Ahlakın Kökeni/Temellendirilmesi

Selam Lâedrî. Giriş yapmayı pek beceremediğim için direk konuya girmek sanırım herkesin yararına olucak.Evet bu yazıda ahlakın kökeni hakkında bir şeyler karalamak istiyorum.Ahlakın kökeni neye dayanır,evrim bize ahlak ile ilgili her şeyi vermektemidir,boş bir levha olarak geliyor insanda toplum mu ona öğretiyor bu ahlaki yargılarını yoksa tanrı insanın içine yerleştirdiği fırtatı gönderdiği din ile birleştirerek mi bildiriyor bizlere ahlakın iyinin kötünün ne olduğunu.Burada yapacağım şey ahlaktan yola çıkarak tanrıya ulaşmak olmayacak ama yinede kıyısından köşesinden bu çıkarımlar yapılabilir.Nihai hedefim ahlakın kökeni ve rasyonel olarak ahlak anlayışının temellendirilmesi hakkında bildiklerimi paylaşmak.Öncelikle etik ile ahlak kavramı arasındaki farka değinmek istiyorum.Kısaca demek gerekirse etik,ahlak felsefesidir ve ahlakı incelediği gibi neden iyi-kötü,erdemli olmak nedir gibi soruları sorar.Yani etik evrenseldir,genel olarak ahlak anlayışlarımızı inceler.Ahlak ise kişilere,toplumlara özgüdür ve davranış biçimleri olarak da ifade edilebilir.Etik bu işin teorisini oluştururken ahlak daha çok pratiğini oluşturur ve biraz da bağlayıcılığı vardır denilebir.Onun için hazcılık,faydacılık,bencillik gibi farklı ahlak anlayışları vardır ama hepsi etike dahildir.Ahlak ile etik arasındaki fark her ne kadar bu yazıda değinmeyecek olsamda önemlidir ve sıklıkla birbirine karıştırılmaktadır.Son olarak bulduğum kısa bir tanımı da kopyala yapıştır yaparak bu ayrımı tamamlıyorum''Ahlak; değerler sisteminden oluşan kurallar bütünü iken,Etik;ahlakı felsefi açıdan inceleyen ve açıklayan felsefe dalıdır.Şimdi ahlak ile ilgili tanımlamamız gereken iki önemli konu var

1)Evrensel ahlak:Hani şöyle kısa bi açıklama yapayım zaten ilerde konu bağlamında bakıldığında hepsi oturucak diye umuyorum.Evrensel ahlak dediğimiz zamanın tüm evrelerinde tüm topluluklar için geçerli olan belli ahlaki yasalarıdır.

2)Objektif ahlak:Bu abimizde kendisini şöyle ifade edebilir,insanların hangi zamanda nasıl davrandığından bağımsız olarak(düşünceden bağımsız) hep var olan ahlakı değerlerdir.Değerler kelimesi yanlış bir kullanım olmamıştır umarım.Yani ana mesaj anlaşıldıysa gerisi önemsiz boşverin.Objektif ahlaka şöyle bir örnek vereyim;diyelim bir topluluk var bu topluluk ensest ilişki yapmayı ahlaksız bulmuyor ve gayette yapıyor.Dünyada ani bir felaket oldu ve sadece bu enset grup hayatta kaldı.Peki şimdi böyle bir durumda dahi ensest yapmak ahlaki olarak kötüdür diyebilirmiyiz ? soruya evet diyorsan işte objektif ahlak budur.

Evrensel ahlak yasalarının olduğunu savunan filozoflar olduğu gibi varlığını reddedenler de vardır.Bunlar konumuz değil isteyen google'a yazıp bir sürü filozof ismi ve terimle cebelleşebilir (kötülemiyorum tabi ama abartıyorlar bazen terimlerin sanki anlaşılmasın diye var bunlar).Ve birde dikkat edilmesi gereken çok önemli bir ayrıntı var.Neden/nasıl ile niçin farkı.Biz bir şeyin neden olduğunu veya nasıl olduğunu sorduğumuzda(genelde ikisi birbirinin yerine kullanılır) bu sorular bilime yöneltilmiş sorulardır ve bilimsel açıklamalar yapılır çünkü neden/nasıl soruları sebeplere yöneliktir.Niçin sorusu ise bir amaç/gayesellik sorusudur.Bir şeyin nedeninin/nasılının açıklaması onun niçininin açıklaması olamaz.Şöyle bir örnek verelim mesela;Henry Ford'a bu arabayı nasıl/neden yaptın yaptın baba diye sorduğumuzda işte bize belli başlı bilimsel açıklamalar yapacak motorun çalışmasından arabanın malzemelerinden bahsedecektir ama ona bu arabayı niçin yaptın diye sorduğumuzda bize işte şu topluma bi katkım olsun ya da ne bileyim atlardan çok sıkıldım gibi açıklamalar yapabilir(belki de sorulmuştur bu soru bilmiyorum :).Burada sanırım neden/nasıl ve niçin farkını anlatabilmişimdir.Hani bunu şunun için diyorum (ilerde daha detaylı bakıcaz),işte ensest yapmıyoruz çünkü biyolojik olarak gen havuzunu daraltmamak ve sakatlıkların olmaması için evrimsel süreç sonucu oluşmuş insan neslinin devamı sağlayan bir bla bla...Sen burada bana ensesti neden yapmadığımızı anlatıyorsun.Bunun niçin kötü olduğunu ya da niçin yapmamam gerektiğin veyahut niçin yapmadığımı değil.Bu ensest örneği çok klişedir aslında ama saatin gece 3 olmasından sanırım aklıma farklı bir örnek gelmedi.Ahlakın nasıl oluştuğuna dair getirilen şu 3 iddiaya bakalım.

