan ihtiyaç ve arzusunu dile getirmektedir. Eğer ben bu dünyada içimdeki bu arzuları asla tatmin edemiyorsam belki de bu arzular bu dünyada tatmin edilmesi için değil başka şeylerin farkına varmam ve onların açığa çıkarılması için bana verilmiştir.Yani '' bu dünyadaki hiçbir şey içimdeki arzuları tatmin etmiyorsa belki de ben bu dünya için yaratılmamışımdır.''

2) Korkuların Giderilmesi Arzusu

''Gelecekle ilişki kuran
insan zihninin en temel korku konusu olan ölüm korkusundan
kurtulma arzusunu tatmin edecek tek obje ahiret
hayatının varlığıdır. Ahiret hayatının varlığı ise ancak
Allah varsa mümkündür.
“Korkuların giderilmesi arzusu”nun Allah’ın varlığını
gerektirmesi, öncelikle ölüm korkusu üzerinden görülebilecek
olsa da bununla sınırlı değildir. İnsan, evrenin büyüklüğü
ile azameti karşısında acizliğini kavrar ve bu da
korkuya sebep olur. Bu tip korkular da ancak tüm evrene
hükmeden bir Allah’a sığınılmakla giderilebilir. Nitekim
birçok ateist düşünür de Allah’ın, korkuların giderilmesi
ve diğer arzuların tatmin edilmesi için insanlar tarafından
uydurulduğunu söylemişlerdir. Bu konuda en ön plana çıkan
isimlerden biri olan ünlü ateist psikolog Freud, “dileklerin-
tatmini” (wish-fulfillment) olarak gördüğü dinler için
şöyle demektedir:
“...Dini görüşler, medeniyetlerin diğer ürünleriyle aynı
ihtiyaç temelinde ortaya çıkmıştır; doğanın ezici gücüne
karşı kendini savunma zaruretinden.”
“...Sonraki dönemlerin insanı da günümüzün insanı gibi
aynı davranış kalıplarına sahiptir. Çocuksudur ve korunmaya
ihtiyaç duyar, hatta geliştiğinde bile tanrısının yardımı
olmadan bir şey yapamayacağını düşünür.”

Freud’un “kendini savunma zarureti” ve “‘korunmaya
ihtiyaç” ifadeleriyle dikkat çektiği hususu, dinin “korkuların
giderilmesi arzusu”nu tatmin etmesi olarak da okuyabilirsiniz.
Ünlü sosyal psikolog Erich Fromm da insanların “güvenlik
ihtiyacı” ile dine yöneldiklerini vurgulayarak, dinlerin
“korkuların giderilmesi arzusu”nu karşılamasına dikkat
çekmiştir. David Hume da korku duygusuyla dinlerin varlığı
arasında ilişki kurmuştur.
Sonuçta en derin korkulardan kurtulmanın Allah’ın varlığını
gerektirmesi, teistlerin ve ateistlerin üzerinde rahatlıkla
uzlaşabileceği bir olgudur. Asıl mesele, bu olgunun ateizmi
mi yoksa teizmi mi desteklediğini belirlemektir ve bu çalışmada
bu gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Hepimizin doğuştan
sahip olduğu korkma duygusu ve “korkuların giderilmesi
arzusu”, doğuştan sahip olduğumuz gelecek, evren
ve kendi acizliğimiz hakkında düşünme yeteneğimizle birleşir.
Böylece doğuştan, yani fıtraten, bizi Allah’a muhtaç
eden bu arzuya sahip olduğumuz olgusu karşımıza çıkar.''

* Din, ahiret, tanrı ve bu tarz inançların olmasının sebebi arzulardır demek bir yere kadar sorgulamaktır. Arzuların sebebi nedir demek daha büyük bir sorgulamadır.

 Eğer deistler için yazıyorsak zaten tanrı vardır ve bu arzu bize daha uzaktaki bir şeyi çağrıştırır. Ahiret gibi(ölüm korkusu ve ölümün bilincinde olma). Bunun dışında insanın bu dünya içinde içine düştüğü karamsarlık, mutsuzluk, ya da anlamsızlıklar içinde kaybolduğu duygusu... Dünyada da Türkiye genelinde de antidepresan ilaç kullanımı son zamanlarda bayağı bir yaygınlaştı. Çünkü insanlar mutlu değil. Çünkü bu dünya insanları mutlu etmeye yeterli değil. Yine de bir dine inanıp ibadetlerini yerine getirip tanrıyla daha yakın ilişkide olanların daha mutlu ve kendilerini güvende hissettikleri yapılan anket çalışmalarıyla ortadadır. Çünkü insan Tanrıyı anmaya, onla aşk yaşamaya arzu ve istek duyar. Ama deizme göre nasıl olduğunu bilemediğin bir tanrı ile nasıl iletişime geçeceğini de bilemezsin. Ayrıyeten onu anman, hatırlaman ve sevmen gerekir mi ? Bunları da bilemezsin. Bu duygular,istekler ve muhtaçlıkları neden benim içime koydun tanrım ? Her şeyi ve hepsini düşünüp sonunda karamsarlığa ve bilinmezliğin içine terk etmek için mi beni ? Ahlak üstü olman bana kendimce iyilikler kötülükler bildirip sonra da bu yaptıklarından dolayı seni kötü olarak tanımlamama engel mi ? Beni amaçsal ve gayesel fıtratta yaratıp her şeyi düzen ve denge içinde idare edip , atomlardan evrenin en büyük yıldızlarına kadar ve doğadaki canlılar arasında bile bir ekosistem ve yaşamsal denge düzen koyan sen, ve bunlara tanık olan ben, iyinin ve kötünün üstünde olsan bile bu dünya için yarattığın düzende adaleti er geç sağlamanı beklemeyeyim mi ? Evet belki iyilik ve kötülük insanlara göre değişiyor ama Hitler dışında onu kendisi ve yakın çevresi dışında kaç kişi iyi birisi olarak nitelendirebilir. Ya da Meryem Ananın aslında çok kötü biri olduğunu kaç kişi diyebilir. Peki sen bize bu hissiyatları verip neden onların öldükten sonra aynı yere yani hiçliğe gitmesine izin veriyorsun ?
 ''Belki de ahiret vardır biz(deistler) bunu bilemeyiz ''.
Peki o zaman beni bu ihtiyaçlık içinde yaşatıp neden bunu bana neden bildirmiyorsun ? Ahiret varsa ya da öyle bir yer, seninle orada huzur içinde olabilmemiz için bu dünyada koyduğun kurallar neler ? Koyduğun kurallar var mı ? Varsa bildir ki ben de yanlışlarımdan döneyim ve istediğin yani bana huzur verecek şekilde yaşayayım. Eğer yoksa ben malımı gasp edip beni açlık ve sefalete sürükleyen insanlarla bir arada mı yaşayacağım ? ''Yoksa bu ahiret olabilir düşüncesi bizlerin(deistlerin) içimize koyduğun arzular ve ihtiyaçlardan dolayı uydurduğumuz bir kılıf mı ? '' Bana bunları neden bildirmiyorsun ? Ah tanrım , görmüyor musun sana olan sevgimi ve ihtiyacımı dile getirmeden duramıyorum. Bu dünya bana çok zor geliyor. Bunu sen böyle yarattın. Peki neden ? Onu da mı bilemiyoruz tanrım. Ve bir gün bileceğimizin de bir garantisi yok demi ? Anla tanrım. Bana iyi gelen tek şey sensin. Çünkü beni bu fıtratta sen yarattın!

