Hayatta Kalma Otomasyonu

Önemli Not:
Kitap : Değişen Bey(n)im
Yazar : Sinan Canan
Kitabı okumadan önce olayın fizyolojik boyutunu pek bilmediğim için bu düşüncelere ve okumalara bu açıdan hiç bakmamıştım. Sinan Hoca'ya böyle güzel bir eser yazıp farklı bir perspektif kazandırdığı için teşekkürlerimi sunarım.



Selam. Sanki uzun süredir halini hatrını sormadığım bir arkadaşıma selam verir gibi, utanarak ve mahcubiyetle başlıyorum bu yazıya. O arkadaş benim. O yüzden kendimi affediyorum; seve seve. Kendimle konuşmadığımdan değil ama yine de alenen konuşmadığımdan. Yazmak, düşünmekten daha iyi bir düşünme yoludur derler. Geçen günlerde okuduğum bir kitap hakkında birkaç şey söylemek için buraya geldim. Yoksa yine sağda solda kendime kitapla ilgili yorumlar yapıp yapıp duracağım. En iyisi mi, hepsini yazıp kurtulmak.


İnsanın kendini okuma yolculuğunda beynini okuması da gerekiyor sanıyorum. Çünkü insanın nihayetinde neden kendini okumak diye bir arzusunun olması, ya da kendini okumak için beyniyle beynini okumaya çalışması da beynin bir ürünü. O bizim zindanımız. Ali Şeriati'nin bahsettiği, insanın 4 büyük zindanından en büyük olanı: İnsan Zindanı. Belki bu zindanı keşfettikçe insan olmayı başarabiliriz. İnsan ne ile yaşarmış, belki bunu anlayabiliriz. Fakat zindanın içinden çıkmak mı, bunu pek sanmıyorum işte. Çünkü sanki delicesine "arzuladığım" şeyin, gül ağacından yapılmış bir masa olmak ya da çok keskin gümüş bir bıçak olmak değil de o zindandan çıkmayı istemek olmasının sebebi bile, o zindanmış gibi geliyor. Yani neden saçma sapan bir şey istemiyorum. Saçma sapanlıktan kastım, hepimizin ortak algıladığı saçma şeylerin bağlamının dışında, yani tamamen uygunsuz ve yeni bir saçma sapanlık. Beynimin, "aha! evet bu çok saçma" demediği bir saçmalık. Beynimin niteleyemediği, onun tanıyabileceği şekilde var olmamış yani vücudumda o şeyin alıcısının bulunmadığı bir saçma sapanlık. Yine de o kadar çok "özgür" değilim ki bu "saçma sapanlığı" adlandırmak için bildiğim tanımlar içerisindeki "saçma sapanlık"tan daha güzel bir kelime bile bulamıyorum. İşte ben bu kadar "özgürüm". Sadece bu kadarcık özgür olmak mutsuzluk veriyor. O kadar özgürüm ki, benliğim mutlu olmak ve mutsuz olmak arasında gidip gelen bir savaş gibi. Hayattaki her şey ya acı ya da zevk. Benliğim acılardan kaçıp zevke ulaşmak için çabalıyor, bazen mantıklı davranmaya çalışıp acıya katlanıyor; sonucunda zevke ulaşmak için. Bazen insanlar özgür olmak kelimesini öyle anlamlarda kullanıyorlar ki o zindanda ne kadar fena halde hapsolduklarını fark ediyorsun, ve ortadaki bu bitmeyen ironiler daha iyi bir özgürlük tanımı yapmana engel oluyor her zaman. O zaman anladım ki, evet, sanırım özgür olamayacağız. Ve evet bu Tanrı'nın Planı. O halde "İnsan Ne ile Yaşar?" sorusuna cevap, bildiğim tanımlardaki "özgür" kelimesinden uzak. O yüzden ben özgürlük tanımı olarak Immanuel Kant'ın tanımını seçiyorum: İnsan bilgi ile özgür olur. Çünkü insan beynini keşfetmeye başladığında, bazen eylemlerine yön verenin kendisi değil de beyni olduğunu, kendisinin sadece beyninin yaptığı davranışları meşru kılmak için bahaneler uydurduğunu fark edince o kadar da özgür olmadığını öğreniyor. O kadar da özgür olmadığını öğrenince biraz daha özgür oluyor, çünkü o zaman buradaki otomasyonun önüne bilinciyle geçebilme şansı doğuyor. Yine, doğası gereği özgür olamayacağının bilinci onu özgür kılıyor, zindanda yaşayıp zindanda olduğunu fark edemeyenlere kıyasla. Ben kitabın birçok satırında bu zindanın fizyolojisine dair açıklamalarla bunları hissettim. Anlatabildiğim kadarıyla anlatmak istiyorum birazını. Fakat uyarayım "dir/dır" kullandığıma aldanmayın, bilgilerle bilimsel münasebet yaşamadığımdan dolayı "dir/dır" kullanma hakkını kendimde görmüyorum. Fakat "mış/miş" kullanırsam da bilgilerin aitliğini bir türlü kazanamayacağım.