insan zihni boş bir levhadır''tabula rasa'' ve doğduğunda hiç bir şey bilmez daha sonrasında toplum ona ahlakı öğretir.İşin aslına bakılırsa son 20-30 yıl içinde yapılan psikoloji deneyleri bu iddianın feci derecede yanlış olduğunu gösterdi.Müthiş bir deney olan ve izlerken çok zevk aldığım (sona linkini koyucam) o bebeklere yapılan kukla deneyleri.O deneyler insanların doğuştan bomboş bir şekilde değil belli ahlaki yargılara sahip olarak dünyaya geldiğini ortaya koydu.Yani bu ahlaki yargılar dediğim şeyler tabi o kadar kompleks olmayan temel iyi-kötü ayrımı,empati ve adalet üzerine yoksa küçücük bebek o saatte o kadının sokakta ne işi var lan(!) yada asonsöre kızlı erkekli biniyorlar şuna bak hele hele (!) demiyor yani.Temel olarak ben deneyi özetleyeceğim. Başlıyorum,arr yuu riddy. Bebeklerin karşılarına 1 oyuncak dolu kutu ve 3 tane de kukla koyuyorlar.Kuklalardan biri oyuncak dolu kutuyu açmaya çalışıyor ama tek başına yapamıyor ve diğer bir kukla ona yardım ediyor.Sonra yine o kukla kutuyu açmaya çalışıyor ama bu sefer 3.kukla kutuyu açmasına engel oluyor.En son yardım eden ve engelleyen kuklalar bebeklere uzatılıp hangisini seviyorsun dendiğinde bebekler yardım eden kuklayı seçiyorlar.Daha tutamayacak kadar küçük olan bebekler ise iyi kuklaya kötü kukladan çok daha uzun süre bakıyorlar.Bir başka deneyde yine o  kuklalar var ve bu sefer top oynuyorlar.Kuklalardan biri top kendine atıldığında topu saklıyor yani geri atmıyor ve oradan uzaklaşıyor. Sanki mahallede topun sahibi çocuğu küstürür de topu alır gider ya sende saf gibi kalırsın orada.Neyse sonra yine o oyuncak kutusunun başına geliyorlar ve demin hinlik yapıp topu alıp kaçan kukla kutuyu açmaya çalışıyor ve bir kukla da ona yardım ediyor.Sonra tekrar açmaya çalışıyor ve diğer kukla ona engel oluyor.En son yardımcı ve engelleyici olan iki kukla bebeğe uzatıldığında bebek bu sefer engelleyici olan kuklayı seçiyor.Çok garip, yani bebek kendi çapında topu çalan kuklayı cezalandırıyor.Yani ilk deneyde bir iyiliğe meyil ikincide de bir adalet duygusunun bilindiği anlaşılıyor.Bir deney daha var ki ondada fıtratımızın güllük gülistanlık değil aslında ırkçılık/kendinden olanı kayırma gibi kötü diye nitelendireceğimiz bir sonuç çıkıyor ortaya.Bebeklere kraker ve kahvaltılık gevrek sunuluyor ve bebek birini seçiyor.Sonra iki kukladan biri krakeri diğeri gevreği seçiyor en sonunda yine kuklalar bebeğe uzatılıyor ve bebek kendisi ile aynı yiyeceği seçen kuklayı seçiyor.Ayrıca bu kendisiyle aynı yemeği seçmeyen kukla o kutuyu açmaya çalışıyor ve yine engelleyici ve yardım eden kukladan bu sefer bebek engelleyen kuklayı seçiyor.Yani kendinden olmayanı cezalandırıyor.Bir de empati deneyleri var bunlar o linkte ki videoda yok.Bebekler başka ağlayan bir bebeğin sesini duyunca o bebekte ağlamaya başlıyor ve empati ahlak için çok önemli bir unsurdur.Şimdi bu deneylerin sonucunda aslında evrensel ahlak yasaları için deneyde de dendiği gibi şöyle bir yargıya varabiliriz.''Bütün insanların ortak paylaştığı bir evrensel ahlak özü vardır'' ama tabi ki bu ahlak özü toplumlar içinde çok fazla dallanıp budaklanır.Mesela spartalılar sakat doğan veya savaşçı olamayacak küçük çocukları öldürüyorlardı.Bu onlar için ahlaksız bir tutum değildi kaldı ki o kadar küçük çocukları da zaten insan olarak görmüyorlardı.Yada platon dinsizlerin öldürülmesi gerektiğini söylüyor.Şimdi ışid gibi yada bazı diğer radikal islamcı terör örgütlerinin bu açıklamalarını gördüğümüzde tüylerimiz ürperiyor ve onları yobaz akılsız ya da başka şekillerde niteliyoruz.Peki platon akılsız biri miydi?Yani her ne kadar bir ahlak özümüz olsa da diğer insanlar içinde bulunduğumuz toplumun ahlak görüşü bizim düşüncelerimizi fazlasıyla etkiler ama şu da var ki her ne kadar toplumlar bu kadar farklılık gösterse de bir sürü ortak değerimiz vardır. Human Universals kitabında Donald Brown bütün topluımlarda görülen 200 ortak özelliği yazar.Bunlar geniş manada farklılıklar gösterse de tüm toplumlarda temelde bulunur mesela kendi kültürünün üstünlüğünü düşünme,hediyeleşme,cinselliğin mahremiyeti,doğum ritüelleri,müzik ilgisi,misafirperverlik vb. Yani temel düzeyde olsa bir evrensel ahlaktan bahsedebiliriz.Sonuç olarak tabula rasa yanlıştır bize ahlakın kökenini vermez.Peki evrim bize ahlakın kökenini verirmi. Aslında evrim diyerek konuyu tanrıdan uzaklaştırmak mantıklı olmaz çünkü evrim tanrının canlılığı yaratma biçimi de olabilir.Bunun için kör ve tesadüfi süreçlere bağlı evrim demek daha uygun.Bu evrim bize ahlaklı olarak vasıflandırdığımız davranışları (yukarıda da dediğim gibi) neden yaptığımızı açıklar ama onları niçin yaptığımızı açıklamaz.İnsanlar doğadaki diğer canlılarla benzer davranışları yapmakla beraber onların yapmadığı bazı davranışları da yapmaktadır veya tam tersi şeklide olabilir.Ayna nöronlar bizim empati kurmamızı sağlar ve bu da karşı taraftaki insanı anlamamızı ve ona göre davranmamızı sağlar ama niçin o şekilde davrandığımızı açıklamaz.Ahlakın açıklamasını sadece evrime bağlarsak birine yardım etmek ve hırsızlık yapmak arasında hiçbir fark olmaz.Çünkü bilim bize sadece var olanın nasıl işlediğini gösterir.Buna göre birinin bir derneğe yardım etmesiyle ayakkabasını bağlaması arasında hiçbir fark kalmaz.Tam hatırlamıyorum ama Bertrand Russell'ın midye sevmek yada sevmemek tamamen beğeni durumudur dediğimizde kimse sıkıntı duymaz ama pedofili için aynısını dediğimizde büyük bir tepki alırız.Böyle bir şeydi dediği şey.Yani demek istiyor ki biz neye göre bir şeye iyi yada kötü diyeceğiz.Bizim dayanak noktamız ne.O kukla deneylerine gelirsek eğer biz o bebeklerin yaptığı davranışları neye göre bu iyi bu adaletli bu kötü diye ayırıyoruz.Eğer bizim objektif ahlakı değerlerimiz yoksa o deneyler sadece bebeklerin nasıl davrandığını açıklar o davranışların iyi yada kötü olduğunu değil.Hem zaten fizik matematik genel olarak denklemdir yani biraz kısır bir cümle oldu ey atinalılar ama demek istediğim bilim sabah kahvaltısında börek var erken kalkarsan yersin geç kalırsan biter der bize ama böreği için erken kalk-MALI-sın diyemez.Aynı şekilde şu davranış iyidir öyle davranmalısın iyilere yardım edip kötüleri cezalandırmalısın diyemez.Bilimden meli-malı cümleleri çıkmaz.Eğer bizim vicdanımız var iyiyi kötüyü ayırabiliriz dersen hitlerin mao'nun vicdanı yok muydu yada akıl her şeyi çözerse platon salak mıydı?Evrim konusunda bir de şuna değinmek lazım, diyorlar ki diğer hayvanlarda insanlarla aynı şekilde davranıyor şempazeler hatta köpek gibi canlılarda da benzer özellikler var.Bu özelliklerin olması demek bunları canlıların ahlaki olarak tercih ettikleri anlamına gelmez.Arılar da kolonisi için türlü fedakarlıklar yapar ama hiçbir böcek bilimci arıların bunu ahlaki farkındalık sayesinde yaptığını söylemez.Canlılar bu davranışları genetiklerinde kodlu olmasından dolayı yapıyorlar ama insan diğer canlılardan farklı olarak davranışları iyi-kötü olarak tartabiliyor ve ona göre karar veriyor. Eğer doğadan ahlaki yargılar çıkarıp insanla bağdaştıracaksak bence karadul örümceği kocaları tarafından gerekli itibarı görmeyen kadınlar için çok işe yarar(!) çünkü (genel olar örümcekler) karadul kocasını çiftleştikten sonra yiyor.Ve eğer biyolojik indirgemecilik yaparsak(evrim her şeyi açıklar gibi şeyler demek biyolojik indirgemeciliktir) aşk,merhamet,sevgi gibi değerlerin hepsi aslında evrimin bir yanılsaması olarak çıkacak karşımıza.Yani bir yan ürün,olmasa da olabilecek olan şeyler.Mesela Richard Dawkins derki;Dna canlılar yararlansın diye değil,dna yararlansın diye vardır.Tabi öncesinde uzun bir konuşma yapar.Yani Olayları sadece evrimsel süreçlere indirmek bize ahlakın temelini vermediği gibi neden ahlaklı olmalıyım bunlar ahlaklıyken bunlar neden ahlaksız davranışlar gibi sorularında ne yazık ki cevabını veremez. Peki ahlakın kökenini bize ne verir yani ahlak denilen şeyi temellendirmek için bize ne lazım?Başta tanrı ve onun gönderdiği din olmak üzere evrim,toplum,kültür,akıl ve daha bir çok şey lazım.Ama tabi ki temellendirmek için tanrının gönderdiği din lazım.Sadece tanrı olması da yetmez çünkü bizle iletişime geçmedikçe biz hala neyin ahlaklı olup olmadığını bilemeyiz ve neden ahlaklı olup olmamamız gerektiğini de. Buradan tabi ki ateistler yada dinsizler ahlaksızdır teistler ahlaklıdır diye bir önerme çıkmaz pekala ateist biri iyi denilen davranışı yapabileceği gibi müslüman da kötü denilen bir davranışı yapabilir ama temellendirme işine gelince ateist olduğu yerde bekler.Ona göre ahlak keyfi olmak zorundadır.Etikte üretilmiş olan hazcılıktır bilmem nedir bütün ahlak anlayışları keyfidir ve hiçbir dayanağı temellendirmesi olamaz.Ateist yada deist vb. herhangi biri için en makulu dostoyevskinin dediği gibi ''tanrı yoksa her şey mübahtır''olmalı.Teoride bu olsun ama tabi ki pratikte çok sakıncalı sonuçlar doğurur.Son kısımlara doğru gaza gelip fazla hızlandım ama son olarak demek gerekirse din olmadan yapılan tüm ahlak anlayışları keyfidir ve temellendirilemez.Evrim bize ahlakın temelini vermez evrim sadece nedensel örgüleri davranışlarımızı,onları neden öyle yapıp onlara sebep olan diğer nedenleri açıklar yoksa gelipte bize pedofili kötü bir davranıştır demez çünkü bu bilimin konusu değildir ve insan boş bir zihinle dünyaya gelmez.Bunlar demek oluyor ki rasyonel olarak ahlakı temellendirmek istiyorsak bir dine muhtacız yoksa hep bir yan ürün;yanılsama hatta tam olarak ne idüğü belirsiz bir şey olarak kalacak.Yani uzun lafın kısası,iyi ki Allah var.

Dipnot*Tanrının insanı hem o evrimsel süreçle yaratıp alt yapıyı göndereceği vahye göre hazırlaması ve gönderdiği din ile de uyumlu şekilde iyiyi kötüyü bildirmesi çok daha makuldur.

Link*https://youtu.be/Z4eGJq0rjw0

Lâedrî

Thales ve İlk Çağ Felsefesi Üzerine

Merhaba dünya.

7 bilge.İnsanin rasyonellikte aradığı mistisizm de çok ilginçtir.Baba,anne,savaşçı,bakire,yaşlı bilge,demirci,yabancı ve iphone 7.Yedi sayısıyla ilgili bir ton zırvalık bulabilirsiniz internette, tabi dünyanın etrafında 7 tane gezegen vardır ibaresine rastlarsanız da boş verin 7'nin modası geçti zaten.Sayılara olan merak ortada nitekim Google'a istediğiniz sayıyı yazarak da insanların her sayıya bu denli atıflar yapıldığını görebilirsiniz.Her neyse işte Thales abimizin 7 bilgeden 1 tanesi olduğunu söyleyerek yazıya başlıcaktım ki bu ilgiyi eleştirmeden edemedim.

"Thales of Miletus"

"Aydınlı Thales" in kişisel hayatına dair çok fazla bilgi olmasa da yine de Diogenes Laertius tarafından yazılmış “Lives and Opinions of Eminent Philosophers” kaynağına  göre 78 yaşında öldüğüne göre 626-623 arasında doğup 548-545 arasında öldüğüne dair bir çıkarım yapılmakta.Düşünceleri ve onların evrimini daha iyi okumak adına kendisinin kişisel hayatıyla ilgili dikkat çekmeyi istediğim tek yer burasıydı aslında.Ve özellikle kendisiyle ilgili bir okuma yapıyor iseniz , Aristo'nun Thales hakkında verdiği "eğer isterlerse filozoflar çok kolay zengin olabilirler" göndermesini bünyesinde barındıran örneğiyle sık sık karşılaşabilirsiniz.Sosyopolitik anlamda doğru yapılanmayı , bireysel gelişimi ve özellikle o yazıya da ismini verdiğim gibi "pratik" anlamdaki (!)"felsefeyi" yapan Konfüçyüs ya da "bireyin inşa etmesi gereken moral düzen" ile meşgul olan Buda gibilerinin yanısıra Thales salt doğal gerçeklikle , gerçekliğin doğasıyla ilgilendi.Aslında bu farklılığa özellikle dikkat çekiyor oluşum felsefenin gerçek kimliğini kazanması sebebiyledir.Düşüncenin üretimindeki her atış insanlık için bir sayıdır fakat Konfüçyüs , Buda , Lao-Tzu bir kümede , birtakım önkabuller dahilinde çoğunlukla pratik üzerinde düşünce üretmiş ve felsefe yapmaktan ziyade birtakım öğretiler sunmuşlardır.Küçümseyici tavrımı ontolojinin mükemmelliğine veriyorum.Varoluş adına sorulan büyük soruların , aslında çoğu insanın bile varolmalarının üzerine düşünme yaptıklarını göz önüne alırsak "ilkler" niteliğinde olmaları hiç de mantıksız değildir.Var olmanın garipliği , seküler bir insana bile bu garipliği hissettirebilecek derecede gariptir.Kendisi üzerine herhangi bir soru sormadan bile gelişigüzel düşünmeye bırakınca insan kendini, sanki bir noktada sınırlarını keşfedercesine yenilgiye kapılır."Varız lan" dersin bir gün arkadaşına durup dururken.Ya da gün içerisinde birkaç defa kendi kendine.Yine de Thales bunu sistematize etmesi gerektiğinin farkındaydı.O noktada aslında varlığını pekala dayandırabileceği birtakım mitopoetik unsurlar bulunmaktaydı.Tokluğuna geldiğinden olacak ya sırf düşünmek için düşünmeye başlayacak bu adam.