3.) Mutluluk Arzusu
''Ahiretin varlığı ise daha önce belirttiğim gibi Allah’ın varlığını gerektirir.
Bu dünyanın, “mutluluk arzusu”nu tatmin edemediğini gören
herkes, bu arzunun Allah olmadan tatmin olamayacağını
anlar. C. S. Lewis, bu konuyla ilgili olarak şöyle demiştir:
“Eğer kalplerine gerçek anlamda bakmayı öğrenirlerse,
insanların çoğunluğu, şiddetli bir şekilde istedikleri şeyin
bu dünyada olmadığını anlayacaklardır... Öyle bir hasrettir
ki hiçbir evlilik, hiçbir seyahat, hiçbir eğitim, gerçek anlamda
onu tatmin edemez. Bunu söylerken başarısız evlilikleri,
tatilleri, eğitimleri kastetmiyorum. Olması mümkün en
başarılılarını kastediyorum. Eğer kendimde, bu dünyadaki
hiçbir deneyimin tatmin edemediği bir arzu tespit edersem,
bunun en muhtemel açıklaması, başka bir dünya için yaratılmış
olduğumdur. Eğer dünyevi hazların hiçbiri onu tatmin
edemezse bu, dünyanın bir hile olduğunu göstermez. Muhtemelen
dünyadaki hazlar onu tatmin için değil, bilakis onu
açığa çıkarmak içindir. Böylece gerçek hayatın farkına varalım.
Eğer böyleyse, bir yandan bu dünyevi nimetleri hiçbir
zaman küçük görmemeli ve şükürsüzlük etmemeliyim,
diğer yandan bunları bir kopyası, yankısı, serabı oldukları
şeyle karıştırma yanılgısına düşmemeliyim. Kendimde gerçek
vatanım için arzuyu muhafaza etmeliyim, o vatan ki ölmeden
ona kavuşamam...”

“Teoloji, antropolojidir” diyen Feuerbach gibi birçok ateist,
insanların arzularının ahireti, ahiretin ise Allah’ın varlığını
gerektirdiğini tespit etmişler fakat bu tespitlerini insanların,
Allah’ın ve ahiretin varlığını uydurmalarının sebebi olarak görmüşlerdir.
Feuerbach, Allah’ı baştan yok saydığı
için insanlardaki arzuları “hayali arzular” olarak değerlendirir.
Feuerbach bu arzuların arasında “mutluluğu” da sayar:
“Dedim ki Allah mutluluk, mükemmellik ve ölümsüzlük
arzularımızın karşılayıcısıdır. Bundan, insanları Allahsız
bırakmanın, kalbi göğüsten çıkarmak gibi olduğu sonucu
çıkarılabilir. Fakat ben, dinin ve teolojinin Allah’ın ve
ölümsüzlüğün -ki ikisi aynı şeydir- var olduğunu ileri sürmeleriyle
ilgili tezlerine itiraz ediyorum.”
Kısacası “mutluluk arzusu”nun ahireti ve Allah’ın varlığını
gerektirdiği ateist ve teist birçok düşünür tarafından
ifade edilmiştir.''

4.)Gaye Arzusu

Yakın dönemde yapılan psikoloji alanındaki araştırmalarda,okul öncesi çocukların, doğadaki olguları gayesel anlama ve tarif etme yönünde eğilimleri olduğu gösterilerek, insanların doğuştan –a priori- böylesi bir yeteneğe sahip olduğu anlaşıldı. Çocuklar üzerinde yapılan bazı deneyleri buraya copy paste yapıcam şimdi. Yazsaydım oooo çok uzun sürerdi. Ama okuyuverin bir zahmet.
(Bu paragraftaki yazım hataları benden kaynaklı değil ve düzeltmekte çok yorucu. Mazur görünüz.)

 ''Dört yasindaki bireyler, her seyin bir amaci oldugu konusunda
israr ediyorlar. Örnegin; aslanlar hayvanat bahçesine gitmek, bulutlar
yagmur yagdirmak amaciyla varlar. Kayalarin neden pütürlü bir yapiya
sahip oldugunu sordugumuzda ise, yetiskin bireyler daha “fiziksel” açiklamalar
yapmaya çalisirken; çocuklar “hayvanlar kasindiklari zaman bir yerlerini kasiyabilsinler diye” gibi daha fonksiyonel cevaplar vermistir.
Ikincisi, psikolog George Newman ve ekip arkadaslari yaptiklari çalismalarda,
küçük çocuklarin ve hatta bebeklerin bile bir düzeni bir aracinin
kurmus olmasi gerektigini düsündüklerini kesfettiler. Çalismanin bir
bölümünde Newman ve ekibi, 3 yasindaki bebeklere daginik bir blok
yigini gösterdiler ve bebeklere “Bunu kim yapmis olabilir; güçlü bir rüzâr
mi yoksa kiz kardesin mi?” diye sordular. Çocuklar “her ikisinin de” buna
sebep olmus olabilecegi cevabini verdiler. Fakat düzenli bir sirayla dizilmis
bloklar kendilerine gösterildiginde, çocuklar da tipki yetiskinler gibi
ayni soruya “kiz kardesin” yapmis olmasi gerektigi cevabini verdi. Newman ve
ekibi, “düzenli bir blok yigininin yuvarlanan bir top sayesinde olustugu”
gösterilen bebeklerin bile bir saskinlik göstergesi olarak daha uzun süre
baktiklarini fark etti (Newman, et al. manuscript). Son olarak, psikolog Margaret Evans çocuklara ve yetiskinlere “hayvanlarin
nereden geldigi” konusunda basit sorular sordugu ve cevaplarda
“yaratilisçi” ve “evrimsel” yaklasimlar sundugu bir dizi çalisma yürüttü.
Yetiskinler, beklenen yanitlar arasinda farklilik gösterdi: Bazilari Yaratilisçiligi
savunan muhafazakar toplumlara; bazilari da evrimi savunan seküler
toplumlara mensuptu. Fakat Evans’in çalismalari, hem evrimci hem de
muhafazakar kesim tarafindan yetistirilmis çocuklarin “yaratilisçi” yaklasimlara
meyilli cevaplar verdigini gösterdi. çocuklara kendiliginden
geldigine dair bazi kanitlar bulunmustur. Bering ve Bjorklund (2004) farkli
yas gruplarindan çocuklara ölen bir farenin hikayesini anlatti ve onlara
farenin belirli “özellik”lerine ne olmus olabilecegini sordu. Farenin bedeninin
biyolojik özellikleri konusunda soru soruldugunda çocuklar, ölümün
beden üzerindeki biyolojik etkilerini ve beyninin artik çalismadigini belirttiler.
Fakat, psikolojik özellikler soruldugunda, çocuklarin çogu durumda
“devamlilik” olacagini belirtti. Çocuklara göre ölü fare açlik hissedebilir;
düsünebilir; bir seyler isteyebilirdi. Beden gitmisti fakat ruh hala yaşıyordu. Bu bölümde insanlarin “araci”ya karsi duyduklari asiri hassasiyet, düzenin zeki bir tasarimci tarafindan tasarladigina inanmaya yönelik sahip
olduklari dogal egilim ve beden-ruh ikiciligi gibi erkenden ortaya çikan ve
evrensel olan bilissel yargilara sahip olduklarina dair bir sav ileri sürecegim.
Tüm bunlar, tanrilara ve ruhlara, evrenin tasarlanarak yaratildigina ve
ölümden sonra yaşama inanmayi dogal kilan şeylerdir. Bunlar bir dinin doğmasına neden olan tohumlardır.''