Hayatta kalma otomasyonu. Beyin hakkındaki bu karizmatik tanımı da yine Sinan Hoca'dan çalıyorum. Beynimiz bizim sadece yaşamı arzulamamızı sağlamıyor aynı zamanda bilincimiz dışında bizi hayatta tutmak için çabalıyor. Örneğin mesela çok temel hislerimizi düşünelim: Ağrı duymak, Acıkmak. Acı duymak, bir şeylerin vücudumuzda ters gittiğini, bunlara tepkiler vermemizi sağlıyor. Aksi halde bize zarar veren şeyden kaçamaz, ya da kemiğimiz kırıldığında bu konuda bir şeyler yapamazdık. O yüzden ağrı duymak büyük bir nimet. Aynı şekilde acıkmak da öyle, çünkü yine bu konuda bir tepki vermemiz gerekiyor. Hatta yemek yemenin eğlenceli bir şey olması bile bu noktada mantıklı geliyor. Çünkü bu tepkiyi vermemiz için bir sebep olmalı. Eminim açlık duygusu olmasaydı ve insanın buradaki tek motivasyonu hayatta kalmak olsaydı, birçok insan açlıktan ölürdü. Çünkü birşeyi boş boş çiğnemek pek motive etmiyor ve birçok insan öleceğine gerçekten inanmıyor. Boşaltım sistemimizin devamlılığında da öyle aslında, kimse hayatta kalmak için tuvalete çıkmıyor; beynin gönderdiği hislere tepki olarak onlardan kurtulmak ve bunu yaparken zevk almak motivasyonumuz oluyor. Örneğin cinsel ilişki zevk verici bir şey olmasaydı, hiçbir insan, insan nesli devam etmeli motivasyonuyla bu işi yapmazdı. Görünen o ki, beynimiz hem bizi biz farkında olmadan hayatta tutmaya çalışıyor hem de insan neslini. Fakat bu sadece fonksiyonlarından bir tanesi. Bu kadar mükemmel olması, gelişimini uzun süreçlere bağlı kılıyor. Bu da diğer canlılar arasında en gelişmiş beyne sahip olan Homo Saphiens Saphiens türünün yavrusunu, yine diğer canlılar arasında en uzun süre bakıma muhtaç yavru yapıyor. Çünkü beynin gelişimini tamamlaması için bu süreye ihtiyacı var. Bebeğin hayatta kalması gerekiyor fakat bunu kendisi için yapamaz. Ve bebeğin bilinci burada, kendini hayatta tutmak için beynin isteklerini yerine getiremez, çünkü beyin henüz o fonksiyonları yerine getirmek için henüz gelişmiş değil. Buradaki dikotomi çok ilginç değil mi ? Bizi hayatta tutan beynimiz ve ona bilinçli olarak tepki verirken bile yine beynin otomasyonlarını kullanıyoruz. Peki bebek nasıl hayatta kalıcak? Çok basit, bebeğin annesi, bebeğini korumak için, onu beslemek için motive eden bir beyne sahip. Oksitozin gibi hormonlar sayesinde, annenin verdiği tepkiler bebeği hayatta tutuyor. Eve ekmek getirme sürecinde babanın beynini motive eden hormonlardan biri yine oksitozin. Oksitozin hormonu cinsel ilişkiden sonra salgılanıyor. Bağlılık ve sadakat hissedildiğinde de oksitozin salgılanır. Bu da hayatta kalmak için beraber yaşaması gereken "aile" üyelerinin beyinlerinin onlara sağladığı motivasyonlar. Elbetteki sevgi gibi duygular ailenin bireylerinin beyinlerinin sağladığı farklı motivasyonlardan. Günümüzde kimilerinin yadırgadığı ve değiştirmek istediği bu toplumsal roller Homo Saphiens Saphiens'in bu güne kadar gelmesini sağlayan ve evrimsel olarak gelişen rollerdi. Elbetteki kendini en verimli hale sokacak şekilde bu şekilde evrilen bir beyin için değişim o kadar kolay olmayacak.