Tarihsel şemasına flashback öncesi, kısaca alakasız bir kaç şeye sövmek istiyorum.Şöyle ki ; bahsetmekte olmayacağım "Yunan Mucizesi" savunucularının aslında yakınen tanıdığımız toplum ile aidiyet arzusunu giderme işini halleden, kolektivist  ve vasıfsız zihniyetlerden bir farkı yoktu.Aslında konu açısından kimseye giren çıkan olmayışıyla çok önemli görmediğim bir konu fakat bu tanımlamış olduğum kişilerin arasındaki benzerliğe dikkat çekmek adına burasının altını çizmek istedim.İnsan davranışlarının karakteristik özellikler bakımından farklı bağlamlarda da olsa çok çeşitlenmediğini rastlamaktayız bu örnekte.Yine de bu yazıda ve öncesinde bahsetmiş olduğum düşünürler göz önüne alındığında felsefenin en az 4 farklı coğrafyadan karşımıza geldiğini görebiliriz.Nitekim yazılı gelenek bir yana , bu dönem ve öncesinde uçan nice sözlerin olduğuna inanmaktayım.Tabi onların varlığını varsayıp , kendilerinden bihaber olmak bu konuda üzüntü vermiyor ama inanıyorum ki olsalar idi iyi ki varmış demeye nail olurduk.Ama ne yazık ki yazılı bir kültürden söz edilememekte o dönemde ve Yunan felsefesinin ön plana çıkması da Atinalıların ve Platon'un sayesinde olmuştur.Birilerinin birilerini etkilediği aşikar olmakla birlikte Yunan Felsefesi, Aristoteles'e dolayısıyla Platon'a ve yine dolayısıyla en başında Sokrates'e çok şey borçlu.Pratik paradigmadakilerin ahlak öğretileri gayet yerindedir fakat şeylerin kabullenilmişliğinin saçma olmasını değiştirmez ki bunu da Miletoslular theoriaya yükseliş ile yıkacaklardır.Nitekim artık var olan şeylerin var olmalarına dair üretilen düşünceler sayesinde fenomenler daha iyi kavranılacaktır.Konfüçyüs'a bir filozoftan ziyade ahlak vaizi olarak bakılması,Hintlilerin ve Taoculuğun düşüncelerinde dinle temaslarını hiç koparmamalarından müstakil karakter kazanamamaları , felsefenin bu gerçek kimliği ile kaçınılmazdır.Theoriadan anlaşılacağı üzere Antik felsefe bilmek arzusu , Mısırlıların Nil Nehri'nin taşma zamanını hesaplamak istedikleri için bilmek istemelerindeki nedenden farklıydı ve sonra hemen karınlarını doyurup düşünce ürettiler.

İlkçağ felsefesi MÖ 6.yüzyılda başlayarak Atina okulunun kapatılmasıyla 529 yılında son bulur.Helenik dönemin Presokratik felsefesinde Thales de diğer Miletoslu filozoflar gibi , varoluşu anlamayı bütün olarak ele alıp her şeyin "bir" den olduğu önkoşuluyla önce basiti anlamaya çalışmıştır ve dış dünyayı getiren çokluğun gerisindeki birliği de dünyada aradığından olacak , bütünüyle materyalist grubun içindedir."Nothing comes from nothing"(Nihil ex nihilo fit).Kelamın kozmolojik argümanıyla burada olup bitenleri çözebilirsiniz fakat bu çeviriye yüklenen anlam böyle midir bilesem de , cümleden 2 sonuç çıkarabiliyorum.Hiçlikten hiç bir şey çıkmaz ise var olan şeylerin ya hep var olması lazımdır ya da bir şeyden bir şey çıkması gereklidir.Bu argüman her ne kadar materyalizm içinde vuku bulsa da , ne tanrının hep var oluşuyla ile çelişir ne de evrenin sonradan varoluşuyla.Eğer evrenin sonradan var olan bir şey olarak nitelendirmiyor , hep var olarak görüyor isen bir şeylerin ezeli olması senin için problematik değildir dolayısıyla yine aynı argümanla tanrının varlığına inanmandan farksızdır var olan evrenine inanman.Değişim probleminin bir formu üzerine aslında Thales de durmuştur.Aslında "neyin gerçekten var olduğu" sorusuna bu düzlemde yaklaşmıştır diyebiliriz.Değişim problemi üzerine durmayı hedeflediğim bir yazıda da kesinlikle kullanacağım şu "logos" ifadesini buraya da bırakmak istiyorum:

"Tüm değişmeler , değişmeyen bir yasaya göre gerçekleşir"

Thales , sürekli değişim halindeki fenomenlerin gerçek olamayacağı sonucuna varmıştı.Değişen şeylerin nasıl değiştiği gerçeğini , aslında bu noktada kendisi gerçek fenomen olarak tanımlardı.Yine de her şeyin değişmemesi , bir şeyleri değişmek üzerine kurmanın sakıncalı olduğunu göstermekte.Ona göre aslında insan da , şeylerin varlığa gelmeleri ardından yok olmaları olgusunda olduğu gibi ele alınırsa , gerçek olarak değerlendirilemez.Ama insan her şeyden önce kendi varlığının gerçekliğinden söz edebilir.Şu haliyle bile göze çarpan kurduğu kötürüm paradigmasının kaynağını, özellikle evrenin bir ögesinin beslemesi çok problematik ve evrenin bu ögesi de Thales'in kalıcı ve sürekli gerçekliğine öne sürdüğü "su"dur.Nihayetinde arkasından gelecek olan Anaksimandros , Thales'in kurduğu bağlamda suyun hem nicelik hem nitelik bakımından evren için yetersiz olduğunu düşünecektir.Hatta özellikle Anaksimandros'un evrim kuramını geliştirmesi gerçekten ilgi çekici ama konu babında kendisi de evren için nitelik bakımından belirsiz nicelik bakımından sınırsız soyut olan aperion ilk maddesini tanımlayacaktır.İyonya okulunun bir diğer filofozu da Anaksimenes spekülasyonlardan ziyade biraz da bilimsel açıdan ele alıp "hava" maddesiyle karşımıza çıkıyor.Zaten bu dönemde arkhe problemi üzerinden ontoloji ele alındığından çıkan sonuçlar bu çerçevede tutarlıdır.Ezeli bir evren anlayışı için birlikten çokluğa dönüş düşüncesini yine saçma bulmaktayım.Düşünmüş oldukları evren sistemindeki değişimler onları sürekli bir alış-verişin olduğu düşüncesine mi ittiğinden acaba bu alış-verişin sonucu olarak görmüşlerdir birliği? Çünkü bing-bang sürecinde oluşmayan -bu durumda zaten oluş süreci geçirmeyen- bir evrenden bahsediyoruz.Yoktan var olmasını dışlayıp ezeli olarak ele aldığımız evrenin , belli bir zaman döneminde oluşum anlamında bir farklılaşma sürecinde olduğu savunulursa bu sefer değişmediğini iddia ettikleri birtakım unsurları da değişenler grubuna almaları gerekir.Çünkü eğer bu zaman diliminde oluşum-farklılaşma sürecinde değil isek , mevzu bahis önceki zaman dilimden farklı bir şeyler olduğundan söz edilmelidir.Bu da değişim grubundaki unsurlar arasında bir geçişi gerektirdiğinden mümkün olmayacaktır.Yani kısacası böyle bir sürecin mümkün olabileceği varsayılsa bile ezeli evrende , zaman dilimi anlamsız olacağından "peki şuanda neden böyle bir süreç geçirmiyoruz?" sorusu cevapsız kalacaktır.Fakat bunların aksine ola ki evrendeki birlikten-çokluğa geçişi teizm paradigmasında ve big-bang ışığında açıklamaya kalksak daha tutarlı olurdu.Çünkü genişleyen evren modelinde birlikte-çokluğa geçiş temel bulabilir.Yine de bu ontolojik görüşleri günümüz görüşlerinin argümanlarıyla karşılaştırmak bir o kadar da anlamsızdır.Zira 21.yüzyılda evrenin genişlediğine dair gözlemlenen kozmolojik fosiller ile big-bang teorisi bağlamında materyalistik görüşler kimse tarafından iplenmemektedir.Yine de bu sunulan cevaplardan çok daha önemlisi kişilerin karşımıza getirdiği sorular ve soruların doğurmuş olduğu diğer sorular.Umarım bu son paragrafda Sartre gibi kafanızı ütülememişimdir.Ama boşverin beni , sorular daha önemli.Üzerine tefekkür etmemiz gereken bu denli sorular her zaman cevaplardan daha önemli olacaktır.

Kalın sağlıcakla.