''Yale Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmada ise bebeklerin kendi başına hareket edebilen cisimlere yaratıcı güç atfettikleri görüldü. Çocukların kendi kendine hareket edebilen her şeyi ölümsüz, çok bilgili ve algıları çok gelişmiş gördükleri tespit edildi. Michigan Üniversitesi’nde yapılan bir başka araştırmaya göre ise çocukların anne ve babaları evrime inansa bile, 10 yaşın altındaki çocuklar evrime değil Tanrı tarafından yaratılmaya inanmaya daha yatkın. 10 yaşından sonra da bu inanç kişiye göre değişerek farklı yönlere doğru şekillenmeye başlıyor. Barrett çocukların inanca meyilli olduğunu savunurken inandıkları gücün kültürlerine göre değişebildiğini, din olgusunun daha ileri yaşlarda oluştuğunu hatırlattı. Profesör Barrett’ın tezini destekleyen bir açıklama da ABD’deki Emory Üniversitesi profesörlerinden Robert N. McCauley’den geldi. McCauley’ye göre beyin kişiyi insanları tanımaya programlandığı için sıradan bir bulutta bile insan yüzleri görebiliyoruz. Aynı şekilde doğaüstü olaylarda da bir düzen ve neden bulmaya programlıyız. İnanç hayatla mücadele eden insana düzen kurması için yardımcı oluyor.''

*Daha fazla deney sonucu görmek istiyorsanız buraya bakabiilirsiniz.

Bu sıkalaya bakıldığında da insanların inanmaya meyilli olduklarını görebiliriz;
Kim neye inanıyor?
-  Hıristiyanlık: 2.2 milyar
-  İslam: 1.6 milyar
-  Hinduizm: 900 milyon
-  Ateist-Seküler-Dine inanmayan-Agnostik: 750 milyon
-  Çin geleneksel dini: 400 milyon
-  Şamanizm ve diğer kabile dinleri: 400 milyon
-  Budizm: 375 milyon
-  Sihizm: 25 milyon
-  Musevilik: 15 milyon
-  Diğer: 80 milyon

 Tabii ki x'e inanmaya meyilli olmakla x doğrudur demek farklı şeylerdir. Ama burada bir dinin içeriği tartışılmıyor. Her şeyi yaratan tanrının din göndermesinin daha makul/beklenilir olup olmadığı tartışılıyor.

Neyse kaldığımız yerden devam edelim. ''İnsanlarda doğuştan gelen bir gayesellik arzusu olduğu gözle görülüyor.
 Nitekim çocuklardaki gayesel (teleolojik)
açıklama getirmeyle ilgili bu eğilimin keşfedilmesinden
sonra Richard Dawkins, bunu, birçok kimsenin Allah
inancına sahip olmasının sebebi olarak göstererek, ateist
görüşleri yönünde kullanmaya çalışmıştır:
“Her şeye bir gaye atfedilmesine teleoloji denir. Çocuklar
doğal teleolojistlerdir ve birçok insan bu çocukluk durumundan hiçbir zaman çıkamaz...
Açıkça görülmektedir ki çocuksu teleoloji dinlerin oluşumuna sebep olmaktadır."

"Eğer her şeyin bir gayesi varsa, bu, kimin gayesidir?
Allah’ın elbette.'' Peki Allah'ın gayesi ne olabilir ?

* Dawkins'in bu gayesellik çoçuklarda vardır ve bu yüzden de çocukçadır neticesine bağladığı durum bana Kadir Mısıroğlunun ''"Meclis'in açılışının çocukla ne alâkası var da, meclis’in açılışını "Çocuk Bayramı" yaptın ?!.. Demek ki sen ÇOCUKÇA bir iş yaptın ! '' demesini hatırlattı.

''Etrafındaki varlığı gayesel olarak yorumlayan insan, bütün
olarak evrene ve daha da önemlisi kendi varlığına yöneldiğinde,
evrenin ve kendisinin gayesini de öğrenmeyi
arzu eder. Fakat yaşamın ve evrenin gayesini-anlamını
bulmaya yönelik bu arzu, ancak evrene aşkın olarak evreni
ve insanı yaratan bir Allah varsa tatmin olabilir. Ve o Allah bize bunu bildirirse.''

Gerek evrene gerekse bu dünyamıza bakıldığında canlılığın oluşabilmesi için gerekli olan hassas ayarların ikisinde de bulunduğunu görürüz. Neden tam kaos yerine doğa yasaları var ? Gibi sorularda, insanların zihinlerinde alternatif evrenler düşündüğünde (bkz. çoklu evrenler teorisi)
bu evrenin canlılık için ne kadar hassas ayarlanmış olduğunu gösterecektir. Peki tanrının evreni bu kadar hassas, canlılık ortaya çıkacak şekilde ayarlayıp biçimlendirmesinin sebebi nedir ? Deizm bu soruya cevap verebilir mi ?


5.) ADALET ARZUSU

''Chomsky, dil konuşmayı öğrenen çocukların, kompleks
gramatik kuralları kullanma becerisini, ancak doğuştan bununla
ilgili bir kapasiteye sahip olmalarıyla ve bunun grameri
kullanma yeteneğini kazanmalarını mümkün kılmasıyla
elde edebileceklerini söylemiştir. Adalet üzerine fikirleriyle
ünlenen felsefeci John Rawls, “adaletli” ve “adaletsiz” gibi
olağanüstü derecede kompleks ve potansiyel olarak sınırsız
çeşitlilikte yargıda kullanabileceğimiz temel kavramların
ve bunlara dayalı ahlaki yargılarımızın, Chomsky’nin
dil teorisine benzer bir yaklaşımla anlaşılabileceğini ifade
etmiştir.31 Buna göre, doğuştan dil konuşmaya zihnimiz hazır
dünyaya geldiğimiz gibi “adaletli” ve “adaletsiz” kavramlarını
kullanmaya da hazır bir yaratılışla dünyaya geldik.
Gerek eğitimli gerek eğitimsiz, hemen herkesin, farklı
birçok kültürde bu zor kavramı bu kadar rahat kullanmaları
ve adaletin gerçekleşmesinin hemen her kültürde insanların
ortak arzuları olması da “adalet arzusu”nun
bir insani arzu olduğunu göstermektedir. Nitekim
20. yüzyılın ikinci yarısında, psikoloji alanında, konuşma
öncesi dönemdeki bebeklerle yapılan deneysel çalışmalar da
bu hususu desteklemektedir. (Doğuştan ahlak delili bölümünde
bu konuyla ilgili örnek verilecektir.)
İnsan doğuştan adalet arzusuna sahiptir fakat dünyada
birçok zalimin zulmünün karşılığını almadan öldüğünü, birçok
mazlumun ise yaptıkları iyiliklerin karşılığını almadan
vefat ettiklerini gözlemlemekteyiz. İçimizdeki adalet arzusunun
gereği, mazlumlara birçok zulüm yapan bu kişilerin
cezalandırılması ve iyilerin yaptıkları iyiliklere karşı ödüllendirilmeleridir.
Bu dünyada bunlar gerçekleşmediğine göre
ancak ahiret hayatının varlığı ve ahiret hayatında ödüllendirme
ve cezalandırmanın olmasıyla içimizdeki adalet arzusu
tatmin olabilir. Ahiretin varlığıysa ancak bu dünyayı
ve bizi yaratan ve bu yaratmayı tekrar etmesi mümkün olan
üstün bir kudretin, yani Allah’ın var olmasıyla mümkündür.
Kısacası insanın doğuştan sahip olduğu adalet arzusu,
insanın gözünü ahirete, ahiretin var olabilmesi ise insanın
gözünü Allah’ın varlığına çevirmektedir. Bize içkin olan
bu arzunun tatmin olmasının tek yolu ödüllendirme ve cezalandırmasıyla
beraber ahiretin ve onu yaratacak Allah’ın
var olmasıdır.''

6.) Şüpheden Uzak Bilgi Edinme Arzusu

“Bütün insanlar, doğalarının gereği olarak bilmek isterler”
Aristoteles’in ünlü bir sözüdür. Bundan önceki bütün
arzular gibi “şüpheden uzak bilgi edinme arzusu”nun bütün
insanlardaki doğal ve temel arzulardan biri olduğuna
herhalde çok az itiraz eden olacaktır.
Edindiğimiz bilgilerin doğru olduğunu nereden biliyoruz ?
(Pişt)

* Sokrates ne diyor ''Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir''. Ama insanlar bildikleri şeylerin hakikat olduklarına ne kadar eminler demi! Bu herkes için geçerli. Hakikat kalbi ve aklı tatmin etmeyedebilir. Ama o yine de hakikattir. İnsanın zamanına,şartlarına ve bilgisine göre tekrar tekrar gözden geçirmesi gerekir. Hakikati bulabilmek için. Ama deistseniz üzgünüm :( Hakikatin olduğuna dair güçlü bir ön inancınız dogmanız olamaz. İlk başta da dediğim gibi.

''Materyalist-ateist evrimcilerin yaklaşımlarına göre
evrimin mekanizmalarının, sadece bu dünyaya uyum sağlayanı,
yaşayabileni ve üreyebileni seçmesi beklenmektedir.
Fakat bu anlatımın içinde, doğru bilgiyi elde edecek güvenilir
zihinsel yeteneklerin ortaya çıkmasını beklenir kılacak
hiçbir unsur yoktur. Diğer yandan bir teist, Allah’ın insanları,
Kendisi’ni bilebilecek ve sanatını takdir edebilecek şekilde -evrim aracılığıyla veya evrimsiz-
,yarattığını düşündüğü için, doğru bilgiye ulaşacak şekilde zihinsel yeteneklere
sahip olmamızı bekleyeceği bir paradigmaya sahiptir.''
Tanrının bize sadece akıl verip bırakması da doğru bilgilere ulaşabileceğimizi gösterse de hakikati göstermez. Çünkü hakikat her şeyden başka olabilir. Mesela bir misal verelim; insanların 5 duyu organları vardır ve yiyecekleri maddeleri bunlar ile algılayıp sınıflandırır. Mesela balı yiyen birisi balın tatlı,sarı, yumuşak olduğunu ve yoğun bir kokuya sahip olduğunu söyler. Bala atfedilen bu bilgiler doğrudur. Ama 10 tane duyu organına sahip bir canlı olduğunu düşünelim. Bu canlı balın çok daha fazla özelliğini söyleyebilir ve balın hakikatine bizden daha çok yaklaşır. İnsanlar sınırlı aklı ve duyularıyla saf halde evrende hakikate ulaşamazlar. Ama tanrı hakikatin nasıl olduğunu bize bildiriyorsa o zaman hakikati bilebiliriz. Ya da hakikata ulaşabilecek bir donanımda yaratıldığımızı haber veriyorsa.

7.) Başkaları tarafından iyi davranılma arzusu

“Başkaları tarafından iyi davranılma
arzusu” da vardır. Başkaları tarafından iyi davranılmanın
koşullarını ise en iyi şekilde ahlakın varlığı sağlar.
Pratik hayatta rasyonel temellendirmeye ihtiyaç duymadan
ahlaki ilkelere göre davranan birçok insan vardır. Fakat
ahlaki değerlerin rasyonel temellendirmesi ancak Allah’ın
varlığıyla mümkündür. Elbette Allah’a inanmayan ama insanlara zarar vermeyen
ahlaki açıdan iyi insanlar olduğu gibi, Allah’a inanıp
da insanlara zarar veren ahlaki açıdan kötü insanlar da vardır.
Fakat burada savunulan, insanların söz konusu arzularının
ahlaki bir sistemi, bunun “rasyonel temellendirmesinin”
ise Allah’ın varlığını gerektirdiğidir. Ahlaki yasaların
en önemli özelliği bağlayıcılığıdır. Bağlayıcı ahlak
yasalarını ancak tanrı bize bildirirse bilebiliriz.

''Varoluşçu, Allah’ın var olmamasını olağanüstü
seviyede can sıkıcı bulur, Onunla beraber değerlerin
rasyonel temelini bulacağımız bir temel de tamamen kaybolur.
Sonsuz ve mükemmel bir ‘Bilinç’ onu düşünmediği
için artık a priori olarak bir iyi kalmaz. Artık hiçbir yerde
‘iyi’nin varlığı veya birisinin dürüst olması ile yalan söylememesi
yazılı değildir, çünkü artık sadece insanın var olduğu
bir düzlemdeyizdir. Dostoyevski’nin bir zamanlar dediği
‘Allah yoksa her şey mübahtır’ ifadesi varoluşçu için
başlangıç noktasıdır. Gerçekten de Allah yoksa her şey mübahtır
ve insan sonuç olarak sahipsizdir.”  “arzuların
tatmini” yaklaşımında bulunan ateistlerin, en çok işlenen
mantıksal hatalardan biri olan “kökensel hatayı” (genetic fallacy)
işledikleri anlaşılacaktır. “Kökensel hata” işleyen kişi,
bir şeyin kökenini göstermekle o şeyin doğru veya yanlış
olduğunu ispat ettiğini sanır. “Kökensel hata” işleyen kişinin
çıkardığı sonuç doğru veya yanlış olabilir ama akıl
yürütme şekli yine de mantıksal olarak hatalıdır. Örneğin
“Ali dünyanın yuvarlaklığını ailesinden öğrendi, demek ki
bu konudaki bilgisi yanlıştır” diyen kişiler “kökensel hata”
işlemektedirler. Aynı şekilde Freud gibi “arzuların tatmini”
iddiasında bulunanların söylediği gibi insanların bazısının
veya birçoğunun Allah’a ve dine inanmasının kökeninde arzuları
olabilir. Fakat Allah’a veya dine inanmanın kökenini
göstermek suretiyle, Allah’ın ve dinlerin insani uydurmalar
olduğu iddia edildiğinde “kökensel hata” işlenmiş olur. Ne
yazık ki tarihin ünlü ateistleri, bu kadar açık bir mantıksal
hata işlemelerine karşılık bahsedilen yaklaşımlarını kabul
eden birçok kişi olmuştur. Oysa Allah’ın, insanların içine
bu arzuları yerleştirmek yoluyla, onları Kendisine inanmaya
yönelttiği söylenebilir. “Doğal arzular delili” ile bu
açıklamanın daha iyi bir açıklama olduğunu savunuyorum.''

''Burada sunulan delilde de kökensel hata yapılıp yapılmadığı
şeklinde bir soru sorulabilir. Buradaki delilde, doğuştan
var olan arzularımızın Allah’a yönelttiği ve bu yüzden
Allah’ın varlığına inanmamız gerektiği söylenseydi, Freud
ve diğerleri gibi kökensel hatanın başka bir türü yapılmış
olurdu. Kökeni göstermek, ileri sürülen iddianın yanlışlığı
için temel olamayacağı gibi doğruluğu için de temel olamaz.
Oysa burada, önce farklı birçok arzunun hepsinin Allah’ın
varlığını gerektirdiği ortaya konulmakta, sonra bu arzuların
Allah’ın varlığını gerektirecek şekilde nasıl var oldukları
sorgulanmaktadır. Bu sorgulamanın neticesinde arzuların
nasıl var olduğunun açıklamasını en iyi şekilde teizmin
sağladığı iddia edilmektedir: Allah, arzularımızı Kendisine
yöneltecek şekilde oluşturduğu için bu kadar farklı arzunun
hepsi Allah’a yöneltmektedir. Burada sunulan argüman, arzuları
takip ettirip (kökensel hataya sevk edip) sonuca varan
değil, arzuların nasıl var olduğunun en iyi açıklamasının
sorgulanmasından sonuca varan bir argümandır. ''


Yine de birçok insanın içinde Allah'a olan bir sıcaklık,aşk ve istek vardır. Bunlar sadece tanrının var olmasıyla giderilebilecek şeyler değildir.

“Bu arzu, sadece benle veya benle beraber birkaç kisiyle
sınırlı değildir; hepimiz mutlak olarak mutlu olmayı
isteriz... Onlar, Sana bir ödül beklemeksizin ibadet etmektedirler,
çünkü Sen onların sevincisin. Mutlu yaşam sadece
budur; Sen’den keyif almak, Seninle ilgili olarak ve Senden
ötürü. Yaşamın mutluluğu budur ve bu Senden başka
hiçbir yerde bulunamaz. Mutlu yaşam gerçekten dolayı sevinçli
olmaktır; bu ise Sende, yani gerçek olanda sevinçli
olmak demektir... Herkes bu mutlu yaşamı ister, bu yasam
ki mutlu olarak nitelenmeyi bir tek o hak eder...”
(Augustinus İtiraflar)

“Bütün insanlar mutluluğu arar. Bunun hiçbir istisnası
yoktur... Bütün insanlar şikayet etmektedir; prensler, hizmetçiler,
asiller, halk, yaşlı, genç, güçlü, zayıf, eğitimli, cahil,
sağlıklı, hasta, her ülkede, her zamanda, her dönemde, her
şartta... Boş yere etrafındaki her şeyle boşluğu kapamaya
çalışır, o şeylerden hiçbiri ona yardımcı olamaz, çünkü bu
sonsuz boşluk ancak sonsuz ve değişmez bir objeyle yani
Allah ile kapatılabilir.


1- Her doğal arzunun, kendisini tatmin edecek objesi
mevcuttur.
2- Ahiret yaşamı, insanların doğal, doğuştan var olan
bir arzusudur.
3- Öyleyse ölümden sonra ahiret yaşamı vardır.

"Bu argümanı, Geisler, tümdengelim formunda sunmuştur.
Fakat isteyen, ahiretin varlığının doğal bir arzu olmasından
hareketle, bu arzuyu yaratan Allah’ın ahireti yaratmasının
yaratmamasından “daha beklenir” olduğunu söyleyerek, bu
argümanı “en iyi açıklamayı bulma” formuna çevirebilir.
İnsanların Allah’ın varlığına inanmalarının temel sebepleri
arasında ahiret yaşamını arzu etmelerinin yattığı
kanaatinde olan Freud, Feuerbach ve Sartre gibi ünlü ateistlerin,
böylesi bir argümanı duymaları durumunda, şöyle
diyeceklerini tahmin etmek zor değildir: “Allah olsaydı argümanınız
oldukça tutarlı olurdu. Fakat Allah yoktur.” (Bu
bölümün başında bu yaklaşımın cevabı verildi.) Allah’ın varlığına
inandığını söyleyip ahiret yaşamının varlığını inkar
eden veya bu yaşamdan şüphe eden bir kitle de vardır. Arzulardan
ahiret yaşamının varlığını temellendiren bu delillendirme,
bu kitleye karşı da kullanılabilir."

''Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah’ı anmakla
tatmin olan kimselerdir. Haberiniz olsun; gönüller yalnızca
Allah’ı anarak tatmin olur.''(Kuran)

Bunların dışında akıl,bilinç ve irade delilleri de vardır. Yazının daha çok uzamaması için onları buraya almıyorum. Aslında bu deliller ateizme karşı çok güçlü argümanlardır. Çünkü materyalist bir evren anlayışına göre oluşan insan akılları doğru bilgi veremez.  Kendimce yeniden anlamlandırdığım şekliyle akıl argümanını yazayım;

1) Aklın güvenilmez olduğu iddiası içinde bir çelişki barındıracağı için iddia edilemez.(yani akla güvenme zorunluluğu var)
2) Aklın güvenilir olduğu kabul edildikten sonra aklın tesadüfler sonucu oluştuğu ileri sürülemez çünkü bu da aklı güvenilmez yapacağı için temelde bir çelişki barındırır.
3)o zaman bilinçli-iradeli ve ilim sahibi bir varlık aklı yaratmalıdır.

! Aklın güvenilir olduğu kabul edildikten sonra çıkan sonuç tanrının aklını kullanacaksan bana inanmak zorundasın demesidir. Yani Descartes'çi bir cümle kurarsak, düşünüyorum öyleyse tanrı var. Pekiii tanrı bizlere neden akıl verdi. Teizme göre bu rahatça açıklanabilir. En basitinden,en temelde tanrıyı bilmek, gönderdiği dini anlayabilmek vs. Peki deizme göre ne diyebiliriz.
 ''Tanrıyı bilmek için verilmiştir işte deistlere de ve evreni kendimizi sorgulayıp doğru düşünceler üretmemiz için''.
Peki bu ne işe yarayacak? Tanrının bundaki gayesi amacı nedir? Neden kendisinin bilinmesini ve evrenin ve diğer şeylerin üzerine düşünüp insanların doğru bilgiler üretmesini istiyor ?
 ''Vardır kendince bir sebebi bilemeyiz''.
 Peki tamam bilmeyelim ama burada en iyi açıklama metodunu kullanarak seçeceğimiz yolu belirlemeye çalışıyoruz. Deizme iman edipte bunlarının sebebinin bilinemeyeceğini söylemeye değil.

''Allah’ın varlığını anladıktan sonra kendisindeki akıl özelliği
üzerine düşünen bir kişinin karşısına çıkacak önemli
soru şudur: “Allah insanlara neden şahit olduğumuz potansiyeliyle
bir akletme özelliği vermiştir?” Akletme özelliğimiz
sayesinde günlük yaşamımızı sürdürürüz; gerekli
gıdaları alır, yırtıcı hayvanlara yem olmak gibi tehlikelerden
sakınırız. Fakat akletme özelliğimizin derecesi, yaşamımızı
sürdürme becerisini sağlamanın çok daha üzerindedir.
Uzaya uydu yollamayı, Higgs parçacığını bulmayı,
asal sayıların sonsuz adette olduğunu ispatlamayı ve aklın
kendisi üzerine düşünebilmeyi mümkün kılan bir akıl
seviyesi, salt bu dünyada yaşamayı sağlayacak bir akıl seviyesinin
çok üzerindedir. Böylesi bir akıl seviyesi sayesinde
ilahiyat alanını ilgilendiren soyut konular hakkında
ve ölüm karşısındaki durumumuz gibi varoluşsal sorunlar
hakkında da düşünürüz. Aklımızın sahip olduğu müthiş
potansiyel, aklımızın bize salt bu dünyada yaşamımızı sürdürebilmek
için verilmediğini gösterir. Aklımızın bu potansiyelinden
yararlanan bir tefekkür anlayışı, dinlerle buluşmanın
önemli şartlarından birisidir. Elbette böylesi bir
tefekkürle yola çıkış dinlerle buluşmayı garantilemez ama
taklidi (geleneğin veya çevredeki insanların takipçiliğiyle
sınırlı) olmayan bir şekilde dinlerle buluşmak için böylesi
bir tefekkür anlayışının olması şarttır.
Aklı üzerinde düşünen kişi, salt aklıyla “Nereden geliyoruz”
ve “Nereye gideceğiz” gibi en temel sorulara cevap
bulamayacağını fakat aklı aşan bu sorulara cevap vermesi
mümkün olan, Yaratıcısının cevaplarını içeren bir sistem
(din) aracılığıyla, aklın cevabını aradığı bu sorulara cevap
bulabileceğini de anlar. Yani akıl, kendi sınırlarını anladığında,
aklı aşanları da içeren bir sistem olarak, Yaratıcının
mesajlarını içeren bir dinin olup olmadığına gözlerini çevirmek
durumundadır. Sonuçta dinin varlığı, aklı aşan varoluşsal
önemi yüksek soruların varlığından dolayı umulur
fakat aynı zamanda dine ulaşacak olan da akıl olduğu
için din akılla çelişmemek de durumundadır. Kısacası inanılmaya
layık din, aklı aşanları ihtiva ederken akılla çelişmemelidir.
Aklı aşmakla akılla çelişmek önemli şekilde
farklıdır; bu farkı şöyle bir örnekle göstereyim: Uçağın motorunu
ve uçağın nasıl uçtuğunu anlamayan biri için uçağın
uçuşu “aklı aşkındır” ama uçağın uçmaması gerektiğini
kimse gösteremeyeceğinden dolayı burada “akılla çelişen”
bir durum yoktur. Fakat üçle beşin toplamının on olduğu
söylenirse bu “akılla çelişir” ve cevabın sekiz olduğu gösterilip
çelişki ortaya konulabilir.'' Yani tanrının gönderdiği din de akılla çelişmemelidir.

''Ahlakla ilgili özellikleri olan bir varlık oluşumuz ve bir sonraki bölümde
dikkat çekileceği gibi irade sahibi olmamız da ancak
akıl sahibi olmamız durumunda mümkündür. Bu bölümde
ele alınan doğru ile yanlış kavramlarını kullanma
gibi akılla ilgili özelliklerimiz olmasaydı; bir insanı öldürmenin
kötü olduğunu, hatta öldürmenin ne olduğunu dahi
bilemezdik ki bu akıl özelliğimizin ahlaki bir varlık olmamızı
mümkün kılan özelliklerimizden biri olduğunu gösterir.
Aklımızın özellikleri olmadan iradi eylemlerimizi
de gerçekleştiremezdik.''

ve

“Eğer zihinler tamamen beyne bağımlıysa ve beyinler
de biyokimyaya bağımlıysa ve biyokimya da atomların
akışına bağımlıysa; bu zihinlerin düşüncelerinin, rüzgarların
ağaçlarda çıkardığı sesten daha anlamlı olabilmesini
anlamıyorum.”

Bunun dışında ateistlerin bir irade sahibi olmadığı gerçeği de irade delili ile ortaya koyuluyor. Bunun da ayrıntısına girmeyeceğim. Sonda vereceğim linklere bakabilirsiniz. Peki tanrı bize neden irade verdi ? Bir şeyler karşısında neden özgürce seçimler yapabilmemizi istiyor. Hatta içimizde hissettiğimiz ahlaki yükümlülükler ile sahip olduğumuz iradeyi düşünürsek, yani ikisini de bize tanrının verdiğini düşünürsek tanrının gayesini bi nebze olsun anlayabiliriz sanırım. Tanrının hepimizin içine gayesellik koymasından dolayı sanırım tanrının bu işlerdeki gayesinin ne olduğunu sorgulamam kadar doğal bir şey yoktur. Kimin sözü olduğunu hatırlamıyorum ama şöyle bir söz vardı'' Tanrının bu aklı bize kullanmayalım diye verdiğini düşünmüyorum''. Aynı şekilde bu arzuların gösterdiği yöne gitmememiz için bu arzuları bize verdiğini düşünmüyorum. İnsanların doğuştan gelen temel arzuları bunun yanı sıra doğuştan gelen ahiret ve tanrı inançları var. Ve bunları içimize tanrının yerleştirdiğini kabul ediyoruz. Hatta içimizdeki tanrıya inanma meylini deizmde de tanrının içimize yerleştirmiş olması çok olası ve makul bir durumdur. İyi de neden deizmin tanrısı sadece kendisine olan inanca meyili yerleştirip bırakmadı da dine ve ahirete olan bir arzu ve inanma meyli yerleştirdi ? Madem içimizdeki tanrı arzusunu kabul ediyoruz ve bak tanrı da zaten var diyoruz. O zaman diğer arzuları, meyilleri ve ihtiyaçları  niçin reddediyoruz ?


İrade ve Din İkilisi

''Daha önceki delillerin dinle ilgili bölümlerinde görüldüğü gibi, burada
sunulan deliller, monoteist dinlerin kudretli, yaratılışın her
türlü detayından haberdar, tektanrı anlayışına uygun bir
Yaratıcı’nın varlığını temellendirmektedir. Monoteist dinlerin
yaygın olarak savunulan görüşüne göre bu dünya bir
imtihan dünyasıdır ve bu dünyada kişinin gerçekleştirdiği
iyi ve kötü eylemler, ölümden sonraki ahiret hayatında karşılıklarını
bulacaklardır. Bu dünyanın bir imtihan yeri olduğu
iddiası monoteist dinlerin paradigmasının en temel
görüşlerinden birisidir.
İmtihan olmak ancak iradenin varlığıyla anlamlıdır, eğer
kişinin iradesi yoksa yaptıkları bir kayanın bir tepeden aşağıya
yuvarlanması türünden olgulara dönüşür. Böyle bir durumda
ise yuvarlanan bir kayaya bir din gönderilmesi ne
kadar anlamsız gözüküyorsa iradesiz insanlara da bir din
ile teklifte bulunulması o kadar anlamsız gözükecektir. Ayrıca
bir kayayı belli şekilde yuvarlandığı için ödüllendirmek
veya cezalandırmak ne kadar anlamsız gözüküyorsa iradesiz
insanları eylemlerinden dolayı ahirette ödüllendirmek
veya cezalandırmak da benzer şekilde anlamsız gözükecektir.
(İnsanların iradesiz olduğu düşünülünce sadece ahirette
değil, bu dünyada da bir ödüllendirme veya cezalandırma
anlamsızlaşır. Örneğin yüzlerce kişiyi zevk almak için öldüren
bir sadist ile yüzlerce kişinin hayatını kurtaran fedakar
bir insan arasında fark kalmaz.) Kısacası din(ler)in gönderilmesi
ve ahiret hayatının olması gibi monoteist dinler
açısından merkezi inançlar insanlarda iradenin var olmasıyla
alakalıdır. Ayrıca dünyada neden kötülük olduğu
gibi din felsefesi açısından önemli bir soruya karşı getirilen
açıklamalar içerisinde, insanların iradeye sahip olmalarının
sonucunda iyi ve kötü arasında tercihte bulunabildikleri,
irade sahibi olmak gibi önemli bir özelliğin bedelinin
ise ortaya çıkan ahlaki kötülükler olduğu, ön plana çıkan
açıklamalardandır.Bu bölümde savunulduğu gibi iradenin var olduğunu ve
iradenin varlığının en iyi açıklamasının Allah tarafından verildiği
görüşü olduğunu anlayan (veya herhangi başka bir şekilde
Allah’ın varlığına inanan) fakat henüz dinler ile ilgili
kararını vermemiş bir kişiyi hayal edelim. Bu kişi, Allah’ın
varlığını ve kudretini anlayınca, Allah’ın isterse irade vermeyebileceğini,
böylece insanın doğru olanı yapmasının da
hata yapmasının da söz konusu olamayacağını anlar. Bunun
üzerine “Neden insanların iradeleriyle hem doğru olanı hem
yanlış olanı seçebilecekleri bir yapının içerisindeyiz” diye
bu şahıs kendi varlık nedenini sorgulamaya kalktığında, bu
dev önemdeki soruya dinlerin verdiği “imtihan için” cevabının
hiçbir alternatifi olmadığı kanaatindeyim.
Ayrıca içinde bulunduğumuz imtihan dünyasında, iradeyle
gerçekleştirilen birçok eylemin karşılığını almaması,
birçok zalimin mazlumdan daha iyi hayat yaşamaları gibi
olgular, dinlerdeki ahiret inancını destekler niteliktedir.''

''O, hayatı ve ölümü sizi imtihan etmek için yarattı,
böylece hanginizin eylemlerinin daha güzel olduğu ortaya
çıkmaktadır. O yücedir, bağışlayandır.''(Kuran)

1- Allah’ın varlığına inanç.
2- İradenin varlığına inanç.
3- İradenin varlık sebebinin açıklanması. (Din(ler)deki
“imtihan” açıklamasının alternatifsiz olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.)
4- İradenin hangi yönde kullanılacağı için talimatnameler
içerme. (“Doğuştan ahlak delili” bölümünde söylenenler
bu konuyla ilgilidir.)
5- İradeyle yapılan iyi ve kötü eylemlerin bu dünyada
karşılığını bulmaması olgusunun açıklanması.

Bizi dine götürmede yol gösteren bir argüman olabilir.

Deistlerin kendi inançlarını savunmak için temelde anlaşıpta ortaya attıkları en güçlü iddia şudur büyük ihtimalle:  tanrı zaten en baştan her şeyi olabilecek/olması gereken en güzel/iyi/mükemmel haliyle yarattığı için daha sonradan insanlara din göndererek, peygamber göndererek ya da mucizelerle doğaya ve insana müdahale etmesi tanrının yapacağı bir iş olamaz.

Öncelikle bir dinin olması daha rasyonel ve daha iyi bir açıklama olarak kabul edildikten sonra peygamberlerin neden gönderildiği sorusu bir problem teşkil etmemektedir. İnsanlara yaşantılarıyla örnek olacak ve tanrının mesajını kendilerine iletecek bir insanın gönderilmesinde mantıksız ve çelişik bir durum yoktur. Hatta din olacaksa bir peygamber bekleyişi içine de girilmesi uygun bir davranıştır. Herkese tek tek vahiy gönderilmesi ne kadar olası ve olması mantıklı bir durumdur ki ? Hem bir dinin olmasını kabul ettikten sonra insanlara bakınca herkesin kişisel vahiy aldığı gibi bir durumla değil kendisinin tanrıdan mesaj getirdiğini iddia eden kimselerle karşılaşıyoruz. Bunun dışında her şeyi yaratan ve her şeye gücü yeten tanrının doğaya mucizelerle karışması neden tanrı için bir zayıflık belirtisi olsun.  En hayret verici ve mucizevi şey evrenin kendisinin ve bütün bu potansiyelleri içinde barındıracak sekilde yaratılmasıdır. Belki mucize dediğimiz şeylerde en baştan bu potansiyelin içindedir. Hem olmasa ne olur? Tanrının her şeye gücü yetmez mi ?  Ayrıyeten mucizelerin hepsinin bilimin tamamen dışında gerçekleştiğini nasıl iddia edebiliriz ? Hz. Musa'nın Allah'ın izniyle denizi ortadan ikiye yarması olması çok düşük bir olasılık olmasına rağmen bilimsel olarak bir taraftaki su moleküllerinin sağa diğer taraftakilerin sola gitmesidir. Bunu tetikleyen olağanüstü bir şey olmuş olabilir.Ve şu noktayı da kaçırmamak gerekiyor. Tanrı zaman üstü bir varlıktır. Yani bu evreni zaten en başından içine zamanı gelince dinlerin, mucizelerin ve peygamberlerin geleceği bir şekilde planlamış olabilir. Buradan kaderci bir anlayışa çıkılmaz. Tanrının her şeyi bilmesi eylemlerimiz üzerinde baskı yaptığı mantıksal sonucunu doğurmaz. Bilardo toplarını nasıl deliklere sokacağını planlayıp bunu başarabilen usta bir oyuncu ayarlamaları ile bilardo sopasını ilk topa vurduğu anda geri kalanların kendi kendine işini halletmesini sağlayabilir. Ama tanrının da bir insandan çok farklı olduğunu unutmamak lazım. Yani zaten tanrıdan bağımsız bir varlık olamaz. Tanrının varlığı her şeyi kuşatmıştır. Tanrı evreni yaratıp bıraktı diyen deistler için diyebilirim ki tanrı her şeyin içine nüfuz etmiştir ve tanrı o varlıktan sıfatlarını çekerse zaten o varlık sürecine devam edemez. Yani tanrının bizim zaman algımıza göre zaten her an her şeye müdahalede bulunduğunu söyleyebiliriz. İnsana neden müdahalede bulunmasın ? He bir de ibadetlerin yapılmasını mantıksız bulanlar vardır. İbadetlerin olabilmesinin en rasyonel dayanağı ibadet edilmeye layık bir tanrının olup olmadığıyla ilgilidir. Ama bu konuda yeni şeyler yazarak yazıyı uzatmak istemiyorum. İsteyen şuraya bakabilir.

Peki tüm bu delillerden yola çıkarak en iyi açıklama olarak bir din beklentisi içine girersek bu dinin nasıl bir şey olması gerektiği hakkında bir şeyler söyleyebilir miyiz ? Bu delillerin sonuçlarından, yorumlarından ve akli çıkarımlarımızdan yola çıkarak  tanrıdan gelen hak dini bulabilmek için belli başlı öncüller belirleyebiliriz.

1- Bu din akıl, irade, bilinç sahibi Allah’tan bahsediyor mu ?
2- Bu din Allah’a sisteminde merkezi bir yer veriyor mu?

''Uzakdoğu kaynaklı kimi öğretilerde, bazı New Age dinlerde
ve bazı sufi kaynaklarda kendini gösteren, Tanrı ile evreni
özdeşleştiren, “tanrı” kavramını belirsizleştiren panteist
ve panteistimsi (panteizme oldukça benzeyen) olarak
isimlendirilebilecek öğretilerin de elenmesi gerektiği ortaya
çıkmaktadır. Bunlarda, “Allah enerjidir” veya “Allah
evrendir” veya “Allah hepimiziz” gibi söylemlerle, farkında
olunarak veya olunmayarak; “Allah” belirsiz, sıfatları olmayan,
adeta içi boşaltılmış bir Varlık gibi tarif edilmektedir.
Bu aslında öyle bir boşaltmadır ki ortada “Allah”ın kaldığını
söylemek bile çok zordur.''

Allah’in yolladığı bir dinden
beklenmesi gerekli önemli özellikleri söyle saptayabiliriz:

1- Bu dinin varlık anlayışının merkezinde Allah olmalıdır.
2- Bu din Allah’ı her şeyden haberdar, kudreti yüksek,
ezeli olması gibi sıfatlarıyla tanıtmalıdır. Ancak böyle
bir Allah arzularımızı karşılayabilir, arzularımız böyle bir Allah’ı talep eder.
3- Bu din, ahiret yaşamının varlığını haber vermelidir.
4- Bu din, insanların korkularının giderilmesi arzusunu
karşılamalı, Allah’ın insanların dualarından ve durumlarından
haberdar olduğunu bildirmelidir.
5- Bu din, hayatın amacı ile ilgili gaye arzusunu tatmin etmelidir.
6- Bu din, “Nereden geliyorum?” ve “Nereye gidiyorum?”
gibi çok temel hususlarla ilgili bilgi arzusunu karşılamalıdır.
7- Bu din, insanların başkalarından zarar görmeme arzusunun
karşılanması için Allah’ın ahlaki buyruklarını içermelidir.

Ve Son Olarak;

78. Kendi yaratılışını unutarak bize bir misal vererek
dedi ki: “Çürümüş dağılmış bu kemikleri kim diriltecek?”
79. De ki: “Onları ilk defasında yaratan diriltecektir.
O her türlü yaratmayı bilendir.
81. Evreni ve yeryüzünü yaratanın, onların bir benzerini
yaratmaya gücü yetmez mi? Elbette yeter, O yaratandır,bilendir.
(Yasin suresi)

İbrahim'in dininden kendini bilmezlerden başka kim yüz çevirir (Bakara/130)

 İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanıyor? (Kıyamet/36)

*Ek
*1
*2
 3
 4
 5
 6
*7

Kaynakça

https://www.theguardian.com/commentisfree/2008/nov/29/religion-children

https://www.theguardian.com/commentisfree/belief/2008/nov/25/religion-children-god-belief

https://www.telegraph.co.uk/news/politics/8510711/Belief-in-God-is-part-of-human-nature-Oxford-study.html

https://www.haberturk.com/polemik/haber/727857-insan-inanmaya-programli-mi

https://www.telegraph.co.uk/news/religion/3512686/Children-are-born-believers-in-God-academic
claims.html

Caner Taslaman Fıtrat Delilleri

Paul Bloom Religious Belief as an Evolutionary Accident / Çeviren:Osman Zahit Çiftçi Evrimsel Bir Rastlantı Olarak Dini İnanç

*Yukarıda verdiğim linkteki siteleri vs. kaynakçada belirtmiyorum