Beyin için verimli olmaktan söz ettim. Beynimizdeki sinapsis dallanmaları işleve bağlı olarak değişim gösterir. Buna plastisite denir. Yani yeni bir şey öğrendiğimizde beynimizde fiziksel bir değişim gerçekleşiyor. Örneğin Londra'daki taksiciler üzerinde yapılan deneyde, insanların beynindeki yer-yön tayin etme ile ilgili bölgesi bu taksicilerde diğer insanlara göre %40 daha büyük olduğu tespit edilmiş. Yani işleve ve kullanmaya bağlı olarak buradaki dallanmalar sıklaşmış, böylece taksicilerin beyinlerindeki bu bölgedeki kullanımların artmasıyla bu bölgedeki fiziksel değişim gözle görülür derecede büyümeye sebep olmuş. Unutmayın verimlilikten bahsediyoruz. Aynı şekilde beynin kullanılmayan bölgelerindeki sinapsis dallanmaları da azalıyor. Beynin verimliliğini arttırması için kullanılmayan bölgelerdeki bağlantıları beslemesine gerek yok, böylece kullanılan alanlara yoğunlaşabilir. Tabi buradaki açıklamada bir soyutlama da var zira dediğim gibi bilimsel olarak münasebetim olmadığı için size uygun terminolojide gerekli açıklamayı yapmaktan acizim. Fakat merak ediyorsanız kesinlikle kitabı okumalı, hatta bilimsel makalelere göz atmalısınız. Bebeğe geri dönelim. Gelişim döneminde bebeğin beyninde çok yoğun sinapsis dallanmaları görülmekte. Ve ilerleyen dönemler boyunca hızla bu dallanmaların seyreldiğini görüyoruz. Yani, kullan ya da kaybet. Sinirbilim tarihinde yine yanlış bilinen şeylerden bir tanesi de yaşlı beyinlerin gelişemeyeceği idi. Fakat bu yeni veriler gösteriyor ki yaşlı beyin bile plastisite ortaya koyup, gelişebiliyor. Sonuçta erkek beyni ve kadın beyni bu evrimsel dallanmalara bağlı olarak birbirlerinden çok farklı yapıdalar. Ve aslında bu farklılıklara kültürel yoğun anlamları dayarken bir yandan da insanlık tarihinde kimin neyi kullanıp neyi kaybettiğini hatırlarsak bu dallanmaların yoğunlaşma bölgelerini, yetenek ve ilgi alanlarının bu beyinlerde farklı olduğunu fark edebiliriz. Her insanın beyni birbirinden farklı, dolayısıyla herhangi iki insan birbirinden farklıdır. Hal böyle olunca herhangi iki insanın eşitliği söz konusu değilken erkek ve kadının eşit olması ise objektivist bir bakış açısı değildir. Evren ve insan onların olmasını istediğimiz şeyler değildir, onlar neyse o'dur, A, A'dır. Burası farklı bir yazı ve farklı bir konu. Sadece burada yeri gelmişken fizyolojik ve evrimsel açıdan farklılığa değinirken bu konuya da değinmek istedim. Her neyse, bu dallanmalara bağlı olarak yine, ergenlik döneminde genç beyinlerde yine sık dallanmalar söz konusu. Hatta ergenlik dönemindeki insanların davranışlarındaki görece tutarsız, mantıksız hal ve hareketler bu sık dallanmaların bir sonucu. Bu dönem boyunca uzun bir süre karakter oturması denilen şey aslında, kullanılmayan dallanmaların beyin tarafından silinmesi ve kullanılan dallanmaların gelişmesi üzerine. Açıkçası bu noktada biraz şaşırmıştım. Çünkü insanlar sahip olduğu özellikleri, karakterleri ve duyguları aslında hepsini beyinlerdeki bu dallanmalara borçlular. Yani bir insan beyninden ibaret. Şöyle bir örnek vereyim. Sevdiğim bir dizinin bir bölümünde, genç bir kadın teşhis edilemeyen bir hastalıktan ötürü hastaneye yatırılıyordu. Yan hikaye olarak da, kadının medikal geçmişindeki alkol bağımlılığından söz ediliyor ve hatta ailesinin kızlarını alkolden kurtarmaya çalışmasından bahsediliyordu. Genç kadın da bu konuda iradesiz davranıyordu. Sonunda doktorlar kadının beyninde bulunan bir çiviye rastladılar ve asıl hastalığına bu şekilde teşhis koydular. Doktorlardan birisi de ailesine şöyle bir açıklama yapmıştı sonlarda: "Çivi beyninin bağımlılık kontrol merkezini baskılıyor, onun suçu yoktu."