Lâedrî

Yoğunlaşan Duygular Felsefesi

Aşk duygusunu okumaya çalıştığım bir yazı olacak."Ne aşkı ne alaka?" demeden önce birkaç açıklama yapma gereği duymaktayım.Birincisi, aşk her insanın yakınen tanıdığı bir duygu olması dolasıyla kendisi hakkında ekstra okuma yapılmadan bir çok şey söylenebilecek güçlü bir "fenomen"dir.En vasıfsızların bile aşk hakkında söyleyebilecek bir şeyleri var iken güçlü kalemlere malzeme olmasının kaçınılmaz olması ve beraberinde dünyada bir çok edebi eseri omuzlarında taşıması gücünü temellendirmeye yeterlidir.Bu duygunun herkes tarafından iştihar edilmesi konusunda hemfikiriz sanırım.Ve bunu  "insanlık, siz abarttınız da abarttınız" diye yakınmak için söylemiyorum fakat bilhassa insan kullanıcılarına odaklanmıyor olup bundan ziyade, kendisinin insan için çok zararlı bir duygu olduğunu kanıtlamaya çalışacağım.Nitekim kendisinde en ufak bir yarar görmemekteyim(İngilizce'deki good-for-nothing sıfatını hakediyor kerata) ve tanrı tarafından insanlara verilen bu duygunun dünya bağlamında ne gibi bir amaca hizmet ettiğini anlamaya çalışıyor olacağım.Açıklamam gereken ikinci şey ise, yazının aşık olunan 3.tekil(aşık olunan kişi)) ile uzaktan yakından bir alakası yoktur.Tabi bunu yazıların ortalarında daha iyi açıklıyor olacağım ama sebebi kısaca zaten aşkın 3.tekil ile alakası olmayışıdır.Ve tabi bu ikinci açıklamaya ilaveten halden muzdarip ve "kahrolsun böyle dünya" , "çok sevdik be", tadında bir havanın içerisinde olmadığımı eklemek isterim zira dediğim gibi bu yazı aşkın felsefesi üzerine olduğudan 3.tekille bir işi yoktur ve zaten aşk da 3.tekille ilgilenmiyor.
Biraz kafamdaki sorulardan bahsetmek istiyorum.Aşkın bu dünyada insanlar üzerinde güttüğü amacı anlamak için diğer duygular ile kıyaslayarak hatta "utanç" ve "suçluluk" duygularını ele alarak bir bakalım.Utanmak duygusunun bile kendi başına çok ilginç bir felsefesi pekala yapılabilir ama hadi bu durum için kendisini birtakım önkabuller ile ele alalım.Utanç duygusu alabildiğine toplumun değer yargılarından beslenmektedir , örneğin kendisini anlamak adına şu ayeti inceleyelim.

Taha Suresi, 121. ayet: "Böylece ikisi ondan yediler, hemen ardından ayıp yerleri kendilerine açılıverdi, üzerlerini cennet yapraklarından yamayıp-örtmeye başladılar. Adem, Rabbine karşı gelmiş oldu da şaşırıp-kaldı.""

Adem ve eşinin Kuran'daki kıssasından bir parça bu ve "yediler" ibaresinden sonra "ayıp yerleri" nin yani cinsel organlarının kendilerine açılıvermesi ayette açıkca anlaşılıyor.İnsanların bu aşamada topluluklar halinde ne denli bir -toplumsal- değer geliştirebilecekleri bir kenara , ayette utanma duygusuna yer verilebilmesi utanç hakkında beni mutlak doğruların olup olmadığı konusunda ilginç bir yere götürüyor.Şimdi utanmayı keşfetmek adına ayeti biraz düşünmeye çalışalım.Yasaklı meyve söz konusu olmakla birlikte bu ayetlerde , farklı bir fenomeni nitelediği kanısındayım bu yasaklı meyvenin.Yasaklı meyve olması bir çok şeyin zamiri olabileceği gibi olamasa da yine bu ayetlerden olabileceği durumunu varsayıp anlamlar çıkarmakta bir sakınca görmüyorum.Sekülarizm içinde kaybolan bir insansanız eğer , hissetiğinizi sandığınız suçluluk duygusu , kendinizden çok ya da daha da önemlisi yaratıcınızdan çok -ki zaten bu noktada pek umrunuzda değil- , etrafınızdaki insanların namına hissettiğiniz bir şeye dönüşür, yani basitçe bir illüzyona.Aksi halde yaşanılan suçluluk duyguları aslında varoluş amaçlarına uygun çalışmaktadır zira yalan söyleyen bir insan suçluluk duygusu yaşar.Seküler bir insan yalan söylediği ortaya çıktıktan sonra suçluluk duygusu yaşarken diğeri için işler bu şekilde yürümez.Diğeri yalan söyledikten saniyeler sonra yediği boku düşünmeye başlar ki pişmanlık ve tövbe için harika bir mekanizma.Bu örnekler ile anlatmaya çalıştığım şey şu  ; bu ayette Adem ve eşi "yasaklı meyve" yi yemeleriyle birlikte bir utanma sürecine girerler.Ya da ayıp yerlerinin kendilerine gözükmesini kötü bir şey olarak değerlendirirsek , yasak edilen bir şeyin yasak edilmesinin ardında yatan sebebin Allah'ın seni o kötü şeyden korumak olduğunu görebiliriz."O haltı "yer"sen başta niyetlenmediğin şeyler bile yapabilirsin dostum.Sen iyisi mi boşver gel bu tarafa tabi şaşırıp kalmak istiyorsan orası başka." diye de kısaca özetleyebiliriz durumu.Peki utanma duygusu burada neye hizmet etmektedir? O kötü şeyin sonucuna ait olabilir mesela ve dolayısıyla yapılmaması gereken (kötü)bir şeyin yapılmaması için bir sebep daha olabilir.Aslında İslam da böyle değil mi aslında? Kötü şeyleri yapmamamızın nedenleri arasında, onların doğuracağı sonuçların dışında bir de sırf yaratıcımız bizden yapmamamızı istemesi olabilir mi?
Hayatın amacı bağlamında duyguların ne kadar anlamlı olduklarını ve hepsinin bir amacı taşıdıklarını anlıyoruz.Peki ya bu aşk duygusu ne alaka lan.Böylesine bir mükemmellikte kendisinin üstlendiği bir amaç da var elbette ve ben beni soktuğu durumlar neticesinde kendisinin iyi anlamda hiçbir şeye yaramadığı düşüncesindeyim.Anlamaya çalıştığım şey de aslında onu akıntıya benzetip (kürek çekerken arada bir gelen bu akıntıya karşı kürek çekmeye devam etmemiz fakat görünen o ki akıntı karşısında zorlanmamız)kendisine dayanmamız için var olan bir duygu olduğu mu yoksa farklı bir amaç taşıdığı mı?

Niye aşık oluruz sorusuna gelmeden önce biraz kendisinden bahsetmek istiyorum.Kendisine çokca olan sinirimi farketmiş olabileceğiniz gibi sebebi kesinlikle kuyruk acısı falan değil.Diiil bikere taamm mııı .s.s Tamam.Bilmiyorum gerçi olabilir de.Herneyse konumuz benimle ilgili değil zaten fakat aslında konunun ilgili olmadığı daha önemli bir kişi varsa 'O'dur.Yani aşık olunan kişi.Saçmalama diyeceksiniz ama açıklamama izin verin.Birisine aşık olduğumuz zaman aslında o kişiye aşık olmuyoruz, fakat zihnimizde yarattığımız o kişiye aşık oluyoruz.Bedensel olarak aynı gözükseler bile aşık olduktan dakikalar sonra biz o kişiye çoktan birtakım karakteristik özellikler kazandırmış oluyoruz.Nitekim birçoğu da gerçekte var olan o kişiye , sormak istediğimiz "hobilerin neler?" sorusunun cevabında görmeyi beklediğimiz şeyler ile ortak noktalar içermekte.Yani anlatmak istediğim şey , bu kişiyi biz yaratıyoruz ve sonuçta tam olarak bizim istediğimiz gibi.Ve zihnimizin yarattığı o idealin gerçek olan ile tek ortak noktası kişinin dış görünüşüdür.İnsanları sürekli birbirine aşık olmasından , yani sadece güzel kadına ya da yakışıklı erkeğe aşık olunmadığından 'aşk' ın güzel olanın tekelinde olmadığını görebiliriz.Bu nedenle de aşk'ın dış görünüşü pek fazla iplemediğini ve dolayısıyla da (ideal ve gerçek)ortak paydamız olan dış görünüşün konuda en ufak bir değer taşımadığını görebiliriz.Ve o kişi ile ortak noktası olmayan idealimiz , üstüne üstlük çoğunlulukla farklılaşacaktır.İdealimizde yarattığımız ile gerçek olan pekala birebir aynı olabilir.Evet! Bu mümkün ama ne yazıkki ben  bir ateist değilim ve tesadüfler ile ayak üstü bile bir şeyi temellendirmek istemiyorum.Ki birebir aynı olsalar bile aynı olduğunu umursayacağımız şey bile idealimiz olurdu.Sonuç olarak aşkın 3.tekil ile bir alakası yoktur atinalılar.Hem de hiç.Aşk'ın ilgili olduğu bir nokta ise oluşan bu duyguyu ne kadar iplediğinize bağlı olarak değişmekte.Diyelim ki kendisini hiç takmıyorsunuz , bu durumda sessizce ve zamanla gidecektir.He aşk duygusuna ihtiyacınız var ise duyguyu alıp da biyerlere içmeye gidebilirsiniz.Yine bir illüzyon olan bu efkarın vermiş olduğu bir mutluluk olduğuna inanmıyorsanız , insanların neden bu kadar çok bu eylemi yaptığını bir kendinize sorun.İki türlü de zamanla geçtiğini , Cedric falan değilse bir insanın hayatında en az 2 kez aşık olduğu gerçeği ile temellendirebiliriz.Yine aslında gerçek dünyayı sizin dışınızda etkilememesiyle anlayabiliyoruz bir bakıma ve tabi sizin ondan ne ile beslendiğiniz farklı.Bu duygu ile çok güzel sanat eserleri , hikayeler çıkaran insanlar da olduğu gibi onu vasıfsızca kontrol edenler de var.Sonuç olarak şuana kadar duygu sahibinin merkezinde dönen , kişisellikten öteye gidemeyen bir aşk tanımı ve bunu da aslında duygunun kötülüğüne neden vermek için kullanmak istiyorum.Aşık olduğumuz zaman adeta beynimiz aklında başka bir şeyin olmayışından sıkılmış gibi onu biraz daha bastırmak ister.Bastırmak aslında bir bakıma istediğini al ve git mantığıyla çalışır.Bu duygu farklı formlara girebildiği gibi özellikle "kendini gösterme" çabası şeklinde zuhur eder.Ve zaten başkası için yaşayan vasıfsız elemanlar başkası için giyinir , başkası için başkasının istediği şekilde davranır.Tıpkı önceki paragrafda örnek verdiğim gibi , başkasına karşı suçluluk hisseden insanın eylemlerini başkaları kontrol edince bırakın yaratıcıdan utanmayı kendinden bile utanmaz.Kendini göstermek aslında kendi kendine kötü bir eylem olarak nitelendirilemez.İnsan tanrıya da kendini göstermeye çalışabilir.Böyle bir amaç güden insan hareketlerinde değişime dikkat çekerek tanrıya kendini göstermek ister ve işte aslında sorun da bu noktada doğuyor.Birçok insanın eylemlerinde kılavuz olarak seçtiği, tanrıdan başka her şeydir.İşte bu denli tehlikeli bir eylem olan "kendini gösterme" eyleminin zar zor bastırıldığı bir insanda en son istenilen şey bir tetikleyicidir.Bu tabi sadece bastırılan tek bir duygu üzerinden örneklemeydi.Aşk aslında adrenalin gibi değerlendirebilir bu noktada ve sahip olduğunuz benliğinizin/karakterinizin 3,4 katına sahip olduğunuzu düşünün.Biraz daha cesursunuz ama biraz daha salak.Kontrol altına aldığınızı sandığın her şeyin bir test süreci midir bilinmez ama yine de muhteşem bir şey olduğunu söyleyebilirim.Bu aslında bu evrendeki amacına bulabildiğim en basit cevap.Belki birileri artan bu duygulardan faydalansın, şiir yazsın , şarkı yapsın diye var olmuş da olabilir.Aşık olup çiftleşebilenlere binaen evrim sürecine bir katkısı da olabilir.Ne idüğü bilinmez, o yüzden siz siz olun boş verin işinize bakın, üretin.

Lâedrî

Nedenler Üzerine


Hayatın neden bu kadar garip olduğu hakkında fikir yürütürken hayatın daha da fazla garip olduğunu hissediyorum. Değişik ve gizemli... Yaptığımız her davranışımız yaşadığımız her an'ımız, mazimiz her şey sanki büyük bir tablonun ayrıntıları, büyük ve karmaşık bir yapbozun parçaları. Her şey birbiri ile ilgili ve ilintili. En baştan en sona kadar hayaın gizemli olduğunu anlamak bile garip, garip olduğunu fark etmekse tamamen gizemli. Camdan dışarı baktığımda bazen hala camdan bakıyor gibi hissediyorum nedeni ise gerçeği berrak bir şekilde görememem. Hayatin neden bu kadar nedenlerle dolu olduğunu anlatmak için neden bu kadar zorlanıyorum. Sorularla dolu hayatımın neden bu kadar sorularla dolu olduğunu sorsam bir cümle içinde çok mu fazla "soru" kelimesini kullanmış olurum. Peki bu soruyu sorsam ne değişecek ? Sadece daha fazla soru birikiyor. Cevaplar ise, ah o cevaplar... Hayalimde cevaplar sanki soruların esir aldığı birer güvenlik görevlileridir yada aynı işi gören başka her neyse. Çünkü insan sorularla karşılaştığın da tedirgin olur ve korkmaya başlar tabi küçük sorulardan bahsetmiyorum. Evrene, var oluşa,  benliğimize, sessizligimize dair sorular... Bu sorular insana şüphe ettirir korkuturlar ama cevabı belli ise o civarlarda ise güvende hissederler. Tabi ki her cevap iyi hissettirmez ama her güvenlik görevlisi de işini iyi yapmıyor sonuçta. Gerçi mesele iyi hissettirmesinden çok şüphesiz ve güvende hissettirmesi. Peki asıl sorularım şunlar, hayat ne ? Neden hayat ? Neden ben varım biz varız varlık var ? Ne var ? Niye var ? Varlık ne ? Ne var ki ? bir de bunca soruya ne var ki diyenler var. Bence onların varlığı yokluğunun hayal edilmesinden pek de farklı değil. Uyumak, sonlu hayatta sonsuz bir uyku uyumak ve fark da edememek uyduğunu. Bunca soruya bakarken uykulu gözlerle umursamaz bakışlar atmak. Neden var evren ? Neden varsın ? Nedeeenn ? Nedeeennn ? Neden düşünürüz ? Neden gülüşürüz? Neden hayat garip ? Neden ölüm var ? Ölüm ne ? Neden kötülük iyilik var ? Neden nedenlerle dolu hayat ? Neden Tanrım ? Bir dakika tanrımm orda mısın? Beni duyuyor musun? Beni duyuyorsun demi ? Sen de duymazsan kim duyar beni ya ben kimle konuşurum ki o zaman ? ((Takatim kalmadı daha fazla soru işareti koymaya zaten burada ki soruları okumak yazmaktan her anlamda daha hızlı çünkü insan hızlı çünkü insan çabuk , çok, acımasızca ve arsızca tüketiyor hem de her şeyi, öyle ki etkisini hissetmiyor okuduğunda soruları onları bile maymun iştahı ile tüketiyor. )) Peki ya tanrım ya sen yoksan her şey o kadar sığ, soğuk ve olduğu gibiyse her şey bu kadar basit yalın yapayalnız değersiz bası boş ve anlamsızsa. Her şey sadece "her şey" kelimesine sığabilecek kadar küçükse. O zaman neden her şey derken tatmin olmayız neden dünyadaki hiçbir şey bize tam dolu mutluluğu vermez neden ait hissedemeyiz kendimizi bu dünyaya bu dünyalara neden ? Her şey ile hiçbir şey  birbirine bu kadar zıt iki kelime topluluğu iken, sen yokken neden birbirine bu kadar benzer ? Hayatı yaratıp düzene koyarken ne düşündün madem iyisin neden kötülüğü tanıttın bana kötülük yapmama izin veriyorsun ? Eğer kötüysen benden neden iyilik yapmamı bekliyorsun ?  Özgür müyüm ben eğer özgürsem neden iyi biri olmazsam kötü bir şekilde cezalandırılacağımı söylüyorsun ? Neden tanrım ? Neden tanrım "neden tanrım" dediğimde sanki  tüm sorulara sezgisel olarak bir yanıt bulmuş gibi hissediyorum ? Balık suyu fark eder mi [balık şu içer mi deyip şimdi yazının anlam ve önemini dağıtmayalım :) ] Peki ya suyun içindeki balık bilir mi suyun kıymetini ? İnsan bilir mi ki varlığının kıymetini de ben gibi bir üstünlük taslayıp balığa bildirmeye kalkar haddini. Hem de varken diğer canlılardan çok daha gelişmiş bir bilinç seviyesi. Sen varsan anlam var sen yoksan anlamdan yoksunum bu umutsuzca asla durmayacak olan anlam arayışım içinde ve yoksan eğer büyük bir yalana inanıp da ölmeyeceğim aslında sadece büyük bir anlama inanıp ahmaklık ettiğim için sonsuz ve belirsiz bir anlamsızlığın içine gideceğim. Peki ya ölüm bu filmin hangi sahnesi ? Son sahnesi değil bence çünkü film daha da uzun olmalı düşündüğümden. Sokrates diyor ya çok bilindiktir "sorgulanmayan bir hayat yaşamaya değmez" diye peki ya sorgulanan bir hayat ölmeye değer mi ? Peki ölüm değerli mi ? Ölüm değerliyse eğer biz buna değer miyiz ? Ölüm geldiğinde konuşursa eğer ona ne cevap vereceğiz ? Çılgınlar gibi tüketmemizin, uyanıkken uyumamızın, küçük şeylere fazla önem verip gerçeği göz önüne getirmememizin, değerli sorular sormamamızın ve sorulan soruları görmezden gelmemizin nedeni ne ? Neden ? Neden ? Neden ?

*Bazen çok yorulup dedim artık işaretinin de virgülünde, belki de bundan dolayı evet ya bundan dolayı olabilir, soru sormak insani gerçekten yoruyor(!)

Lâedrî

Tanrı Ve Kötülük


*Başlangıçta okura not: Ben hızlı anlattığımdan siz yavaş ve sakin okursanız daha anlaşılır olabilir.


Evet girişler nasıl yapılıyor bende bilmiyorum onun için buz gibi bir şekilde gelişme kısmına atlama çılgınlığını sergilemek istiyorum ama konuya girmeden önce şu kötülük argümanını açıklayayım :

1)Evrende gözlemlediğimiz kötülükler vardır

2) Tanrı varsa ve her şeyi yaratan oysa kötülüklerin sebebi de odur

3) Dinlerin iddia ettiği tanrı merhametli ve iyi bir tanrıdır

4) Kötülük yaratan tanrı kötüdür,tanrının diğer sıfatlarıyla çelişir bu durum

5) O zaman dinlerin temel iddiası olan tanrı yanlışsa o din de yanlıştır

(bu argüman bu iddia da olanlar dinler için geçerlidir)

valla bu argüman tam aklımda değil isteyen internetten bakabilir kötülük problemi yazsa çıkar ama argüman olarak temel mantığı,anlatmak istediği şey buydu.

Tanrının neden kötülüğü yarattığı veya kötülüğe neden izin verdiği ile ilgili çeşitli yorumlar olsada aslında hiçbir teist kötülüğün tam olarak ne için yaratıldığını/izin verildiğini açıklayamaz.Burada insanın akıl sınırları ve tanrının sonsuzluğu dikkate alınmalıdır tabi ki. Tanrı neden böyle bir durumun olmasına izin verdi buna geçmeden önce iyilik ve kötülük arasındaki ilişkiye değineceğim. Aslında arasındaki ilişki çok anlaşılmaz değil çünkü etrafimızfa gördüğümüz her şeyin bilinme sebebi zıtlıklardan var olmasıdır. "Yaaa olur mu öyle şey kanepenin zıttı ne peki biz onu nerden biliyoruz" gibi sorular bahsettiğim şey hakkında bir sıkıntı oluşturmaz çünkü buradaki temel vurgu soyut şeyler,algılama,hissetme,karşılaştırma üzerinedir mesela sert-yumuşak, iyi-kötü, sıcak-soğuk,güzel-çirkin gibi... Kaldı ki yukarıda yaptığım gibi kısıtlamak zorunda da değilim çünkü artık biliyoruz ki atomun yapı taşları proton nötron ve elektronun anti maddeleri olduğu gibi (pozitrön antinötron antiproton) onlardan çok daha küçük parçacık olan kuarkların da antileri(anti kuarklar) var yani aslında maddeden hissiyatta her şeyin bilinme var olma sebebi zıttının olmasıdır. Şimdi artık çok basit bir çıkarım yapabiliriz sanırım, gerçi ulan direk böyle konuya girmeyecektim ama neyse artık, kötülük olmasaydı iyiliği bilemezdik. Tamam hadi konu bitti dağılalım falan yok tabi.Her şey daha yeni başlıyor ama fazla bilimsel,somut  ve soğuk bir konuşma oluyor bu sanki,ben bu değilim neyse devam edelim. Bu zıtlık olayına yıllar önce yazdığım biraz absürd bir örneği vereyim; mesela şimdi hayal edin bütün insanların boyunun karınca kadar olduğunu ve insanlık var olduğundan beri bir akıntı içinde akıntının doğrultusunda yüzdüklerini.Bu insanlar akıntı yönünde yüzmenin rahat ve kolay olduğunu bilemezler çünkü onlar için bu hep var olan sıradan bir durumdur ta ki içlerinden bir deli akıntıya karşı ilk kulacı attığı anda "noluyoz laaan " diyerek kolay-zor gibi kavramları anlamaya başlar. Çünkü biz insanlar karşılaştırma yaparak varlıkların durumları hakkında bilgi sahibi oluruz. Neyse bu durumu az çok anlatabildiğimi düşünüyorum diğer bir durum ise insanın özgür iradeye sahip seçim yapabilen bir varlık olmasıdır ve eğer seçim varsa seçenekte olmalıdır tabi ki (sonuçta sözde bir özgürlükten bahsetmiyoruz!) ve genel olarak dinlerin temel dayanaklarından biri ise iyi-kötü üzerine bina edilmesidir.Sadece iyiliğin olduğu  bir dünyada seçimden özgür iradeden bahsedilemez doğal olarak bu varlıklar da yaptıkları eylemleri iyi kötü olarak sınıflandıramaz.

"Dinin temel sırrı imtihandır,imtihan ise ancak özgür irade ,özgür irade de ancak kötülük varsa anlamlıdır"


İslamda özgür iradesiz varlıklar meleklerdir Allah insanlara özgür irade vererek onlara yani bize meleklerden daha üstün yada aşağı bir konuma inme hakkı vermiştir.Ya aslında kötülük neden var gibi sorular falan filan bunlar boş uğraşlar bir insan neden tanrı kötülüğe izin verdi lan bu nasıl tanrı gibi bi soruyu niye sorar bunu sorgulamak lazım .Neden sorar bunu insan Çünkü tamamiyle özgür (!) olmak ister kimseye hesap vermemek ister istediği şeyi yapıp bundan dolayı kendini değil her zaman yaptığı gibi başka bir varlığı suçlamak ister işte burada o suçlanan varlık tanrı oluyor. "eee kardeşim sonuçta beni bu fıtratta da Allah yarattı ben böyle kötü biriyim" diyen olursa ne yazık ki bu bahanesi artık tedavülden kalkıyor.İnsanın fıtratının iyilik üzerine olduğu(ırkçılık gibi bazı kötülüklere de meyilli ama bu iyiliğe olan ilgisini gölgelemez) yakın zamanda bebekler üzerinde yapılan o kukla vb. deneylerle ortaya çıkarıldı (bu arada izlemediyseniz izlemenizi okumanızı tavsiye ederim o deneyleri). Tabi ki insanın doğası gereği kötülüğe de bir meyilli olduğu yok sayılamaz ama insanın hangisini seçtiği artık insanın bir sorunudur. Şimdi biraz da leibniz denen abimizin bu konudaki yaklaşımını inceleyelim. O diyor ki Tanrı mükemmeldir onun için mükemmel bir evren yaratmıştır ama evren ne kadar mükemmel olursa olsun tanrı kadar mükemmel olmayacağı için içinde bir miktar kötülük bulundurmak zorundadır. Şimdi aslında teknik olarak bakınca güzel geliyor kulağa ama tanrı mükemmel diye mükemmel bir evren yaratmak zorunda mı? Kim zorlayabilir tanrıyı ikinci olarakta evren tanrı kadar mükemmel olamaz bir miktar kötülük olmalı diyor simdi zaten evren bir kere yaratılmış olduğu için zaten tanrı kadar mükemmel olamaz ve içinde bir sürü noksanlık olduğu gibi sonu da var. Yani kötülüğe gelene kadar dahaa çook konu var leibniz abi. Şimdi zamanımızın önemli bir din felsefecisi olan Alvin Plantiga'nın görüşlerine değinicem ki bu adamı gercekten seviyorum.O diyor ki; Tanrının sıfatları ile kötülüğün bir arada bulunabileceğini göstermek yeterlidir. Amacına göre çelişki olup olmadığı da söylenebilir mesela insanların imtihan olması gibi. Kendimi yine tutamayacağım, bu soru bir de ne için soruluyor biliyormusunuz bu sorudan tanrı işte kötü sonucu çıkarmak için (ki kötü olan tanrı genel o dinlerin tanrısı olamaz o zaman o dinler yalan diye de baglanıyor).Şimdi burda bahsettiğimiz varlık TANRI yani bir insandan falan bahsetmiyoruz o istediğini yapmakta yaratmakta özgür ve bir şeyi yapmasından direk onun kişiliği hakkında yargı çıkaramayız genel olarak tabloya bakmamız gerekir.Babası küçük çocuğuna gece geç saatte dışarıda gezme dediğinde çocuk sırf babasının tamamiyle ne düşündüğünü bilemediği için eğer ona gaddar zalim ööğğ piss baba derse durum ne kadar komik oluyorsa tanrı için bu çıkarım yapıldığında o kadar komik oluyor.Neyse nerde kalmıştık ya hehh yani imtihan tanrının bir planı ise özgür iradenin kötülüğün olması kesinlikle gereklidir. Başka şeyler söylemek gerekirse Tanrı özgür iradenin yıkıcı sonuçlarını göstermek için de de kötülüğü yarattı denilebilir ve bu yıkıcılıktan insan kendi başına değil ancak Tanrıya yaklaşarak kurtulabilir. İslam dünyasında sıkça kullanılan ve genel olarak felsefede de kullanılan  başka bir yaklaşım ise şöyledir; az kötülük için çok iyiliğin terk edilemeyeceğidir. Yağmurun yağması yaşamın devamı için çok önemlidir ama yağmur sellere de sebep olabilir. Şimdi sel var diye yağmuru istememek pek iç acıcı bir istek veya akılcı bir yaklaşım olmaz.


Şimdi çok sevdiğim böyle beyin yakıcı bir kısma geldik,soru şu; Acaba kötülük gerçekten var mı? Yoksa iyiliğin yokluğumudur? Isının yokluğu soğuk, ışığın yokluğu karanlık ve bu durumda iyiliğin yokluğunun doğal sonucunu da biz kötülük olarak nitelendiriyoruz ve böylece tanrı bize iyilikten uzaklaşmanın ne kadar kötü bir şey olduğunu gösteriyor olabilir(!). Aslında bu söylediğimi akademik kaynaklarda bulabileceğiniz gibi youtube'da einstein ateist hocasını kapak ediyor gibi şeyler yazarak ta bunun videosuna ulaşabilirsiniz. Öyle bir şey izlediğimi hatırlıyorum.

Sonlara yaklaşıyoruz sayın lâedrî okuyucuları içinizdeki son Tanrı veya cosmoz yada artık "bir enerji var ama tam olarak ne bilemiyorum" 'daki o enerji aşkına bana biraz daha dayanabilin. Hani diyorsun ya arkadaşım tanrı kötülüğü yarattığı için kötü diye he ben de diyorum ki Tanrı iyiliği yarattığı içinde iyidir. Hadi bakalım çık çıkabilirsen işin içinden demekki neymiş iyilik ve kötülük üzerinden ontolijik yargılarda bulunamayız ama yine de tanrının insanları yaratıp özgür bırakıp hatta bir din göndererek onları iyiye yönlendirmesi tanrının iyi bir varlık olduğunu gösterebilir. Kötüleri ahirette cezalandırması tanrının iyilere karşı merhameti ve adaletini de gösterir. insaların hasta olması, " afrikadaki insanların aç olması " tanrının merhametsiz olduğunu gösteriyorsa o zaman iyi sağlıklı kuvvetli mutlu insanlar da tanrının merhametli iyi olduğunu gösterir. Bunlar genelde imtihan kavramanın tam olarak kavranamaması ve bu dünyanın ahiret yanında kısacık olduğunun anlaşılmamasından da kaynaklanıyor. Her şeyin zıtlıklar ile bilinmesi ve imtihan kavramı bu sorulara cevap niteliğindedir.Tanrı bizi yaratmayabilirdi bizi yokluğa tercih edip yaratması bize merhamet sevgi gibi bilgileri vermesi bunun yanında kötü saydığımız kin acımasızlık gibi bilgileri vermesi de aslında tanrının bize olan ilgisine merhametine işarettir çünkü tanrı kötü bir şey yapsa bile kimse ona bundan dolayı karşı çıkamazdı eğer tanrı tüm insanları ezelden beri cehennemde tutsaydı mesela kimse neden neden buradayız yanıyoruz dese ve cevap alamasa ümitsizlik ve acı içinde ebediyete kadar yaşardı daha doğrusu bir ölür bir yaşardı. Demek ki tanrı bize imkanlar verip bize zaman tanıyıp bunca iyi güzel kötü çirkin şeyi tecrübe edip bilme şansı verdiyse o tanrı iyidir ve merhametlidir.Evet arkadaşlar yazının sonuna gelmiş bulunmaktayız yakın zamanda koyduğum noktalardan biri bu yazıyı bitirecek. Kötülük sorununun, neden ahlak var? tanrı ahiret olmadan ahlak ne durumda olurdu ? gibi devam yazılarını da yazmayı düşünüyorum.

Sonradan gelen ekleme; Doğal kötülükler denilen seldir depremdir vs şeyler için tanrıyı kötü olarak nitelendirmek bir anlam ifade etmez çünkü sel yada depremin sırf insanlara zarar verip öldürdüğü için kötü olduğunu söyleyemeyiz. Radyasyon yada yapay şeker insana zarar verir peki kötümüdür ? Burada zararlı olmasından değil etik olarak kötümüdür diye soruyorum. Selin yada depremin iyi-kötü ayrımı yapacak iradesi yoktur aynı şekilde doğanın da (ve içindeki canlıların da) iyi kötü ayrımı yapması beklenemez. Sırf leopar ceylanı yakalayıp öldürdüğü için bu sistemden dolayı tanrıya kötü diyen birisi leoparın karnı doyduğu için iyi de diyebilir. Burada eleştiri yapılacak ortak bir zemin yoktur. Bir şeye iyi kötü denilebilmesi için irade sahibi bir varlık olması gerekir. Hem kaldı ki ölüm, tanrının bir amacı kabul edilirse insan için belirlediği en temel varış noktası ve olması gereken durumdur. Yıldızların yada dünyanın oluşumuna iyi kötü diye bir nitelendirme yapamıyorsak deprem yada selin vb. diğer felaketlerin olmasına da biz insanlar iyi kötü diye adlandırma yapamayız (he tanrının bir amacı olabilir o ayrı). Bir şeyin üzücü yada mutluluk verici olması onu ahlaki olarak iyi yada kötü yapmaz. Sel olduğu için tanrı kötü yağmurla kurak toprağı canlandırdığı için iyi, bu vahşi yaşamı yarattığı için kötü sevgi ve merhameti gösterdiği için iyi... Bu karşılıklı örnekler çok daha uzatılabilir ama neticesinde bir yere varılamaz. Eğer belli özellikleri olan bir tanrı varsa ve bu tanrının dünyayı yaratmada belli bir amacı varsa o zaman sistemin içindeki sınırlı bilgiye sahip bizler böyle ucuz eleştiriler yapamayız. İyi bir varlık olan tanrının çeşitli canlılar ve alemler yaratması-insan kendi varlığını düşünüp bunun kendi yokluğundan daha iyi olduğunu hissedince anlayabilir- yaratmamasından daha güzel ve iyi bir durum olduğu için tanrı zaten bu evreni yaratmakla iyilik etmiş olur. O zaman geri kalan sistem demek ki tanrının planının bir parçasıdır ve bunu eleştirmek pek mantıklı olmaz.

Lâedrî

Pratik Paradigmadakiler


Kendi kapılarımın aralanması olarak gördüğüm bu ilk kelimeler bu denli bir girişin daha da girişi olduğundan onları özenle seçmem gerektiğinin farkındalığıyla neden
tam olarak bu durumu izah etmiyorum dedirtti bana ve şuanda tam olarak bunu yapıyorum.Aslında her seferinde bir şeye başlarken kendime bu soruyu sorduğumu
fark ettiğim anda da umarım en azından bunu eyleme döküşüm ilk defa oluyordur diye düşünmedim değil.Hayatta herhangi bir makale yazamıcam sanırım çünkü şu yazılarda fark etiğim şey başlangıcının kısır döngüsü içinde kaybolan nesnelliğim olmuştur.Şimdi daha da saçmalayıp var olan sıfır nesnelliği de kaybetmemek adına sebeb-i ziyaretimden bahsetmek istiyorum.Bu günler ve bu anlar Ahmet CEVİZCİ adlı kişiliğin içimdeki sese dönüşmesine izin vermeye başladığım ve haliyle kendisinin fikir ve bilgi havuzuna henüz ayağımı sokup çıkardığım günlerdir.Umuyorum ki bu şekilde devam eder.Kendisini henüz yeterince tanımadığımı ve fikrini bilmediğimi varsaydığımdan dolayı kendisi hakkında açıklamayı geleceğe bırakıyorum, yine umuyorum ki gelecekteki (!)farklı ben onu tanıma nezaketini zaman ayırarak gösterip bu konuda bir şeyler söyleyecebilecek birikimi ve özgüveni kendisinde bulmuştur.Bu noktada amacım öğretmen rolu yaparak öğrenciliğimi icra etmeye çalışmaktadır, çünkü inanıyorum ki ticaretin usulünde olduğu gibi halka açılan ürünlerin garantisinden ürün sahibi(!) emin olmalı , bu sayede kendimizi kandırıyor olduğumuz çemberin dışarısına çıkabiliriz.
Giriş yapmaya çalışırken fark etmiş olduğunuz gibi yazar hakkında bir şey söylememeye olabildiğince sakındım zira bu süreçte yaratacağım kötü izlenimin inşasından sonraya bıraktığım için değil fakat aksine kendimi bu değerli şahsiyet için söz söyleyebilme mevkisininin milyar kat altında gördüğüm içindir.Genelde yazarların kitaplarının önsözlerinin okuyucu tarafından okunulmadığı düşüncesi diye bir şey var mı halihazırda bilmiyorum.Sadece birkaç kitapta bu yakınmaya denk geldiğim dolayısıyla bu noktada ister istemez tümevarım yapasım geldiği için aklıma bu şekilde yer etmiş.Varsa da yoksa da ben , olduğunu varsaydığım için özellikle harika şeyler kaçırdığım yanılgısıyla her seferinde önsözleri okumaya çalışan bir salağım.Yazardaki kelimelerin yazarın kendisiyle ne alakası var diyerek kendimi avuttuğum da olmuştur,lan adam kaç sayfa şey yazmış götlük yapma oku işte diyerek okumamın gerekliliğini yerli yersiz temellendirmeye çalıştığımda..Ama her zaman okurum kısacası.Bu FELSEFE TARİHİ kitabının önsözünü okuyuşumda ama farklı bişeyler olduğunu hissediyordum.Ve yazarın özellikle Descartes çevirilerinden sonra "ne diyor bu amk oğlu yine" vari serzenişlerimizi bilen biri olduğunu sanıyorum ve okuyucu seni de anlıyorum dostum tavırlarından dolayı kendisi hakkında en ufak şey bilmediğim bu adama sempati duymaya başladım.Ne zamandan beri , işte on yirmi sayfadan beridir.İnsan olduğum ve mistisizm arzumdan dolayı da bu noktada Google'a bu adamın ismini yazmayı kendime yasaklamış durumdayım.Yarın lab dersi var git yat hadi diyip diyip kitapla bakışıyorum.Kendisine evcil hayvanımmış gibi davranmamın sebebi yeni doğan bir bebekten daha ağır olması mı yoksa altmış türk lirası vermem mi bilmiyorum.İçinde bulunduğum zihniyetin ve bağlamın çook ufak bir betimlemesinden sonra artık kendimi içerik ile hazır hissediyorum.Şimdi abi , kitabın ilk sayfalarında felsefi düşüncenin pratik bağlamda ortaya çıkan kıvılcımlarının ardından Yunan Mucizesine karşıt tez olarak sunulabilecek tezin temelleri atılıyor ve bu Yunan Mucizesi kavramıyla ilk defa karşılaşmış olsam bile içinde barındırdığı antipatik ögeleri ve ciddi problemi fark edebiliyorum.Bu noktada bu argümanlara ve sunulan tarihsel şemaya bakarak Yunan Mucizesi kavramıyla tanıştığım ilk anda kendimi onu reddediyorken buluyorum.Neden kitaba yirminci sayfasından daldım bilmiyorum demek ki içimde kalmış şu kavram.Herneyse.Ben aslında daha önce defalarca ismini duyduğumuz fakat bu başlık altında acaba kendilerini ne kadar iyi tanıyoruz diyebileceğimiz, felsefenin ilklerine imza atan kişilerden bahsetmek istiyorum biraz da.Giriş kısmında önce çıkan : Zerdüşt , Thales , Siddharth Gautama , Lao-Tzu gibi isimler sayılmış.İsimlerini ilk defa duymadığım bu arkadaşların giriş kısmında ön plana çıkartılmasını sonradan mantıklı bulacağım.Başka bir kitap vesilesiyle Buda'nın gerçek kimliğini tanımanın şerefine nail olduğum bu Siddharth Gautama'nın aslında ne kadar çok tartışmada iyi bir örnek olarak savunulabileceğini farkediyorum.Sekülarizm içinden gerçeği kavramak zor olsa gerek.Ve yazarımız burada "orta yol" kavramının altını çiziyor.Bu orta yol kavramını gördüğüm her yerde ilginç hissediyorum dostlarım.Orta yol kavramı gerçekten her yerde olduğu gibi burda da karşıma çıkması illallah falan dedirttmedi tabi ki de . Aksine kendisindeki hikmet arayışım henüz yeni başlıyor.Hindistan'da Buda Özellikle yer ve zaman kavramımının üzerinde durulmasındaki çizgiye dikkatimizi ben de çekerim.Kitabın konusunun gerektirdiği bir hareket olmasının yanı sıra aslında düşüncenin kültürünün ve coğrafyasının üzerine düşündürmeye çalışıyor içimizdeki ses.Bu yazının Buda hakkında bir yazı olmamasının yanında kendisini daha yakınen takımaya can attığım için umarım başka bir yazıda bir kaç şey sayfa karıştırıp beraberinde klavyeye basmayı çok isterim.Bu yazı sürecinde "FELSEFE TARİHİ" ne yönelik düşüncelerimi , "yazmak düşünmekten daha iyi bir düşünme şeklidir." kabzasıyla hizalandırmak istiyorum.Ve tabi "FELSEFE TARİHİ" kitabını whatsapp atar yapar modunda yazmamın sebebi de -istemsizlikle- 1400 sayfalık hacmi olmasına duyduğum saygımdandır.Her neyse konu yine dağılıyorken dostlarım kitabın içeriğine hemen geri dönmek istiyorum çünkü beni deli gibi heyecanlandırıyor.Ve evet Hindistan'da Buda idi , Çin'de de Konfüçyüs.Aslında bulunan dönemin içinde olduğu paradigma filozofun aşmak konusunda zorluk çektiği ve aşanların da zaten bu konuda ünlendiği gerçeğine yine bu noktada rastlıyorum.Yani hemen Konfüçyüs'dan bir kaç alıntı yaparak paradigmasını anlamaya çalışalım:

-"Alkışı en sessiz şekilde karşılayan, alkışı hak etmiş demektir. "    
-"Az konuşmaktan pek az, çok konuşmaktan sık sık pişman olunur."
-"İnsanlar sahip olduklarını küçümser, sahip olamadıklarını önemser."
-"Hiç kimse başarı merdivenini elleri cebinde tırmanmamıştır. "

Evet içlerinden şu başarı merdivenleri olayını Konfüçyüs'ün söylediğini görünce biraz şaşırdım.Çünkü ilkokulda okulun içindeki merdivenlerin oradaki duvarda bu yazı asılıydı.Aklıma her seferinde aynı espri gelirdi bi kaç defa farklı insanlara söylediğim de olmuştur ve tahmin edebileceğinizi varsayıyorum.İlkokul 2.sınıf halim için bile tahammül edilemez  ve belki şu soğuk espri furyasında kendine bir koltuk bulabilir ama her neyse boş verin konumuz o değil.Şimdi evet, bu abimizin içinde bulunduğu paradigmayı anlamak hiç de zor değil.Konfüçyüs'ün çocukken babasını kaybetmesini şuraya ekliyorum aklımızda bulunsun.Kendisi M.Ö 551 yılında yaşamış bir insan.Tarihler önemli çünkü zamanı okumaya çalışıyoruz bu noktada ki şimdiki zaman için bir anlam ifade etsin.Konfüçyüs'ün geçim sıkıntısı çektiğini de az önceki tuğlanın üzerine koyuyorum çünkü bunları bazı şeyleri temellendirmek demiyelim ama aksiyom tadında değerlendirebilmek adına ele alalım.Kendisinin hayatında birtakım meslekler icra etmiş şöyle ki ; bi ara adalet bakanı olması , derebeylik yapması falan filan.Asıl konumuza dönersek , kendisinin bu denli kendi kendini yetiştirebilmesini çocukluk döneminde babasını kaybetmesi olarak yorumlamak mümkün.Bu acı çekme muhabbetine şuanda girmek istemiyorum ama yine de başka bir yazıda uzun uzun çilekeşhanelerle , Descartes'in meditasyonlarıyla  gerekli okumayı yaparak konuys değinmek istiyorum o nedenle bu şekilde bırakmak en iyisi.Zira yine bu yazının içeriği Konfüçyüs'ün kendisini de kapsamamaktadır.Bundan ziyade mevzu bahis kitap bağlamında felsefesini yorumlamak istiyorum.Bu arada bu düşünce yazılarının Sokrates'in felsefesini güttüğünü yani hiçbir bok bilmediğimi ve dolayısıyla yazıları neyi bilmediğimi daha iyi farkedebilmek adına yazdığımı bilmenizi isterim.İnanıyorum ki bu motivasyon insana öğrenmek için çıldırmak ve bilgisizliğin doğurduğu bilgi arzusunu yaşatır ve insan yaşamınının hiçbir noktasında x ekseninde bilgisizlik y eksende bilgi bulunan bu grafik x=y olmaktan vazgeçmez.

Ve tabi bu yukarda eklediğim sözlerin ne kadarı Konfüçyüs'e ait kesin olarak bilinemez.O dönemde yazılı bir gelenek var mıydı emin değilim.Ama ne mutlu ki ona kendisinin olsun ya da olmasın iki türlü de kendisine atfedilen bu sözlerin gördüğüm kadarıyla hiçbiri kötü içerik ya da zırvalık içermemekte.Ve bu düşüncelerin tamamını pratik hayatın felsefesinde ele alabiliriz aslında.Etik felsefesi yapmıyor ama ahlaki öğretiler içermekte.Hatta Konfüçyüs'ün kendi öğrencilerinden birtanesi ona tanrılarla , manevi hayatla ilgili sorusuna "Hayat hakkında bilgi sahibi değilken,nasıl olup da ölümle ilgili bilgi sahibi olabiliriz?" diye cevap vermiş.Bu sözü kitaptan olduğu gibi alıntı yapmış bulunmaktayım bu arada.Felsefe yapabilmek için gerekli olan şeylerden bir tanesinin geçim sıkıntısı/derdi içinde olmamama olduğunu sayabiliriz.Çünkü felsefe yapan toplumlar özellikle bireylerin aslında geçim derdi falan yoktu.Konfüçyüs'ün bu öğretilerinin bağlamını de aslında onun hayatından anlamak mümkün diye düşünüyorum.Çünkü hayatının bir bölümünde geçim derdi yaşadığı bilinmekte ve türlü işler icra etmesinin açıklamasını da aslında bu noktayı temellendirmek için yaptım diyebilirim.Kendisinden pratik hayatın bilgisi adına öğrenebileceğimiz çok şey var aslında ama abi gidip de saçmalıklarla dolu Konfüçyanizm pozitif akımını uydurmanın bir anlamı yok.Alıntısını yaptığım şu sözlerden kişinin kendisinin metafiziği tamamen reddettiği atıfını yapmak hiç yerinde bir hareket değil ve dolayısıyla çok insanvari bir hamledir.Kolektif olmaya ve kendisine kahraman bulmaya çalışan insan türünün 7 sinde ne olduğunu tarihi okuyarak 70 inde de analizini tasdikleyerek yapabiliriz dostlarım.Sonuç olarak Konfüçyüs batıdaki gibi şeylerin özüyle ilgilenmedi.Yine orta yol öğretilerine rastladım tabi kendisinde dur bakalım yakında çıkar kokusu diyerek defterini kapadım.Bir de Zerdüşt var tabi hemen kısaca Google'a soralım ne diyor.Yine tarihimizi bilelim M.Ö. 600 yılları ve İran.Aslında bu arkadaşla karşılaştıktan sonra yazarın değinmek istediği konuyu anlayarak Antik Yunan'a kadar paradigmalarını değiştiren bir felsefe beklemiyordum ama bu arkadaşın "Kötülük Problemi" ni ele aldığını görünce şaşırdığımı itiraf etmeliyim.Tanrı kavramı da felsefesinde sıkça yeralmakta nitekim kendisi monoteizmin bir savunucusudur.Yahudilerden ve Mısır Tanrılarından etkilendiğini de şuraya şöylece ekliyorum.Yazarın 'Ahura Mazda' ve 'Vedalar' dan bahsettiğini görünce direk heyecanlandım çünkü yine bir şey bilmiyordum.Zerdüştlük dini bu noktada ön plana çıkıyor benim için çünkü o dönemde ve özellikle İran kültüründe çok tanrılı inançtan tek tanrılı inanca bir geçiş süreci.Geçmişte hepimiz salak olduğumuzu ulan geçen sene ne maldım ya falan diyerek düşündüğümüz olmuştur.Seneye de böyle diyeceğimi varsayarak şuanda salak olduğumu huzurlarınızda kendime itiraf ediyorum.Şimdi ne alaka lan tek tanrılı inanç falan diyeceksiniz.Şuanda yazı yazarken tefekkür ederek daha iyi anladım ki ulan bir dönemde bir düşünce birikiminin içinden farklı bir paradigmayla ve özellikle din gibi sağlam bir konuda yeni bir şeyle ortaya çıkmak ne kadar ilginçtir.İşte bu yüzden şu ana kadar bunun önemli olduğunu söyleyip aslında gerçek önemini kavrayamadığım için bir kez daha salak olduğumu fark ettim.Yani düşünün adamlar hep çok tanrılı inanıyor.Bu inanç kültürlerinde bulunmakta yani Türkiye'de herkesin ortalama müslüman olması kadar kültürün içinde bulunan bir öge.Buna güzel bir örnek veremememin aslında biricik sebebidir nasıl kültürümün içinde çıkamadığım gerçeği.Bunu adam örnek vermek için de yapmıyor da zaten.Gerçekten çok ilginç ama olayın bizatihi kendisi çığır yaratan bir olay olduğu için kendisinin üzerinde durmadım fakat iyi bir noktayı kavramak üzerindeki etkisine değinmek için kullandım.Çığır yaratan bir olay da olabilir belki bilmiyorum , önemli de değil şu noktada sonuç olarak bu arkadaşın benliğini ben yapan o kavram , kültür ve zihnindeki tanrı algısının birikmişliği bir kenara tanrıyı bir olarak tanımlaması belki de kültürümüzün etkisinde ne kadar bulunduğumuzdan ziyade fıtratımızda bulunan bu tek tanrı algısından dolayı olabilir.Tıpkı Descartes'in Tanrının varlığını , mükemmel olan var olmak özelliğinin mükemmel bir Tanrının zaten doğasında bulunması gerektiğini , ona ait olduğunu ve dolayısıyla Tanrı vardır diye pekiştirmesiyle biz de mükemmel olan Tanrı algısını sadece mükemmel olan tek lik özelliğiyle bağdaştırabiliriz.Ve az önce de bahsettiğim gibi bunların hepsi beni ben yaptığına inandığımız kültüre karşı gelebilen , içimizde çığlık atan bu yaradılış gereği hareketin sonucu olabilir.Zerdüşt için öyleymiş en azından..Zerdüştlük dininde inanılan Tanrı Ahura Mazda iyiliğin simgesi ve dolasıyısı ile bir kötü de var ,  bu da kardeşi Ehrimen oluyor.Bu durumu Kadim Çin öğretilerinde bahsedilen ying yang kavramına benzetmemek elde değil.Aslında paradigmasına bu kavramları oturtan Zerdüşt için "kötülük problemi" şu saatten sonra kaçınılmaz olurdu sanırım.Ying yang hakkında pek bir şey bilmediğimi varsayarsam şekilde anladığım olay iyinin içindeki kötülük ve kötünün içindeki iyiliğin uyumu ve denge aklımda beliriyor.Yine bir orta yol ile karşı karşıyayız.Kötünün ve iyinin bu dinde abi kardeş rolünü oynaması gerçekten ilgi çekici.Günümüzde hala Zerdüştlük dinine inanan 250.000 kişi varmış.Valla moba oyun yapıp boss'un ismine Ahura Mazda koymak isterim bir gün.Bu kadar övdükten sonra kendisi biraz da Vedalardan bahsetmek istiyorum.Çünkü merak ediyorum abi bu arkadaşın fıtratından mı gelmiş bu tek tanrıcılık arzusu yoksa belirgin bir düşünceden çok mu etkilenmiş.Vedalar da antik Hindistan'daki kadim yazmalar imiş.Bu dönemde bir şeyler yazıyorsanız zaten hiç dert etmeyin 21.yüzyılda mis gibi kadim diyoruz biz onlara.Ne ara bu kadar alaycı üsluba geçiş yaptığımı bilmemekle bu noktada bu saçmalığı da sonlandırıyorum.Hinduizm dinine mensup arkadaşlar bu Vedalar'ın ezeli, yazarı olmayan , insanüstü ve açığa çıkmış bilgi olduklarını düşüyorlarmış."Önce ne varlık vardı ne de yokluk, ne hava vardı ne de ötedeki gökyüzü, neydi onu saran?"" gibi ifadelere rastladım bu öğretilerde.Aslında birçok kavme din geldiğini hatırlarsak gerçekten düşündürücü ifadeler.Tefekkür yoluyla ya da tanrı tarafından müdahale yoluyla olmak şeklinde altını çizebileceğimiz bu büyük soruların aynı zamanda tamamen alakasız olabileceği gerçeğini unutmamak da lazım.Tıpkı her şey de olduğu gibi..
Bu noktada planladığım şekilde yazının içeriğinin Thales ve Yunan Mucizesine değinmeden hemen önce aynı dönemlerde karşımıza çıkan filozofları değerlendirmek , onları daha yakından tanımak istedim.Yazarı bu konuda benimseyerek yazının başlarında kendisine bu konuda katıldığımı belirtmiştim ve farklı kaynaklar üzerinden de inceleyerek aslında benimsemiş olduğum bu düşünceyi kendime inandırmaya çalıştım.

Lâedrî