Sinirbilimde çok fazla soru işareti var ve birçok şey açıklanamıyor. Fakat akla şu geliyor yine de bu verilerle: "Beni, ben yapan, elle tutulur şeylerden farklı bir şey olmalı." Bilmiyorum, bunu arzulamıyordum, fakat aslında hepimiz gün içinde savaşlar veriyoruz. Sanki hepsi beynimize karşı ben tarafından verilen bir savaş gibi. Aslında o ben yine beyin. Yani beynimizin bir bölümü başka bir bölümüyle savaşıyor. Frontal Korteks (Beyin Kabuğu) denilen yapı insan beyninde diğer primatların beyinlere göre büyük olan kısım. Düşünmek, bilinç, irade, sanat gibi birçok şeyi buraya borçluyuz. İşte o ben bu, ve savaşını diğer bölümlere karşı veriyor. Beynin yapıca dışardaki bölümü içerdeki bölümlere karşı savaş veriyor. Fakat aslında çoğu zaman içerdeki bölümlerin sebep olduğu davranışlara, bu dışardaki bölüm savaş vermek için çalışmıyor da sadece bahane bulmak için çalışıyor. Biraz daha virajı genişten alayım. Fareler üzerinde yapılan bir deneyde beynin Dopamin salgılayan bölümüne elektrotlar bağlanmış ve pedala basılmak aracılığı ile elektrotlara elektriksel sinyal gönderilmek üzere bir devre tasarlanmış. Dopamin hormonu beynimizin ödül mekanizmasında yer almakta. Ve bir takım aktivitelerden sonra salgılanıyor bu hormon. Fareler bu pedala bastığında bu bölgeyi tetikliyor kendi beyinlerinde Dopamin salgılanmasını sağlıyor ve dolayısıyla bu hoşlarına gidip aralıkla basıp duruyorlar pedala. Ve deney sonucunda fareler açlıktan veya susuzluktan ölmüşler. Bu deneye bana kendimi hatırlattı mesela. Çocukken bilgisayar başından kalmazdım ve ancak neredeyse altıma kaçıracakken kalkardım. Bunun gibi ödül pedalları hayatımızda aslında her yerde. Ve beynin dışındaki bölüm bu pedala basmamızı engellemek yerine, pedala basmamızı meşrulaştırmak için çalışıyor. Tabi o farklı birisi değil, o ben oluyor işte. Buradaki durum aslında Psikolojideki Leon Festinger'in Bilişsel Çelişki(Cognitive Dissonance) Teorisi ile açıklanabilir. İki temel hipotez söz konusu bu teoride. Birincisi, insan çelişki sonucu bilişsel olarak çelişki hisseder ve burada duyduğu rahatsızlıktan ötürü bilişsel denge yaşamak, uyum sağlamak arayışına girer. İkincisi, çelişki çok bariz ise bu çelişkiyi ortaya koyan durumlardan aktif olarak kaçınma yolunu seçer. Yani diyelim diyettesiniz ve tatlı yememeniz lazım. Tatlıyı yemek burda pedal ve yiyince Dopamin salgılanacak. Birinci seçenek, "Tatlı bana zararlı" der ve tatlı yemekten vazgeçersiniz. İkinci seçenek, "Arada sırada kaçamak yapmanın bir zararı yoktur" der ve tatlıyı yersiniz. İnsanların çoğu genelde ikinci durumdaki gibi tepki veriyor, beynin iç tarafdaki bölümleri tarafından kontrol edilen bu davranışınızda, mantıklı olan beyin bölümünüzü, sadece yaptığınız tutarsız davranışı meşrulaştırmak, yani bilişsel çelişkiyi gidermek için kullandınız. Ve aslında bizi kontrol eden utanmak, korkmak, çekinmek gibi duygularınızla ya da türlü alışkanlarınızla nasıl yüzleştiğinizi hatırlayın, genelde onlar kararı veriyordu biz ise meşrulaştırıyorduk. Bu yazı bir kişisel gelişim yazısı değil, "Hadi lan yaparsın", "Müthişsin, harikasın.", "Sen başarırsın!" gibi şeylerden bahsetmicem. Sadece altını çizmek istiyorum, o kadar da özgür değiliz.           


İnsan Zindanı en zor zindanımız. Kendimizi okurken beynimizi de okumak şart. Onunla nasıl savaşacağımızı ancak bu şekilde öğrenebiliriz. Neyi, nasıl öğreneceğimizi de ancak bu şekilde öğrenebiliriz. Özgür olmamak beni mutsuz etmiyor, çünkü özgür olmadığımı bilmek beni mutlu ediyor. Daha da önemlisi, özgür olmamak beni mutsuz etmiyor, çünkü biliyorum, bu Tanrı'nın Planı.








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder