Mutluluğun Sarp Yokuşu

Selam Lâedrî. Aslında bu yazıya nasıl başlayacağımı bilmiyorum. Tamam, diğerlerinde de aynısını diyorum ama bu sefer ki gerçekten farklı. Bu aralar doluyum biraz. Hangimiz değiliz ki. Hangimiz dolu değiliz, hangimiz sıkılmıyoruz. Ya da tersten sorayım kaçımız gerçekten mutluyuz. Mutluluk dediğimiz şeyler konuşabilse kaç tanesi ben mutluluk verebiliyorum diye gerçekten iddia edebilirdi.
29:64- Şu iğreti dünya hayatı, bir eğlence ve oyundan başka şey değil. Âhiret yurduna gelince, asıl hayat işte odur. Ah, bilebilselerdi!
21:16- Biz göğü, yeri ve bunlar arasında bulunanları, eğlence için yaratmadık.
Bazen insan mutlu olmak ya da olmamaktan öte bir durumdadır. Bazen insan sıkıldım dediğinde bu iyi bir film izlediğinde ya da güzel bir müzik dinlediğinde de geçebilecek türden değildir. Bazen insan sıkıldım dediğinde bu ruhunun sıkılmasıdır. Artık ... Bu artık kelimelerle pek ifade edilebicek bir durum değildir keza ifade edemedim edemiyorum da ama elbet herkes yaşamıştır ya da bir gün yaşayacaktır. Belki elindekileri tükettiğinde aslında tükenebilecek olan onca gereksiz şeye kendisini nasıl bu kadar kaptırdığını fark ettiği zaman belki de elinde tüketebileceği şeylere bakıp '' bunlar ne'' dediğinde anlayacaktır. Her iki durumda da yavaş yavaş kendini tüketmeye doğru kulaç atacaktır. Attığı her kulaçta biraz daha yorulacak biraz daha nefesi kesilecek biraz daha pes etmeye yaklaşacak biraz daha biraz daha... İnsan bir iş için (artık o her neyse) emek sarf edip karşılığını alamayınca üzülmeye başlar ve neden böyle olduğunu sorgular. Çünkü insan onun olması için uğraştığından dolayı bir beklenti içine girmiştir ve haklıdır da olmayınca üzülmekte. Ama bu bir şeyde belki de bir tek şeyde istisna olabilir. o da; mutlu olmak. İnsan bu hayatta mutlu olamayınca doğal olarak kötü bir ruh haline bürünür, sitemkârlaşır ve bunun nedenlerini de düşünmeye başlar hatta bazen diğer insanlarla kendini kıyaslamaya başlar. Sanki o insanların tüm yaşantılarına hakimmiş gibi. Ne yaparsanız yapın kim ne yaparsa yapsın bu hayatta her daim mutlu olması hiç olası bir durum değildir hatta belki hayatta hiç mutlu da olmayabilir. Arthur Schopenhauer'ın da çok güzel değinmiş olduğu gibi “Doğuştan gelen bir kusurumuz var; hepimiz mutlu olmak için dünyaya geldiğimizi sanıyoruz. Bu kusurumuzu gidermedikçe, dünya gözümüze çelişkilerle dolu bir yer görünecektir. Çünkü her adımımızda, ister büyük ister küçük bir şey yapmış olalım, dünyanın ve insan hayatının, mutlu bir yaşam sürdürmeye olanak verecek biçimde tasarlanmadığını anlayacağız. İşte bu yüzden bütün yaşlıların yüzlerinde aynı ifadeyi, yani düş kırıklığını görmek mümkündür.” Yaşlı insanlarla konuşmak,bence bu dünyada muhabbet edilebilecek güzel insanlar arasında büyük çoğunluğu oluştururlar. Yüzlerindeki kırışıklıklardan, edindikleri tecrübelerden size anlattıklarına kadar. Neyse mutlu olmak diyorduk, aslında mutlu olmaya değinmeyecektim pek. Ama neye değineceğimi de bilmiyorum zaten sadece bu sohbete fazlasıyla ihtiyacım var. Çünkü konuşabilecek yakınımda olan pek kişi yok. Peki madem bu dünyada mutluluğa ulaşmak o kadar kolay değil ya da hiç ulaşamayacağız o zaman nerede bu mutluluk. İnsan ne zaman sıkıntılardan kurtuluşa erecek ve gerçekten kendini mutlu eden şeylere baktığında korku olmadan emin bir şekilde gülebilecek onlara. Söz buraya geldiğinde benim diyeceklerimin bize yazmayı ve kelimeleri öğreten ''yaratıcının'' söyleyecekleri yanında çok değersiz ve asla onun dedikleri kadar güvenilir değil. Onun için ;
4:13-İşte bütün bu hükümler, Allah'ın koyduğu hükümler ve çizdiği sınırlardır. Kim Allah'a ve Peygamberine itâat ederse Allah onu altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. Onlar, orada ebedî olarak kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş budur.
11:108-Mutlu olanlar ise cennettedirler.
13:29 - Onlar ki, iman etmişler ve salih ameller işlemişlerdir, ne mutlu onlara, varacakları yer de ne güzeldir!
 Biliyorum... Bu dünya gerçekten çok zor ve whatsapp durumlarında ya da tumblr'da paylaşıldığı gibi ''hayat kısa kuşlar uçuyor'' modunda değil. Her an her şeyin değişip ne olacağını bilmediğimiz bir durum bir sıkıntı ile karşı karşıyayız. Çünkü bu sistem böyle dizayn edildi.
2:155- Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele.
Ama etrafımıza bakıpta, ''o insanların hayatları bu kadar güzelken neden benim hayatım bu kadar kötü, neden ben bu kadar üzüntü çekiyorum neden rabbim neden beni seçtin neden bana verdin bu dertleri'' demek, insanın o an ki duyduğu üzüntü ve ruh durumunda ne kadar iyi hissettirse ve o an çok makul gibi görünse de, gerçekten Allah dert çektirmek için sadece bizi seçmiş ve bizi bu kadar özel kılmış olabilir mi ? Hayır. Yani bu dünyada imtihana tabi tutulmak için yaşıyorsak herkesin bazı şeyleri yaşaması gerekiyor ki eğer sadece biz olsaydık üzülenler o zamanda aslında biraz sevinmemiz lazımdı çünkü bu durum bana ''Allah benle daha özel olarak ilgileniyor''muş gibi bir şey hissettirirdi.
3:140-Bak işte günler! Biz onları insanlar arasında dolandırır dururuz. Allah bu sayede iman edenleri bilecek, sizden tanıklar/şehitler edinecektir.
Ve o günler sadece birbiri ardına değil bizim aramızda da dönmektedir.
Söz gelmişken şuna da değineyim, bazı olaylar imtihan neticesinde olsada bazıları bizim yapıp ettiklerimizden dolayı başımıza gelir. İnsanın doğayı çevreyi bozması, yanlış işler yapması gibi nedenlerden dolayı.
“Sana gelen her iyilik Allah'tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir...” (Nisa, 4/79)
Her şeye rağmen bu dünyada iyi olan daha doğrusu insana iyi hissettiricek hiçbir şeyin olmadığını söylemekte çok abes kaçar. İnsanı muytlu eden onlarca şey olabilir ve bunun çok büyük bir kısmı da yapay şeylerdir. GDO'lu besinlerdir içinde tatlandırıcı koruyucu maddeler içerirler ve faydadan çok harap ederler. Ama bazı iyi hissettirip uzun süre derin bir huşu ve mutluluk veren şeyler de vardır ki işte bu da iyilik yapmaktır. Sözde çok basit yazmak için bir iki tuşa basmak,söylemek içinse sadece birkaç saniyeye ihtiyaç duyulan bir cümle olmasına rağmen yapmak içinse çok zor bir yolculuğu ve nefsimiz gibi bizi bu yoldan çeldirici etkenleri barındıran sarp yokuşu göze almaktır. Peki nedir bu sarp yokuş ?

''Ve doğurana ve doğurduğuna da yemin olsun ki,
Biz insanı gerçekten bir sıkıntı ve zorluk içinde yarattık.
O sanıyor mu ki, hiç kimse ona asla güç yetiremeyecektir!
"Yığınlarla mal telef ettim!" diyor.
Hiç kimsenin kendisini görmediğini mi sanıyor?
Biz ona vermedik mi iki göz,
Bir dil, iki dudak?
Kılavuzladık onu iki tepeye.
Akabeye, sarp yokuşa atılamadı o.
Sarp yokuşun ne olduğunu sana bildiren nedir?
Özgürlüğü zincirlenenin bağını çözmektir o.
Yahut da açlık ve perişanlık gününde doyurmaktır o,
Yakındaki bir yetimi,
Yahut ezilmiş, boynu bükük bir yoksulu.
Sonra da iman eden ve birbirlerine sabrı öneren, merhameti öneren kişilerden olmaktır o.
İşte böyleleridir uğur ve bereket dostları.'' (Beled 3-18)

Gerçekten bu ayetler beni çok etkiliyor. İnsan şüphesiz ki iyilik yapmaktan mutlu olan bir varlık. En azından dünyayı mahvetmeyen ya da elinde güç olsa kötülük uğruna kullanmayacak olanlar için diyebilirim. İnsanlar sokakta yürürken aç bir köpek gördüğünde,soğuktan üşümüş bir canlı gördüğünde,bankta yatan bir evsiz gördüğünde,ev kirasını ödeyemeyen bir insan gördüğünde,çocuklarının karnını doyuramayan bir anne baba gördüğünde,pazarda akşam yerde kalanları toplayan insanları gördüğünde,oyun oynaması gereken yerde yetişkin insanların dahi çok zorlanacağı hayatları yaşayan çocukları gördüğünde, zulme haksızlığa uğrayan insanları gördüğünde artık kalbi daha fazla acıyı göremeyecek duruma gelene kadar bir sürü şeyi gördüğünde, o sarp yokuşun ortasında ilerlemeye takati kalmamış bir biçimde bırakıp yolun ortasına çöküyor. Bu sarp yokuş bizim için var ve biz adım adım,nefes nefes bu sarp yokuşa atılmalıyız. Üşeniyoruz, umursamıyoruz, nasıl olsa birileri bir çaresine bakıp deyip olmayan insanlara devrediyoruz bu görevi. Ağır geliyor bizlere bu sarp yokuşa atılmak halbuki bir kere tırmansak eminim kolaylaşacaktır. Ve iyilik yapma konusunda da çoğu zaman kolaya kaçıyoruz. Elimize gelen iyilik fırsatlarını geri çevirmiyoruz belki ama iyilik yapmak için fırsat da yaratmıyoruz. Kendim için konuşuyorum şu an, bomboş ve gereksiz her şeyden sıkılmış bir zaman geçiriyorum bu aralar, başka şeyleri sarp yokuşa atılmaya tercih ediyorum. Üşeniyorum, erteliyorum ve böyle yapıp geriye dönüp boşa geçen zamana baktığımda ''Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir...'' bir boşluk görmeye başladım ve bu gördüğüm boşluk her geçen gün biraz daha büyümekte. Büyüdükçe beni içine çekmekte ve bu hızla büyürse yakında beni yutacak. O beni yutmadan benim ''...bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır'' ayetinde vurgulanan o müstesnalardan olmam gerekiyor. Bu cümlem sanki bir yarıştaymışız gibi bir imaj vermiş olabilir, evet yarıştayız ve bu dünyada olmuş olabilecek en güzel yarıştayız.''O halde, iyilikte birbirinizle yarışın!''(2:148). Ama dediğim gibi geri dönüp baktığımda görmüş olduğum o boşluk bazen gücümü tüketiyor ve zamanını boşa sarf etmişken şimdi ne yüzle Allah'ın karşısına çıkabilirsin dedirttiriyor bana ama burada da aklıma ilk 14 yaşımdayken rastladığım hala da beni en çok etkileyen ayetlerden biri olan şu ayet geliyor; ''.Rabbin seni terk etmedi, sana darılmadı da''. Aynı ayetin devamı da adeta bütün bu dünyaya rağmen motivasyon veriyor insana ''Muhakakki ahiret senin için dünyadan daha hayırlıdır''. Bazı insanlar siz Allah için iyilik yapıyorsunuz ben ise bir şeye bağlı kalmadan, iyilik olduğu için onu yapıyorum demesine de sakın aldanmayın bu içi boş olan ama süslü de olmayan bir cümledir. Bunun için ahlak yazısını da okuyabilirsiniz. O insanların ahlaki görüşleri sadece kendini bağladığı ve bunu asla temellendiremeyecekleri için dedikleri bir anlam ifade etmemekle beraber onlar da iyiliği direk kendileri yani kendi vicdani huzurları kendilerini mutlu etmek için yapmaktadırlar. Halbuki Allah'ın bizım bir şey yapmamıza ihtiyacı yoktur. Bizim ve diğerlerinin buna ihtiyacı vardır ve ihtiyaç olması hala onun iyilik olmasına bir zarar vermez.
7:7-Eğer iyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz ve eğer kötülük ederseniz yine kendinizedir.
İyilik yapmak sadece bu dünyada manevi bir haz sağlamak ya da cennette bir köşk almaktan da ötedir(tabii ki bunları küçümsemiyorum). Ama iyilik yapmak inanan bir müslüman için yaratıcısının dostu olabilme mevkine ulaşabilmesidir ki bir müslüman için bundan daha güzel bir mevki ya da Allah'tan daha güzel bir dost olabilir mi ?
4:125-İyilik yaparak kendisini Allah'a teslim eden ve İbrahim'in dinine dosdoğru olarak tâbi olan kimseden, din bakımından daha iyi kim olabilir? Allah, İbrahim'i dost edinmişti.
Tevbe 72-Allah, mümin erkeklerle mümin kadınlara, altından ırmaklar akan cennetler vaat etmiştir. Sürekli kalacaklardır orada. Adn cennetlerinde de tertemiz barınaklar vaat etmiştir. Allah'ın bir hoşnutluğu ise hepsinden büyüktür. İşte budur o büyük başarı/o büyük kurtuluş.
 Ve nereden bakılırsa bakılsın iyilik yapmak sadece akli olarak düşünüldüğünde bile yapılabilecek en iyi iştir.
 6:160 - Kim iyilik getirirse, ona o (getirdiği)nin on katı vardır. Kim kötülük getirirse, sadece onun dengiyle cezalandırılır; onlar haksızlığa uğratılmazlar.
 Yani Allah bizi sarp yokuşa motive etmekte aynı zamanda bunu üzerimize vazife kılmaktadır. Müslümanlar ise kahvelerde ülkeyi ya da islam alemini kurtarıp gençler ise üniversite kantinlerinde sisteme sövmekten ileriye gidememektedir. İnsanların iki yüzlülüğünü düşünmek bile beni çılgına döndürüyor. Birilerini yaptıkları ahlaksızlıklardan dolayı eleştirip ayıplarlarken kendilerini unutuyorlar. Aslında bu unutmaktan da fazlası. O insanlar daha büyük güce sahip olduğu için daha büyük ahlaksızlıklar yapıyorlar ama sen de sahip olduğun güç neticesine elinden gelen kötülüğü yapabiliyorsun. birilerinin bir yerlere torpil yoluyla atanmasına sitem ederken yemekhane sırasında sırf arkadaşın diye birini yanına alabiliyorsun. 2:44 - İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz? İyilik konusuna geri dönecek olursak, iyilik yapmak anlık bir olay değil bir süreçtir daha doğrusu süreçler silsilesidir. 74:6 - Yaptığını çok görerek başa kakma.
Yapılan bir iyiliğin iyilik olmasını belirlemek de o sürecin devamında meydana gelir. Yavaş yavaş konuya olan ilgimi ve yazının başında içimde olan o hazzı kaybediyorum gecenin geç saatleri olduğu için sanırım. Yazının sonlarına doğru gereksiz tekrarlara düşmüş olabilirim ama bana bir iyilik yapıp beni mazur görün :) Son olarak yazının başında söylediğim şeye deginmek istiyorum. İnsan bir işe çalışıp emekleri ziyan olunca üzülüyor demiştim. Ama iyilikte bu olmuyor çünkü dünya adaletsiz bir yer olsada Allah adaletsiz değildir. 11:115 -Ve sabret! Çünkü Allah iyilik edenlerin mükafatını yitirmez.
İyilik ne kadar hoş hümanist bir şey görülsede görüldüğü kadar da basit değildir. İnsanın o sarp yokuşu göze alması ve kendini yeri geldiği zaman iyilik yapacağı konularda feda edebilmesi lazımdır.3:92 -Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça, gerçek iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu hakkıyla bilir. Yazının son kısmını kendime ayırabilir miyim ? Kime soruyorsam şu an benden başka cevap verecek olan yok. Allah'ım n'apıyorum bilmiyorum, neleri neden yapıyorum bilmiyorum. Şu aralar beni bir şeyler yaptığıma inandıran şeyler senle konuşmak ve yazı yazmak falan. Biliyorum bugünlerde dönecek ama dönse ne olacak asıl insanlar bugünleri yaşarken gerçek dünyayı görebiliyor. Her şey boş geliyor. İyi ki sen varsın da  hayatın gerçekten boş olmadığını ve anlamlı olduğunu biliyorum. Her şey için teşekkür ederim. Rabbim beni bu sarp yokuşa cesaret eden ve orada devamlı ilerleyen kullarından eyle.
Kendinize iyi bakın laedri iyilikle kalın. 2:112 - Hayır, hayır! Kim özü iyilik dolu olarak yüzünü Allah'a tertemiz döndürür ve teslim ederse, işte onun Rabbi katında ecri vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olacak değiller. Son olarak, ölüm size sizin ona olduğunuzdan daha yakındır ve ''ölüm gelmeden iyi işler yapın''.

''Her canlı ölümü tadacaktır,sonra bize döndürüleceksiniz''.

Lâedrî

Yeni-Platonculuk Varlık Kuramı


Herkese merhaba. Aslında bu yazının içeriği öncesinden söz verdiğim üzere Platon hakkında olacaktı. Fakat yazıda
(neoplatonism)Yeni-Platonculuk'dan bahsetmek istiyorum. Nedenini ise bilmiyorum. Canım öyle istedi sanırım.

Ortaçağ'da dini inanışlarını felsefe ile temellendirmek isteyen filozofların bir durağıydı aslında Plotinos'un neoplatonizmi. Platon'un meşhur portresinde elini işaret ettiği gibi "öte dünya" bakış açısını amaç olarak edinir bir bakıma Plotinos. "Bir"'den kopmak(Sudur) algısıyla Mevlana'nın panteizmine benzettim diyebilirim. Tanrı algıları farklı olsa da yine de Tanrı'yı kavrayış biçimlerindeki bu ortak noktayı görmezden gelemedim. Tabi özellikle Platon'dan etkilenen Plotinos'un kurduğu sistemde bu durumda etik ya da kozmolojik bazı anlayışlara ilaveten bir din teorisi de bulunmaktaydı. Bu dini teorinin varlığı özellikle Tanrı, ahlak, ruh üzerine yapılan spekülatif kuramların yanısıra bunlara karşı alınması gereken tavırlarla ilgili doktrinlerden anlaşılmaktadır. Bu doktrinlerde de her şeyin Tanrıya -yani her şeyin kaynağına- ulaşmak amacında olduğu ve bu amaca yönelik ifadeler bulunmakta. Platon'dan ne denli etkilendiğini anlamak adına önce yüzeysel bir şekilde Platon'un İdealar Kuramındaki "İyi İdeası"'na bakalım. Platon'un bahsettiği bu "İdealara" dair doğru bakış açısını, tikel varlıkların özü olduklarının altını çizerek kavrayabiliriz. Kendisinin kurduğu Doğru Analojisinde ise, bir doğru çekerek üst ve alt olarak varlığı ikiye ayırır ardından üst ve alta birer doğru daha çeker. Sonuçta toplamda üç doğru çekilmesiyle oluşmuş dört satırdan oluşan bir tabloyla karşılaşırız. İşte bu satırlara varlığın hallerini koyar, örneğin "öte dünyacı" bakış açısının tezahürü olarak görebileceğimiz üzere ilk satıra yani en üst konuma İdeaları yerleştirir. Tabi gerçeklik değeri taşıma niteliği de üstten altta doğru azalır ona göre. Ve işte bu İdealarında kendi arasında en üstüne İyi İdeasını yerleştirir. İyiye dair şöyle bir tanımı bulunmakta:

“İyi varlıktır ve varlık iyidir.”

Platon'un algılarında Tanrı Demiurgos, bu İdealara biçim veren, onları seçendir. Bu noktada, İdeaların hep varoluş tanımlarıyla ve varoluşlarının fenomenlere ihtiyacının olmayışıyla tanrısal bir özellikte olduklarından ontolojik açıdan ilginç bir soruyla karşılaşmaktayız.Şöyle ki: Tanrının fiziksellikten de öte, kelimelere mazhar olamayan yaratmaları zaten potansiyelde var değil midir? Ya da basit bir örnek ile şuanda insan fıtratında mevcut olmayan bir duygu Tanrı tarafından insana eklenebilirdi de. O halde yaratılabilecek her şey potansiyelde bir varlıktır ve bu onlara Tanrısal nitelik verir diyebilir miyiz? Bu da Tanrı için yaratmak dediğimiz olayı bir anlamda kısıtlamaz mı? Bu soru henüz kafaları meşgul ediyor iken burada dursun, biz de neoplatonizm adına Sokrates'in İdeaları ile devam edelim.

İşte sözgelimi İyi İdeasını çok üst bir konuma yerleştirmesiyle Sokrates, bazı yorumcular tarafından İyinin Demiurgos ile aynı şey olduğunu kast ettiği şeklinde yorumlanmıştır. Fakat iki türlüde bu üst konum "Tanrının yaratmayı istemesinin sebebi İyi İdeasıdır ve iyi olan her şeyin nedeni, Tanrı'nın iyiyi istemesidir" haline götürür. Demiurgos, evrenin iyi olmasını istemiştir kısaca. Bu tanımlar aslında bizim "iyi neden iyi ?" sorularına atıflar yapabilen tanımlardır. Belirsizlik olmasının yanında Platon'da Demiurgos hareket halindedir. Bizim Tanrı olarak nitelendirdiğimiz mükemmelliyet ile onun, var olan İdealara biçim verenin Tanrı olması nitelendirmesi farklıdır. Bu az önce de dediğim gibi, Tanrının potansiyelde yaratabilecek şeylere, sadece şekil vermesi ile olur, tabi Sokrates'e göre. İşte burada Plotinos aslında etkilenmeyle onun İyi İdeasını alır ve "Bir" dediği şey yapar. Fakat çok gariptir, bu bire çoğunluk tanrısal özellikler atfederken, bazen de bunu yapmaz. Bu "Bir"'i saf ve basit, değişmeyen, yaratılmamış olan, mutlak olarak tanımlarken aslında bu Tanrının "Bir" durumundan iki ya da çokluğa tekabül etmemesi için çabalar. Fakat teizm grubun içerisinde bulunan bizlerin Tanrıyı tanımladığı şekilde, örneğin zamandan bağımsız, fiziksel olmayan gibi niteliklerin "Bir"'e izafe edilemeyeceğini söyler. Bunun algılarımızda O'nu sınırlamak, O'nu belirlemek ve O'nu bireysel bir varlığa dönüştürdüğünü söyler. İşte bu çıkmaza girdikten sonra da, yani onu bireysel tanımlayarak Tanrının evreni yaratmasındaki seçimi Tanrının yaratımından çıkarmaktadır. Tutarlılık adına O'nu varlığın kaynağı olarak görmek ve varlık için yaratılmanın seçilmemesini kabul etmek, kendisi için kaçınılmaz olacaktır. Bu noktada özellikle dikkat çekmek istediğim şey, Kur'an içerisindeki Tanrıya atfedilen sıfatlar, O'nun tanımlamalarının neden bu kadar önemli olduğudur.


"Gökleri ve yeri yoktan var eden O'dur. Eşi de olmadığı halde, nasıl olur da çocuğu olur? Her şeyi yaratan O'dur. Ve O, her şeyi bilendir." (EN'AM/101)

"Allah eksiksiz, Sameddir.(Bütün varlıklar O'na muhtaç, fakat O, hiçbir şeye muhtaç değildir)" (İHLAS/2)


Var olmanın iyi olması, ve iyi bir Tanrı için var etmenin Tanrıya has iyi bir eylem olduğu kaçınılmazdır. Sokrates'in iyi ve varlık görüşlerinde bile bu yakalanabilir. Fakat Plotinos'a göre yaratma bir eylemdir ve eylem değişmeyi mümkün kılar. Oysa Tanrı değişmez. Yine tanımında, Yaratmanın bilinci gerektirdiğinden, Tanrıya bilinç atfetmenin O'nu sınırlandırmak olacağını söyler. İşte bunların Tanrının mutlak yetkinlik ve dinginlik halinden çıkması, O'nun kendine yetememesi anlamına geldiğini düşünerek Tanrı tanımında büyük farklılığa gider. Bu tanımı da bu yanlışlamalardan sonra Platon'un İyi İdeasından etkilenerek kurar. Yani Tanrının var etmesi için özgür yaratma ifadesini kullanamayan Plotinos, "sudur", "türüm" öğretisi geliştirir. "Var olan şeyler Güneş'den dağılan güneş ışınları gibi yayılırlar, sudur ederler" der. Fakat her ne kadar bu varlık tanımında varlıklar Tanrıdan sudur eder demişse de, panteizme de karşı çıkmıştır. Çünkü tanımda Tanrının varlıklara yine yaratmanın seçimiyle kendisinden bölme, yaratıklara aktarma şeklinde olmasına karşı çıkar. Aslında teizm anlayışıyla, bilinen panteizm anlayışı arasında biyere konulabilir bu görüş. Zira o "Bir"'i varlığa içkin tanımlamaz. Bu da kuramının panteizmden farkı denilebilir. Bu sayede Tanrının mutlak bağımsızlığı korurken aynı zamanda Tanrı'da eksilme olmasını çözmüş olur. Kafamızdaki Tanrı algısını kendi paradigmamızda düzgün inşa edebilmek adına aşağıda ayeti incelemenin faydalı olduğunu düşünüyorum. Vurgu sebepli yaratmaya olsa da, "yaratmanın" olduğu da açıktır. Zaten yine bu Tanrı algısında, Kur'an'da Allah'ın çokca sıfatları yer almaktadır. Bunun sonucu olarak algımızın inşasında Plotinos gibi Tanrıyı sınırlandıracağı gerekçesiyle Tanrının nitelenmemesine vararak geliştirdiği bu Tanrı algısının sorununa dikkat etmeliyiz. Ve tabi bu algıyı kazanmamızda Kur'an'a çok şey borçluyuz.

"Ve Ben, insanları ve cinleri (başka bir şey için değil, sadece) Bana kul olsunlar diye yarattım." (ZÂRİYÂT-56)

Her şeyden ziyade, Plotinos kuramında, Tanrının çoğu tasvirini de doğru yapacaktır. Nitekim Ortaçağda birçok İslam Düşünürünü de etkilemiştir. Amaç olarak da kuramının bizi nereye götürdüğüne bir bakalım. Bu hiyerarşik düzende tanımladığı varlıkları yetkinlik alanında sıralamaya da sokmuştur. Aslında Platon'un İdealarından bahsederek oluşturduğumuz yukarıda kalan soruyla bir bakıma benzer kuramı. Tanrıdan başlayan sudur sürecini üç aşamaya ayırıyor kendisi ve ilk adımınında da Nous (Zihin) bulunuyor. Soruda bulunan potansiyeldeki tüm İdeaları aslında Nous olarak tanımlıyor ve Nousa bunların dünyası olan Tanrısal Zihindir diyor. Bir alt yetkinliğinde ikinci olarak ruhu tanımlıyor ve bu gerçeklikleri kavramak adına ruha düşünce gücü yükleyen bir tanım yapıyor. Hatta bu ruhun tefekkürünü de gerek Nous olsun gerek dünyadaki varlıklar üzerine olsun iki düşünmeye ayırıyor. Son olarak da sudur'un son aşaması maddi dünya der. Kuramı içinde özellikle İdeaların "sudur" içerisinde nasıl bir yetkin rol oynadığı görülebilir ki zaten onu neoplatonizm yapan da budur. Amaç olarak da bu ruh ve maddi dünya arasında orta konuma rasyonel olanı yerleştirir. Bu hiyerarşide her şeyin geldiği üst yetkinlikte olan Tanrıya geri dönme amacı koşar insana kuramında. Özellikle bu kısımda da Panteizm, hatta daha çok Mevlana'nın görüşleriyle benzerlikler olduğunu düşünüyorum. Zira insanın varlığının bu "Bir"'den yani "güneşten" çıkan bir "ışın" gibi vuku bulması, ardından amaç olarak tekrar "güneşe" geri dönme belirlenmesinden bahsedilir. Yine de bu kısım daha çok mistisizm içerdiğinden olsa gerek, o kadar ilgimi çekmedi ve dolayısıyla varlık açıklamasında olduğu kadar üzerinde durmak istemedim.

Genel olarak yazıda, kendim için yeni bir soru edinirken aynı zamanda Kur'an'ın ayetlerle yarattığı zihnimizdeki Allah algısının, O'nu doğru anlamak ve dolayısıyla yaradılışı doğru kavramak adına ne kadar önemli olduğuna değinmek istedim. Allah'ın her bir sıfatının insanoğlu için muazzam nitelikte açıklayıcılığı içinde barındırdığı ve tüm ayetlerde olduğu gibi o ayetlerinde bir amaç taşıdığı varılması gereken noktadır. Aslında sudur anlayışının kendi içindeki sorunlarını  incelerken vardığımız kaçınılmaz sonuç buydu. Fakat söylediğim gibi, döneminin çocuğudur ve iyi olduğunu düşündüğüm bir kuramdır. Bir ara üşenmezsem, Platon ve Aristo'yu da yazmak istiyorum. Görüşmek üzere.

Lâedrî 

Birey ve Toplum


Hayattaki gerçek amacımızdan ziyade, topluluk halinde yaşamamızın sonuçları olan konularla pek fazla ilgilenen birisi olmadığımdan bilgisiz yorum yapacak cesarete sahip olamamışımdır onlar hakkında.Siyaset de çoğu zaman bu konulardan birisi oldu benim için. Siyaseti, aslında varoluş amacımızdan dışlamak ve seküler bir konu olarak ele almak istemiyorum. Ama yaşadığımız dünyanın içerisinde üzerine spekülasyonlar yapılan, ve onu düşünmekten ya da tartışmaktan pek yarar sağlayamadığımız bir konu olduğu için, yine anlamlaştırmak istemiyorum kendisini. Fakat ne denli olursa olsun, kendisinin, toplumu ve dolayısıyla bireyi etkileyen bir fenomen olduğu aşikar.Bu sebepten, varoluş amacının pratikteki etkisi konusunda bireyi etkilediği malumdur. İnsanın yaradılışı üzerine bakacak olursak da topluluklar kurmanın kaçınılmaz gerçeğini görmekteyiz.Yani birbirlerinden farklı zamanlarda ya da farklı mekanlarda bireylerin sürekli birlikte yaşama çabaları, sürekli toplumda bile cereyan eden birlikteliklerden anladığım kadarıyla, bu arzu fıtratımızda yer alıyor olmalı.Fakat arzudan bile önce, bu arzumu tatmin etmediğim ve bireysel olarak yaşamaya çalıştığım bir hayatta başarılı olamayacağım açıktır. Gerçi bir başarı kriterinin olmayışı hoş olabilir ama yine de insanın insana ihtiyacı vardır.En önemlisi de bir ikinci birey olmadan, teizm paradigmasında hayatın anlamı yoktur. Bu gerçekleri kabullendikten sonra topluluklar ve bireylerin neticesinde siyasetin düşünülmeye değer olduğu kanısındayım.

Yazıda Sokrates'in düşüncelerine atıflar yaparak kendimce bir yol çizmeye çalışacağım, her zaman yaptığım gibi.Yine de düşüncelerde benimsediğim şeylerin olması onları tam anlamıyla kabul ettiğim için değil fakat daha çok tutarlı gördüğüm için olmaktadır.Bu noktada tekerleği yeniden icat etmekten kaçınıp halihazırdaki tekerleği kullanarak serüvene devam etmek amacındayım.Her neyse.Sokrates siyaset felsesinin kurucusu olarak kabul edilmektedir.Düşüncesine dair biraz okuma yaptığım zaman kendime daha önce sormuş olmam gereken birkaç soruyla yüz yüze geldim.Devlet tanımım ne? Devletten ne bekliyorum? Devlet ve benim aramdaki münasebet neye dayanmalı?  Bu sorulara yozlaşan topluluk algımdan yola çıkarak cevap veremeyebilirim.Kendimi çok daha az nüfuslu, fakat kalabalık bir kabilede hayata gelmiş bir insan olarak hayal ediyorum. Resmi bir yönetici olmadığını varsayıyorum ama eminim ki bu konumun ihtiyacının doğal hali olarak bir yaşlı tarafından dolduruluyordur. Zaten o yaşlı bana söylemese bile topluluk olgusunu, çevremden algılıyorum. Bu pazarlığın nasıl döndüğünü anlamaya başlıyorum. Örneğin erkekler ava gidiyor, "biz" e yemek getiriyorlar. Kadınlar çocuklara bakıyorlar. Bu temeller dışında bu birliktelikten hepimizin aldığı bir şeyler var, ancak bu birlikteliğe bir şeyler katmak şartıyla. Toplum ve birey pazarlığı en ilkel haliyle bana bunu söylüyor. Peki bu pazarlık ne denli mantıklı? Hayatta kalmak için bir aileye kesinlikle ihtiyacım var, fakat hayatımı devam ettirebilmek için daha büyük bir "aile"'ye ihtiyacım var mı? Hayatta kalmak en temel arzum, fakat sadece bunun için mi yaşıyorum? Çünkü belli bir yaştan sonra bu toplumdan ayrılıp yeteneklerim ile hayatta kalabileceğimi varsayıyorum. Toplumdan ayrıldığım zaman pazarlığım kendimle olmaya başlıyor. Her konuda yetenekli olmadığım için bazen kendimden birşeyler alıyorum fakat kendime bir şeyler veremiyorum. Üstelik yetenekli olduğum konuda daha çok efor sarfedip, daha azını kendime kazandırıyorum. Artık paylaşmıyorum ama özellikle yeteneğimde yozlaştıkça ve yaşlandıkça kendimle olan bu pazarlık daha da zararlı hale gelmeye başlıyor. Etiğe de dayandırarak aslında aile toplumundaki pazarlığın uyarlaması olarak görmek mümkün devleti. Birey olarak yaşamanın getirdiği sonuçları teorikteki toplum pazarlığı ile karşılaştırırken işler bir nebze daha kolay. Pratikte söz konusu bireyler insanlar oldukları için, "böylesine bir sözleşmede, neden birileri bu pazarlıktaki kar payını arttırmak istemesin ki?" sorusuyla karşılaşırız. Bu durum da, sözleşmenin yönetilmesini doğal kılmıştır. Yönetim ve pazarlık anlayışı gayet düzgündür, fakat yönetici düzgün müdür? En yaşlımız mı? Çoğunluğun seçtiği mi? İnsan varlığının fıtratı göz önüne alındığında bu "yönetici" olayının ne kadar problematik olduğu açıktır. Taraflı çıkarların ortak amacına yönelik bu pazarlığın icrası için bir hakem şarttır. İşte Bu hakem için günümüzde öngörülen demokrasi kavramını yermektedir Sokrates. Nitekim çok tutarlı bulmaktayım. Kendisi devlet yönetme işini bir sanat olarak değerlendiriyor. Ve tıpkı bir bina yapmak için neden bir aşçıya değil de bir mimara ihtiyacım varsa ve neden bu binanın yapımında aşçının fikrini almam saçmaysa, işte o yüzden bina yapmak gibi bir çok şeyden çok daha önemli olan devlet yönetmek işini yaparken neden bir aşçının ya da bir mimarın görüşünü alayım diyor kısaca Sokrates. Demokrasiyi eleştirmektedir ve yönetimdeki yönteminde anayasal monarşiye işaret etmektedir. Devlet yönetimi sanatında gerçek bir bilgi sahibi olan bir uzman ile bu sanat icra edilecektir diyor. Teorikte tutarlı, hatta muntazam olduğunu düşünmekteyim bu fikrin. Çünkü toplumun birlikteliğinin devamı için nasıl ben ava gidiyorsam, sen de bizi yöneteceksin. Nasıl seni ava götürmüyorsam ya da ava kimi götürmem gerektiğini avdan anlamayan birisi olan sana sormuyorsam, sende bu konuda bana danışmayacaksın. Dediğim gibi pratikte kafamda canlanabilen şeyler buna kıyasla çok az.Fakat inanıyorum ki, bu bahsedilen şeylerin teorikten ileri gidememesindeki sebep birey-toplum ilişkisindeki bireyin getirebileceği sorunlardır. Devletin aslında düzgün devamlılığı için yapmakta yükümlü olduğu şey bireylerin karakterinin inşası, bireylerin yetiştirilmesidir. Ancak karakter geliştirememiş devletin düzgün olmasa da yine de devamlılığı için yetiştirilmemiş bireyler bir sorun teşkil etmez, dolayısıyla "yetiştirmek" olayı da bu devlet için bir şey ifade etmez. Sonuç olarak kimimiz için karlı, kimimiz için zararlı bir pazarlıkla karşı karşıya oluruz. Bu da yeteneksizlerin yetenekli olanları sömürmesi ile vuku bulur aslında. "Birey" bu yüzden her şeyi ifade etmekdedir. Yazının devamında yine Sokrates'in bireyi ele alışından devam etmek istiyorum.

Dualist bir bakış açısında sahip olan Sokrates, Atinalıların ruhuna gerekli özeni göstermediklerini düşünür. Maddenin, bedenin insanı götüreceği hazların yanılgı olduğuna dikkat çeker. İlkeli yaşamak adına , insanın sorgulamak yoluyla keşfedebileceği bir moral hakikat bulunduğunu ve insanın kendisine mal etmesi gereken bu moral hakikate göre yaşamasının gerekliliğini savunur. Kendisinin "sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değer olmayan bir hayattır" sözünü de bu bağlamda anlamak mümkündür. İnsanın bu noktada günümüz dünyasının yanılgılarından kurtulabilmek adına Sokrates'in dediği "sorgulamak" olayını gerçekleştirmesi gereklidir. Bu "sorgulamak" sürecinde olmayan bir insanın eylemlerinde etkili olan şey, o halde bir başka insandır ya da bu insanların uydurmuş olabileceği başka referanslardır ya da bu insanlardan oluşan devlettir. Şu dünyada var olduğumdan beri olan biten her şeyi bana gayet normal ve alışılmış gibi yutturmaya çalışan bir başkasıdır belki ve en nihayetinde ister ki eylemlerim çıkarına hizmet etsin ya da hiçbir şeye hizmet etmesin ki günün birinde çıkarına ters düşebilecek bir hareketin içinde olmayayım. Bir doğu ülkesinin bireyi olarak komplo teorilerine düşkün olsam da sonuç benim için değişmemeli. Eylemlerimde gerçekleri referans almalıyım. Sokrates bu konuda yöntem anlayışı olarak da "bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir" anlayışını geliştirmiştir. Ancak insan durumunu bu denli kavrayabilirse bu konuda gereken çabayı gösterebilecektir.


Kendisinin bireyler üzerinde "farkındalık" yaratmaya dair çabası çoğu kez gözler önündedir. Bu farkındalığın bilincinde olan ve dolayısıyla eylemlerinde buna göre ilke edinen "birey"lerin sonucunda ve onlar için ancak düzgün inşa edilmiş bir devlet vardır. Fakat iyiyi ve kötüyü içinde barındıran insanın, oluşturduğu, tarihin belli bir döneminde yozlaşan topluluk anlayışından dolayı, bu devleti düzgün inşa etme süreci, olduğundan daha zor bir hal almıştır. Sokrates'in bu çabası ve ardından ölümü Platon'u etkileyecektir. Kendisinin kurduğu sistem üzerine bir sonraki yazıda değiniyor olacağım. O zamana dek, kendinize iyi bakın.    

Lâedrî

Yıldızlar


‘’Ve zaman.İnsan gerçekten de ziyandadır.’’

Zaman akıp giderken yıldızlar üzerine çok fazla düşünmediğimiz anlardan herhangi birini yaşıyoruz.Ve az sonra bir tanesini daha yaşayacağız.Bu yaşayışın tanımının atalardan devralınması sebebiyle sanki hep bu sokaklardaymışız gibi yaşayacağız.Ezeli olarak burda ve bizden öncesi bizim sebebimizi açıklarken bu nedenler silsilesinin ilk 2 adımında düşünme sürecini sonlandırıyor olmamız ne acı.Atalarımızın da aynı yanılsamaya düşmüş olması muhtemel çünkü bu da devraldığımız  ve aktarma olasığımızın da yüksek olduğu bi hareket.Peki ya gerçekten bu mahalle hep mi burdaydı? Bu sorunun cevabından pek emin değilim ama böyle bi sorunun olmadığından eminim.Bu yaşayış tarzı kendini bize kendimizi bildiğimiz andan hemen önce tanıştırdı.Böylece onu durdurma fırsatını bize tanımayarak 15.yaş günümüzde güzelce paketlediği o algıyı kapımızın önüne bırakıp zile basarak kaçtı.Hayata hoşgeldin ve böyle yaşamanı istiyoruz.Şuana kadar eğlenceli gözüktü bana.İçinde barındırdığı hediye paketi süslemeleri ile , bu koşudaki yerimize bodosloma konulmuş gibiyiz.Maratonda şuanda sadece yüksek tempoda yürüyoruz.Herkesin bi işi olduğuna eminim ama niye koşuyoruz onu anlamadım.Kalabalıkların gürültüsü içinde hepimiz birbirimizin avutması gibiyiz.Eminim ki bu kadar gürültü olmasa yukarı bakardık.Gürültü demişken aslında her zaman dikkatimi çekmiştir gürültüler.Eminim ki o anları hatırlarsınız; o bi anda konuşmanın içinde kendimizi bulamadığımız ve bir saniyeliğine gürültüyü dışardan izlemeyi bulduğumuz o anları.Büyük resmi görebilme fırsatının bize tanındığı o anları içinde bulunamadığımız konuşmaların verdiği yalnızlıktan korkarak geçiştirdik.Yalnızlık , tanıtmak isterken insana insanı yalnızlık korkusu da peşinden gecikmeyip alıkoydu düşünmekten.Bu kararlar hep o kapıdaki hediye paketinden çıkmıştı sanırım.Önceden verilen ve bi türlü hatırlayamadığımız o kararlar;  belki de gerçekten çok önceden verildiği için, ne zaman bu kararın bize alınmakta zorunlu kılındığının fark edilmesinden alıkoyan o aynı kararlar aslında.Olmak ya da olmamak değil mesele.Mesele olmayı fark etmek.Şuana kadar kısır bir döngüye girmeye başladığını hissediyorum.Senden istediğim şey fark etmekse eğer zaten bunu fark etmeni istiyorum demektir.Sanki kendini çürütüyor her okuyuşta.Tıpkı içinde mantık hatası barındıran bizim pipo içen pozitivistlerin gün içerisinde ağzından defalarca duyabileceğiniz o klişe argümanlar kadar kendini çürütüyor hatta.Burda bi dış müdahale gerektiği kanısındayım.Bu önermeye çok acil bi kan lazım hem de.Bu kan biz var olduğumuzdan beri hep ordaydı.Sadece onun eksikliğini yaşadığımız anı beklercesine yukarı bak , hadi artık der gibiydi bize.Bu sefer bu kelimeleri sarf edişinde bir ima vardı sanki.Baktın ama göremedin ironisiyle başka bir anı mı bekleyecekti , yoksa bu sefer o sefer miydi ? Yıldızlar bunu umursamaz bence, onlar bizi paradokstan kurtaran işaretti ; bu hayattaki görevlerini  tamamladılar ve onurlarıyla ölebilirler artık.Şuan bir kez daha ölen o yıldızlara selam olsun.Tüm bu kutu olayı falan beni zaten yeterince yormuştu.Madem ölmeden çıkamıyoruz bu kutudan o zaman izin verin de kutu olduğunu birkez daha fark edip rahatlamak için hepimizin adına o yıldızlara bakmak istiyorum.Tıpkı bırakıldıkları gibiler, Er Ryan'ı kurtarmaya çalışıyolar.Onlar ölücek ve Ryan yaşıcak.Tüm olay bundan ibaret.Bazı zamanlar hava puslu olur.21.yüzyıl postmodern fabrikalarının bacasından tüten dumanlardan unuturum yukarda olduklarını.Ve bu devrimin perdelediği en gerçek şey insandır.Yarattığı popüler kültür bakın sosyal sınıf oluşturmuyorum diyerek sallanan sandalyesinde bir tur daha atarken biz de bunun iyi bişey olduğunun kanısında yine o yıldızları bir kez daha unuturuz.Ve yıldızlara bir darbe daha, işte postmodernizm; dünyanın düz olduğunu kanıtlayacak ortam ararken bunu bu konunun umrumuzda olmayışını sağlamasıyla başarır.Böyle bişey demiş olsa eskiden olduğu gibi devlet onu asmazdı.Çünkü bu kültürün şuanda böyle şeyleri umursamadığı aşikar.''Populus'' Fransızcada ''Halk'' kelimesinin karşılığıdır.Şuanda halk yerine halkın çoğunluğu anlamında kullandığımız popülerliğin ürettiği kültür zamana dayanamayan bir yanılsama iken anı yaşamakla çok fazla meşgul olan bizler ortak kültürünün inşasına yapılan bu darbe girişimini yine mi küresel güçlere bağlamakla yetineceğiz.Bu küresel güçler bizim onları ne olarak yorumladığımızla alakalı aslında.Bu yaptırımlar bizim bize neyi dikte ettiğimizden ibaret.Bu kültür bizim kültürümüz.Benim ve bizim diyebildiğimiz her şey onda saklı.

O zaman senden son bir şey istiyorum.Bir kez daha o yıldızlara bak.Ama bu sefer görmeyi dene.

Lâedrî

İnsan Üzerine, Sokrates ve Ölüm

Merhaba Dünya, Dünyalılar.

Bıraktığımız haliyle ontoloji, çelişkiler batağında idi.Atinalılar yorgun düştüler ve artık felsefeden çıkar gözetir oldular.Talepten olacak ya, bir düşünür istihdamı söz konusu oluyor ve "her isteyene para karşılığında 'bilgelik'" satan sofistler tarih sahnesine çıkıyorlar.Kendileri için sofist kelimesini seçmişlerdir ki kelimenin kökü Yunanca'da sophistēs, (wise-ist, one who does wisdom),bilgelik yapan kimse anlamına gelmektedir.Gezgin bilginlerdir, bilginin tüccarlarıdırlar.Bilgiye karşı davranış biçimleri sonradan eleştiriye maruz kalacaktır nitekim.Sofistlere değinmeden önce, düşünce paradigmasındaki değişikliğin de değiştirdiği şeyler olmuştur.Örneğin insan üzerine düşüncelerin pratikte etkileyeceği şeyler olması, felsefeden beklenti oluşturmuştur.En azından, felsefe adına kültür oluşturmaya başlamış, fakat refah seviyesi eskisi kadar yüksek olmayan bir Atina için, bilgiyi sırf bilgi olduğu için değil, fakat bazen işe yarayabileceği için de sevmek icap etmiştir.Özellikle bu beklenti, politika ve yönetim sanatıyla bir zümreyi ve onun iktidardaki yerini güçlendirmeyi karşılamak üzerinedir.Ve evet gerçekten de öyledir, insan üzerine felsefenin pratikte özel bir karşılığı vardır, olmalıdır da.Ontolojinin garip olmasının çekiciliği bir yana, insanı çekici kılan kendisinin garipliklerinin yine kendisinin derinlikliklerinde gizli olduğu gerçeğidir. 

(51-21) "Ve kendi nefslerinizde de (âyetler) vardır. Hâlâ görmüyor musunuz?"

İnsan üzerine her başlık, bu görmemiz gereken fıtrat gerçekliklerine dair düşünmeyi gerekli kılmaktadır.Daha önce de dediğim gibi bir fikrin inşası için birkaç sayfayı çevirmek zorundayız.Bu sebepten, çok önemli görmediğim fakat insan üzerine felsefede ilkler niteliğini taşıyan sofistlere de bu analizde yer vermek istedim.İnsanın topluluk halinde yaşamasının gerekliliğini öne süren sofistler, bu topluluğun yönetimine ve insanın toplumsal çevreyle ilişkisine dair öğretiler sunmuşlardır.Yani milletvekili olmak isteyenlere para karşılığında retorik öğretmişler, kişisel gelişimlerini gözetenlere de erdem satmışlardır.Acaba tüm Atina'yla dalga mı geçiyorlardı diye düşünmeden edemiyor insan.Fakat değilse eğer, bilgelik iddia ederek eğitimcilik yapmaya çalışan bu arkadaşların, Sokrates'i kızdırmış olabileceklerini düşünüyorum.Bu arkadaşlar demişken, önemli temsilcileri arasında Gorgias, Prodikos ve müstakil kimlik kazanan, "insan her şeyin ölçüsüdür" sözünün sahibi Protagoras bulunmaktadır.Bu önerme ile ortak bir tavırla rölativizmin savunucusu olmuşlardır sofistler.Hatta Ampirisizmi yani deneyimlemeyi bilginin kaynağı olarak ele aldıklarından dolayı dış dünyanın gerçekliğini sadece insanın deneyimine bağlayıp bağlamadıkları konusundaki düşünceleri bir anlamda belirsizdi benim için.Varlık üzerine düşünce üretmek için düşünce üretmediklerini varsaydığımdan bu konuda net bir çizgi aramıyorum kendilerinde zaten.Fakat Protagoras "var olan şeyleri" algılama konusunda oluşabilecek farklılıkları öznedeki farklılıklara bağlamakta.O halde dış dünyanın varlığını gerçek olarak kabul ettikleri çıkarılabilir, yine de dış dünyanın anlam bulmasını insanın onu deneyimlemesi ile mümkün olacağını savunmaları, bu gerçekliği başlı başına gerçeklik olarak nitelendirmediklerini gösteriyor.Çünkü elde edilen bilgiyi de göreli yapmaları, tek bir gerçeğin olmadığına inandıklarını gösterir.Hatta Sofistler, varlık üzerine felsefede düşünce üreten Pisagorcuların, Miletosluların ya da Elealıların birbirinden farklı düşünmelerinin sebebini de, varlığı; benliklerinde birbirlerinden farklı görmüş olmaları olarak öne sürerler.İnançları kısacası doğayı insan penceresinden ele almak olmuştur.Hatta bu doğa-insan tartışması özellikle ünlü doğa-uzlaşım(phusis-nomos) karşıtlığı olarak tezahür etmiştir.Ve tabi büyük ölçüde nomos'un savunuculuğunu yapmışlardır.Konvansiyonalizmlerinde yani uzlaşımcılıklarında; tanrıların gerçeklikte mi oldukları yoksa nomos yoluyla mı var oldukları konusunda nomosu yani tanrıların toplumsal sözleşme olarak toplumlar tarafından var edildiklerini iddia etmişlerdir.Ve tabi bunun yanısıra, politik ya da hukuksal konularda da nomosun varlığını öne sürmüşlerdir.Aslında göreliliği de savunduklarını baz alarak, evrensel ya da mutlak olan şeylere karşı çıkmalarının, bu noktada kendi içinde tutarlı olduğunu görmek mümkündür.Hatta, Septisizmlerinde genel geçer bilgiyi reddederken eleştirel bir tavır takınarak ahlaki davranışlar için rasyonel ilkelerin kaçınılmazlığını ileri sürmüşlerdir.Tutarsız davrandıklarından ziyade kendilerine iyi bir yöntem edindiklerini söyleyebilirim.Aslında bu septisizm ve özellikle kritisizm yani eleştirel tavır,  felsefeye bir yöntem kazandıracakdır, tabi nihai hedef olarak düşünülmemeleri kaidesiyle.

Septisizm ve kritisizmin gerekliliği üzerine bir kaç şey eklemek istiyorum.Örneğin bir anlam arayışında insanın az da olsa bir düşünmeyle, 2 karara varabilmesi mümkündür.Her şeyin anlamı vardır, ya da hiçbir şeyin anlamı yoktur.Her şeyin biraz anlamı olması gibi bir durum söz konusu değildir.Agnostisizm bu noktada bilemeyiz ayağına yatarak bir anlamda anlamsızlığa yakın bir hayatı öngörür.İçinde bulunduğumuz bağlama de atıf yapan bir analoji yapacak olursak, sınav esnasında bizden çözmemiz istenilen bir soruya karşı, "bu soru çok zor, bu soruyu yapabilmek için yeterli bilgide değilim" şeklinde bir tavır alırsak ve soruyu yapmak için çabalamazsak, soruyu yapmak istemediği için yapmayıp bütün bir sınav uyuyan çocuktan farklı olmayız.Bu inandığımız şeyi denemeye dair bir yönteme çevirmek yapılması gereken şeydir.Hepimiz için öyledir.Bu yöntemin ve aslında septizmin noksanlığı insanda, direkt olarak aitlik hissini doldurmak adına alınmış hızlı ve saçma kararlara yöneltir.Kolektivizme.Genelde ait olduğunuzu hissettiğiniz bir grubun ortak düşüncesini savunurken, o grubun seçkin, tanınmış üyelerine atıfta bulunuyorsanız, gerekli düşünmeyi yapmamışsınız demektir.İnsanın, şuyum diyebilmesi için üniversitede bir sene hazırlık okumasından fazla, Youtube'da bir  video izlemesinden fazla bir şey gerekir.Oysa en nihayetinde amacın bile bir yere ait olmak olması yine saçmalıktır.Tüm bunlar, eleştirel tavır ve şüphe duymanın hayatımızdaki gerekliliğine dikkat çekmek adına birer örnek teşkil eder.Türkiye'de çoğu insan için "müslüman" tanımı, Türkiye'de doğmuş olmakla ilgili bir kavramdan fazlası değil.Kültürün getirdiği bu takı, yine popüler kültürün getirmiş olduğu "ateist" takısından farklı bir şey de değil.Gerçekten müslüman olabilmek için bir ara müslümanmış gibi davranmamak, tüm hayatın boyunca müslüman olduğunu sanıp müslümanmış gibi davranmaktan iyidir.


Sofistlerin düşünceleri bir yana, üzerine düşünmek gereken daha önemli düşünceler vardı.Ve evet..Nihayet Sokrates.Bir tarihi Sokrates Öncesi(Presokratik) ve Sokrates Sonrası(Sokratik) olarak ikiye ayırabilecek nitelikte kilit bir adam.Kendisinin "iyi" bir insan olarak nitelendirilmesini duyduğumdan sonra sempati duyduğum birisi.Eddard Stark kadar onurlu bir adam.Fakat almış olduğu kararlar elbette onurlu olmaktan çok daha anlamlı şeyler üzerineydi.Doğa felsefesinin üzerine düşmüş de olabilir, fakat Atina'nın içinde bulunduğu şartlarda politika ya da moral düzen adına pragmatist bir yaklaşım kendisine daha makul gelmiş olmalı.Özellikle Atina halkının, onu gençleri yoldan çıkarmak ile ilgili suçmalarından yola çıkarak kendisini şöyle hayal edebilmek mümkün: Aynı Zenon'un kullandığı saçmaya indirgeme yöntemine benzer şekilde, sokakta hayatın anlamına, iyiye ya da bilmeye dair yanılgıda olan insanlara ayar veren bir sokak filozofu.Yine de iyi mizacına yapılan atıftan "ayar verme" tanımının aşırıya kaçmış olabileceğini söyleyebilirim.Sonuçta kendisinin pratik anlamda üstlendiği bu hareketin, insanlar üzerinde değişiklik yapması gereken reformist bir hareket olması gerekiyordu.İşte "ilkeli yaşamak" öğretisi sunan bu hareket sonucunda aldığı idam cezasında; yaşamaktansa, ilkeli yaşamak için ölmeyi tercih etti Sokrates.Haksız yere idam edilmenin, haklı yere idam edilmekten daha iyi olduğunu savunuyordu.Özellikle son iki cümlede "ilkeli yaşamak" kavramı ile vurguladığı şeylerin altını çizmek istiyorum.Ona haksız yere idam edilmenin kötü bir şey olduğunu söylemek, ölmeyi neredeyse bir yok oluş şeklinde tanımlamaktır.Kendisinin yaşamayı ne denli ele aldığını anlamak adına bir şeyler söylemek istiyorum.



Geçenlerde ateist bir adamın, teistler hakkında doğru olduğuna inandığı şeyleri söylediği bir videoya denk geldim.Bu arkadaş teizm inancına sahip olan örneğin yahudiler ya da müslümanlar gibi kişilerin, "ölüm" kavramını, inançlı olmayan kişilere karşı çok fazla vurguladıklarını söyledi.Teizm inançlıların özellikle, tehdit etmek başlığı altında, evrenin ölümünün gerçekleşmesinin ardından inançlı olmayan kişilerin hak ettiğini bulacağına inandıklarını söyledi.Bu nedenle inançlıların, "Siz göreceksiniz!" tarzında bir yaklaşım ile çoğu zaman insanların çoğuna negatif, öfke dolu bir yaklaşım sergilediklerini söylemekteydi.Varmak istediği nokta da belli ki, kötü bir teizm profilini ispatlamaktı.Öncelikle bir insanın teizm ya da ateizm gibi dini inançlar neticesinde iyi da kötü olarak genel bir tanıma sokulmasındaki yanlışlığı belirtmek isterim.Fakat buradaki genellemenin yapılmasındaki düşünceye önem veriyorum.Genellemeler çoğu zaman doğrudur.Fakat bu da bir genelleme, o yüzden yanlış da olabilirler.Yine de tümevarıma gitmek isteyen bir düşüncenin, birkaç örnek gördüğü bellidir.Böyle bir genellemenin "müslümanlık" adına daha doğrusu müslümanlık sanılan şey adına yapılabileceğini düşünmekteyim.Çünkü bir şeyin niteliğinin çoğunluğun uygulamasına bakılarak -ki mantık hatasıdır- değerlendirildiği günümüz dünyasında, böyle bir genellemenin doğması makuldur.Ve Kur'an'dan uzaklaşmış, mezheplerin çelişkileri ve saçmalıklarıyla dolu olan bir "dinde", insanların "inandık "demeleriyle ve birtakım dini ritüelleri yerine getirmeleriyle "cennette" kendilerine kesin bir yer biçmeleri kaçınılmazdır.Oysa müslümanlığın hiçbir yerinde cennetin garantisinin olmayışı, insanda delicesine bir endişe uyandırması gerekir.Sonsuz yaşamımızı belirlediğine inandığımız bu eylemlerimizin hangisinin sonunda artık rahatlayıp geri kalan "soruları" yapmaya tenezzül etmeyiz ki? Gerçekten bir müslümanlık anlayışında, ölüme dair bir endişe olması gereklidir.Tanrıya inandık demek özellikle de yaşadığımız yüzyılda neden bu kadar abartılmaktadır? Eşitliğin evren üzerinde hiçbir zaman, hiçbir yerde söz konusu olmadığı gibi, bundan bin yıl öncesinde doğru tanrıya inanmakla şimdi doğru tanrıya inanmanın eşit olduğunu söylemek yanlıştır.Günümüzün bilimsel verilerinin kanımca tanrıya inanmayı makul kıldığını dolayısıyla inanmanın öyle baba bir meziyet olmayışını söylemek isterim.En azından özellikle Türkiye gibi bir coğrafyada bir kısmı yanlış da olsa , en azından tanrı algısını getiren bir kültürün içinde var olmuş isem, benim için sorumluluk, inanmaktan çok da öte olsa gerek.İşte inanmış olmanın bana bir kazançtan daha çok bir sorumluluk yüklemiş olmasının verdiği bir endişeyle ölüme inanırım ben.Demek istediğim nokta, ölümü inançsızlara "yanıldığınızı göreceksiniz, yanacaksınız." diyerek sunan bir teistin şapkayı eline alıp düşünmesinin gerekliğiğidir.Ve böyle bir genellemeyi yapabilen bir ateist için, gerekli ortamın sunulmaması sağlanmış olur.Tabi elalemin ateisti, bize ne istediği gibi düşünsün de diyebiliriz.Fakat iki türlü de ölümü arzulamanın gerektirdikleri konusunda, yanılgıya düşmemeliyiz.

(29-2)"İnsanlar, inandık demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı sandılar?"

(3-143)"Andolsun, siz ölümle karşılaşmadan önce onu temenni ediyordunuz.İşte onu gördünüz, ama bakıp duruyorsunuz."

Tüm bu şeylere de Sokrates'in "yaşamayı" nasıl ele aldığıyla ilgili bir şeye değinmek için anlattım."İlkeli yaşama"'nın önemi vurgulamaya çalışıyor ve Sokrates ölümü bu dünyadaki yaşamımızın bir sonu olarak görüyor, var oluşumuzun bir sonu olarak değil.Öyleyse yaşamak iki parçaya ayrılamaz ve ilkeli yaşamak bir bütündür.Ölümün etkileyebileceği şeyler neler olabilir o halde? İlkeli yaşamış olan bir insan, öldükten sonra ilkelerini yok mu  sayacaktır? Acaba bir dünyada tanrının sınavını başarıyla geçebilmiş, kendini tanrıya ispat edebilmiş ve iyilerin arasında sonsuza kadar yaşamaya hak kazanmış bir insan, öldükten sonra, yani cennette kötü olsa cennetten men edilir mi? Bu sorunun cevabını bir anlamda tahmin edebilsem de, böyle bir şeyin mümkün olabileceğini düşünmüyorum.Çünkü bu nitelikte bir insan ölümü yaşayışında değişiklik yaratacak bir referans olarak görüyorsa,zaten ilkeli yaşamamış demektir.Biz zaten cennette böyle bir davranış sergilemeyeceğimizi kanıtlamıyor muyuz bir nevi? Yani bu sorduğum soru aslında şuna dönüşüyor: Cennete girdikten sonra kötü olmayacak kadar iyi birisi, cennete girdikten sonra kötü olabilir mi? Sorunun saçmalığını gördükten sonra ilkeli yaşamak adına çıkarabileceğimiz şeyleri anlayabiliyoruz.Peki ölüm neyi değiştirebilir? İlkeli yaşamak adına hala bir şeyler öğrenebilme şansını yaratır ölümden öncesi.İşte bu ölüm buna referans olabilir.Ölümün benim davranışlarımı değiştirmemdeki tek etkisi, bana onları değiştirebilmek konusunda tanıdığı haktır.Fakat kendisine yaklaştığım her gün, varlıktaki var oluşum adına kendi davranışlarımda iyiyi gerçekleştirebileceğim son şanslarımdır.Tüm var oluşumda kendimi gerçekleştirebileceğim potansiyel günlerin azalıyor olması bende endişe uyandırır.Ölümle olan tüm münasebetim budur.Ölümü, Herhangi bir eylemimde potansiyel "iyi"mi gerçekleştirdiğime inanıp ilkesiz yaşayanı tehdit etmek için kullanamam.Ölümle hiçbir zaman arkadaş olamam, benim kendi iyimi gerçekleştirebilmemdeki bir son olduğunu bilirim.O halde ancak kendimi tehdit etmek için ölümü kullanabiliyorsam, sana da hatırlatmak için kullanabilirim.Sonuç olarak "ilkeli yaşamak" benliğimizin var oluşunun bir bütünü olmalıdır ve ölümün buna dair değiştirebileceği bir şey yoktur, ancak ondan öncesinde biz değiştirmez isek.

Genel bir giriş anlamında, insan üzerine felsefenin girişine dair hem tarihsel şeması için sofistler ile hem de özellikle Sokrates'in amaç olarak gördüğü şeyi analiz etmeye çalıştım.Bu amacı da teizm açısından ele aldığım aşikardı.Sonraki yazımda Sokrates'in siyaset felsefesine ve etik anlayışına dair bir keç şey söyleyip ardından öğrencisi Platon'a dair uzunca bir yazı yazmak arzusundayım.O zamana kadar, hepimizin iyi işler yapması temennisiyle.İyi kalın.  

Lâedrî



İki Cambaz Bir İpte

Merhaba Lâedrî! Merhaba dünyadan özendim de bu tutmaz gibi :). Bu yazımda yaklaşık iki haftadır aklımda olan ama sürekli ertelediğim kozmolojik argümana daha doğrusu kozmolojik argümanlara değineceğim. Aslına bakarsak değinmekten biraz fazla olacağı aşikar. Bu arada neden kozmolojik argümanlar dedim, çünkü genelde en yaygın olarak bilineni ve bence de en desteklenebilir (kuvvetli) olanı kelam kozmolojik argümandır. Ancak bunun yanı sıra (Leibniz'ci) Modal kozmolojik argüman da dediğimiz ve "Neden hiçbir şey  yerine bir şeyler var?" soruyla çok basit bir şekilde özetlenebilecek olsa da içeriği dopdolu olan bir kozmolojik argümanda vardır. Yazı da kozmolojik argümanların tanıtılması,açıklanması,getirilen eleştiriler ve onlara verebileceğimiz cevaplar bulunacakken kozmolojik argümanların tarihsel süreçteki incelemelerine ve nerelerde,nasıl,ne zaman ortaya kimler tarafından atılıp geliştirildiği ile ilgili bilgiler bulunmayacaktır. Çok resmi bir giriş olduğunun farkındayım sanki uçaklarda kalkış öncesi kabin ekibinin ve pilotun yaptığı konuşmalara benzedi biraz. Argümanlara geçmeden önce şunu belirtmeliyim; yazılarda karışık okumalarımızı kendi analizlerimizle birleştirip kendi yazma tarzlarımızla buraya yani sizlere aktarıyoruz. Burada bir şeyleri ilk defa bizim bulup anlattığımız gibi bir iddiamız olmamakla beraber kendi özgün felsefemizi yapmadığımızı da söyleyemem. Gerek bazı diğer yazılarımızın konusu olsun gerek kozmolojik argümanlar üzerinde tarih boyunca birçok defa konuşulup tartışılmıştır ama hadi size bir iyiliğim olsun, ben işin felsefi ve bilimsel boyutunu geleneksel halinden en yeni verilerle birleştirip size anlatacağım ;). Kozmolojik argümanlar evrenin bir yaratıcı tarafından yaratıldığını ileri sürer. Materyalizmin evrenin ezeli olduğu düşüncesine karşılık dinlerdeki yoktan var oluş fikrine de destek çıkmaktadır. Şimdi gelelim buraların büyük abisi ve benim de çok saygı duyduğum kelam kozmolojik argümana;

Kelam Kozmolojik Argüman

1) Var olmaya başlayan her şeyin bir sebebi vardır
2) Evren var olmaya başlamıştır (varlık)
3) O zaman bir sebebi vardır ve bu sebep tanrıdır

*Bu sebebin neden tanrı olması gerektiği de ek argümanlarla ortaya konulmaktadır.

Burada klasik argümana parantez içinde bir ekleme yaptım çünkü ben var olmaya başlayan olarak sadece evreni baz almıyorum Big Bang’in diğer evrenlerin çarpışması veya ayrılması sonucu oluştuğunu yani bizim evrenimizin diğer var olan tırnak içinde sonsuz tane evrenden biri olduğu kabul edilse dahi ortada hala duran bir varlıktan bahsetmiş oluyoruz. Yani okumaya başlamadan önce şunu çok önemli bir şekilde belirtmek isterim ki “hiçlikten hiçlik çıkar” yada “hiçlikten hiçbir şey çıkmaz” durumu göz önünde bulundurulduğunda hangi fizik yasası veya hangi evren modeli olursa olsun var oluşu bir açıklamaya muhtaçtır. Burada hiçliğin tanımının da yapılması gerekiyor. Hiçlik içinde potansiyel dahi olsa hiçbir nitelik,özellik,enerji,madde,anlam,mekân,zaman,boşluk barındırmayan hayal edilemeyen hiçbir vasfı olmayan ve bunlardan dolayı bir şeye sebebiyet veremeyecek olandır. Bakın ... olan durumdur gibi bir cümle bile kuramadım demin çünkü hiçlik bir durum da değildir. Şunu da söyleyeyim 0 da bir hiçlik belirtmez çünkü 0 bir nicelik barındırır. Sanırım şu an hiçliğin nasıl bir şey olduğunu hayal etmeye çalışıyorsunuz ama bu konuda çok başarısız oldunuz. Sebebini tekrar açıklamaya gerek yok sanırım ama yine de demek gerekirse, hiçlik hiçlik olduğundan dolayıdır ki hayal dahi edilemez. Şu an yaptığım şey argümana geçmeden önce belli şeyleri belirtmek ki yazı daha anlaşılır olsun. Ve evren hiçlikten oluşabilir itirazlarının yanı sıra birde evren sonsuzdur diyenler var ki burada da artık yavaş yavaş argümana girmem gerekiyor. Bu arada sonsuz da en az hiçlik kadar anlaşılması zor ve aynı hiçlik gibi hayal edilmesi imkansız bir kavramdır. İkisinin de ne olduğunu bilsekte idrak etmekte sıkıntı yaşamamız çok doğal bir durumdur. Peki, evrenin başlangıcı olduğunu nerden biliyoruz ? İşte bu soru bu argüman için çok temel bir sorudur. Ve bu soruya hem bilimden hem de felsefeden verilen çok güçlü kanıtlar, akıl yürütmeler vardır. Önce bilimsel kanıtlara bakalım . Tabi ki de herkesin az çok tanımış olduğu Big Bang.

Big Bang Nedir ?

Bütün evren ilk başta tenis topu kadar büyüklükte belirsiz bir hacimde bir tekillikti. Sonra büyük patlama dediğimiz açılımın olmasıyla evren çok hızlı bir genişleme sürecine girdi ve şu anki haline geldi. Hala da genişlemesi ivmelenerek devam etmektedir. Ve biliyoruz ki artık, zaman ve uzay birbirine bağlı. Bu patlama uzayın ve zamanın başlangıcını, ortaya çıkışını açıklıyor.

Big Bang'in Kanıtları Nelerdir ?

*Newton, çekim gücü olduğundan dolayı evren modelini sonsuz (mekansal olarak) bir evren olarak tasarlamıştı çünkü evrenin sonlu ve durağan olması halinde çekim gücü en sonunda galip gelecek ve bütün madde tek bir bileşene dönüşecekti. “Eğer her nesne bir diğeri üzerinde çekim gücüne sahipse, yıldızlar nasıl bu kadar uzun süredir ayrı kalmışlardır” ? Evrenin sonsuz büyük olması da aslında bir çözüm olmuyordu; belli bir alandaki yıldızlar birbirine az bir miktar yaklaşsa çekim kuvveti galip gelecek ve yıldızlar birbirlerine yapışacaktı. Demek ki bu sonuca göre evren sonsuzdan beri var olmuş olsaydı elbet çekim gücü galip gelecekti ve bütün evren şimdiye kadar çoktan tek bir bileşen haline gelmiş olmak zorundaydı. İşin felsefe boyutundan bakarsak (mutlak sonsuzun imkansızlığını ilerde göstericem) çoktan tek bir bileşen haline gelmiş olmalı cümlesi bile anlamsız oluyor çünkü neden 1 gün 1 yıl yada 1 milyar yıl önce bu olay olmadı diye sorulabilir eğer sonsuzdan beri evren varsa. Genişleyen evren modelinde genişleme çekim gücünü dengelemektedir.

*Evrenin genişlediği ilk olarak Einstein'in formüllerine dayanıyordu bunun dışında Lemaitre ve Friedmann da genişleyen evren modelini teorik temelde matematiksel formüllerle ortaya koymuşlardır. 1920 ‘li yıllara gelindiğinde ise Edwin Hubble zamanının en gelişmiş teleskobunu kullanarak diğer galaksileri gözlemlediğinde bunların bizim galaksimizden uzaklaştığını keşfetti. Bu keşfi doppler etkisi denilen olay yardımıyla keşfetti. Nedir doppler etkisi ? Uzaklaşırken dalga boyu uzar ve kırmızıya kayar yakınlaşırken ise dalga boyu kısalır ve maviye kayar. Diğer galaksiler ise kırmızıya kaymakta yani bizden uzaklaşmaktaydı.

*Kozmik fon radyasyonunun bulunması. Big Bang'in sebep olduğu bu radyasyon evrenin her tarafına yayılmak ve sıcaklığı iyice düşmüş olmak zorundadır. Matematiksel olarak ortaya konan bu fosil radyasyon 1960'lı yıllarda radyo ölçümleri yapılırken bulunmuştur. Tam da beklenildiği gibi evrenin her yerinden gelmektedir ve sıcaklığı -270 derecedir.

*Evrenin yüzde 73'ü hidrojenden ve yüzde 25'i de helyumdan oluşmaktadır. Bu durumu da yine en iyi şekilde Big Bang teorisi açıklamaktadır. Hidrojen atomunun oluşması için çok yüksek bir sıcaklık gerekmektedir. “Evrenin çok yüksek bir sıcaklıktan hızla soğuması; proton ve nötronların beraberce elementleri oluşturmasının ve evrendeki yüzde 73 oranındaki hidrojenin açıklamasıdır”. Bu arada yıldızların içindeki süreçlerle hidrojen oluşamaz. Var olan helyumun da çok çok yüksek bir oranı Big Bang ile sağlanmıştır. İlk baştaki o sıcak karışım soğudukça nükleer tepkimeler oluşmuş ve helyum meydana gelmiştir. Helyum yıldızların içinde de oluşabilir ama bu oluşan helyum çıkartıldığında dahi kalan yüzde 24.5’lik helyumun (%25 ti zaten) nerde geldiği açıklanamaz eğer Big Bang yoksa.

*Döteryum ve lityumda patlamanın ilk dakikalarında oluşmuştur . Yıldızlarda bu maddeler oluşamadığı gibi yıldızlar döteryum ve lityumu parçalar. Big Bang ise var oluşunu açıklamaktadır.

*Entropi yasası genelde Big Bang konusunda gözden kaçırılsa da çok önemli bir yer tutmaktadır. Entropi yasası bize evrendeki ısının tek yönlü geri döndürülemez bir şekilde aktığını (evrendeki toplam düzensizlik sürekli artmaktadır) ve en sonunda da bu akışın bir denge noktasına ulaşıp sonlanacağını söyler. Yani eğer evrenin genişlemesi durup evren içine çökmezse olası bir son senaryosu da entropi yasasına göre evrenin ısı ölümü yaşamasıdır.  Bu durum aslında bize basit bir akıl yürütmeyle müthiş bir gerçeği göstermektedir. Eğer evren sonsuz’dan beri var olmuş olsaydı çoktan ısı ölümü yaşanıp sonunun gelmesi gerekirdi. Demek ki evrenin bir başlangıcı vardır.

*Yıldızların oluşumu da Big Bang’i desteklemektedir. Yıldızlar doğar ölür ve sonra başka yıldızlar doğar ve onlarda ölür.  Bu döngü yıldızları oluşturacak kadar gaz olduğu müddetçe devam eder ama ne yazık ki (!) bu gazlar gittikçe azalmaktadır ve bir gün gelecek ki “yasayan son yıldızların ölümüyle evren sürekli bir karanlığa gömülecektir”. Eğer evren sonsuzdan beri var olsa çoktan bu karanlığa gömülmüş olması gerekirdi.

Big Bang’e Karşı Diğer Teoriler

Durağan Evren Modeli
Belki de aralarında en popüler olanlarından biri olan Durağan Durum Modeli. 1940'lı yıllarda 3 bilim adamının çalışmalarıyla ortaya konmuş ise de en bilineni Fred Hoyle'dur. Hoyle genişleyen ama  durağan bir evren modeli ileri sürmüştür. Normalde evren genişledikçe madde yoğunluğu azaldığı için evrenin ezeli olması durumunda azalan madde miktarı yüzünden hiçbir gezegen, yıldız oluşmamalıydı. Hoyle bunun üstesinden gelmek için sürekli madde yaratışını ortaya attı. Bu iddia çok temel yasalara bile uymamaktadır. Hatta bu yeni enerjinin-maddenin nereden geldiğini de hiç gösteremedi. Durağan evren modelinde ortaya çıkan maddenin gerekli oranda meydana çıkması nasıl izah edilebilir veya bu sistemde evreni genişleten mekanizma nedir ? Entropi’yi de açıklayamamasının yanında kozmik fon radyasyonun bulunması durağan evren modelinin tabutuna son çiviyi çalmıştır.

Açılıp Kapanan Evren Modeli
Bu teorinin kanıtlaması için hiçbir gözlemsel ve teorik kanıtın olmamasının yanı sıra bir sürü problemi de kendi içinde barındırmaktadır. Evren içine kapanarak mı son bulacak yoksa ısı ölümü mü yaşanacak bu hala tartışmalıyken evren kapandıktan sonra onu tekrar açacak olan fizik kuralı nedir ? Her kara delik bir tekilliktir tekillikte ise zamanda durmuş durumdadır. Yani evrenin kapanması zaman kavramının da bitmesi demektir. “o zaman uzayın kapandığı an olan tekillik ,zamanın yok oluşunu ifade eder. Artık kapanan evreni yeniden açacak bir kuvvet olmadığı gibi bu olaylar dizisini devam ettireceğimiz bir zaman da yoktur”. Evren açılıp kapanan bir yapıda olsaydı dahi entropi artışından dolayı en son kapanışında tekrar açılacak mekanik enerjiyi bulamayacaktı ve bir daha açılamayacaktı. Demek oluyor ki bu model doğru olsa dahi sonsuzdan beri süregelemez.

Sonsuz Evrenler Teorisi Ve Vakum Dalgalanmaları Modeli

Bu kısmı tamamen alıntı yapacağım en sonunda kaynaklarını belirteceğim. “Vakum Dalgalanmaları modeli ise bizim evrenimizin ve diğer birçok evrenin kuantum dalgalanmaları sonucunda oluştuğunu söylemiştir. Bu modele göre tüm evrenleri doğuran süper-uzay adeta bir sabun okyanusudur ve her evren bu süper-uzaydan çıkan bir baloncuktur. Bizim evrenimiz de bu sonsuz sayıdaki baloncuktan biridir... Bu modelin iddia ettiği gibi sonsuz zaman geriye gidersek bu baloncuk evrenler her yere saçılacaktır ve bu evrenler genişledikçe birbirine geçecek ve çarpışacaktır. Bu ise tüm gözlemlere aykırıdır. Andrei Linde'nin Kaotik Şişme modeli ise şişen evrenlerin mini evrenlere bölündüğünü, daha sonra bu mini evrenlerin şişip yeni mini evrenlere bölündüklerini, bu sürecin kesintisiz devam ettiğini söyleyerek sonsuz evrenler önerir...Arvind Borde ve Aleksander Vilenkin sonsuzdan beri şişen bu modelin şekil olarak geçmişte tam olamayacağını bu yüzden bu modelin de başlangıç tekilliğinden kaçamayacağını göstermişlerdir”.
Yani görmekteyiz ki alternatif olarak sunulan teoriler Big Bang'in yanına yaklaşamamaktadır.
Bunun yani sıra çoklu evrenler teorisi deneysel olmadığı gibi gözleme de dayalı da değildir. Bu ise bilimsel bir teoris için büyük zorluklar demektir. Burada sorulması gereken bir diğer soru ise insanlar inançlarına uymadığı için mi yoksa gerçekten bilim için mi alternatif teoriler üretiyorlar.

Mutlak Sonsuzun Olamayacağına Dair Felsefi
Deliller

Ben bu kısmı madde madde değil de bütün bir yazı kısmı içinde toptan açıklayacağım. Sonsuz nedir, evren sonsuzdan beri var olabilir mi, bir küme sonsuz tane somut elemen içerebilir mi ? Öncelikle potansiyel sonsuz ile mutlak sonsuz karıştırılmamalıdır. Mesela sayılar sonsuz tanedir ama bunlar somut varlıklar olarak karşımıza çıkmamaktadır. Onlar soyut varlıklardır ve sonsuz tane olabilirler. Bunun dışında insan hayalinde sonsuz bir zaman dilimi (çok güç olsa da) hayal edebilir. Ama bu mutlak bir sonsuz olduğu anlamına gelmez. Mutlak sonsuzun olamayacağına dair iki güzel örnek verilir. Biri Craig'in kütüphanesi diğeri de Hilbert'in oteli. Hilbert'in oteli en popüler olanıdır. Otel örneği şöyledir; sonsuz tane odası olan bir otel düşünün. Ve bütün odaları da dolu. Ve bu otele bir kişi geliyor. Otelin sahibi normalde olsa, üzgünüz tüm odalar dolu diyecekken bu özel otelimizin sahibi paragöz abimiz şöyle bir şey düşünüyor. Ulan zaten sonsuz tane oda var her bir odadakini bir diğer odaya yollasam ilk oda boşalır yeni geleni de oraya yerleştiririm. Ve bunu yaparak sonsuz kişisi olan otele bir kişi daha yerleştirmeyi başarıyor ama asıl tuhaflıklar bundan sonra başlıyor. (hala otelde sonsuz kişi oluyor ¿) Otele yeni gelen, hizmeti çok beğenip sonsuz tane arkadaşını otele davet ediyor. Bunu gören paragöz otel sahibi hemen bir şey düşünüyor ve her odadaki kişiyi kendi oda numarasının 2 katı olan odaya gönderiyor (2 no’lu odadakini 4’e 3 no’luyu 6'ya şeklinde). Bu şekilde otele sonsuz kişi daha yerleştirmeyi başarıyor. Ama garip olan otelde önceden sonsuz kişi varken hala sonsuz kişi vardır ama siz gelin bunu birde kahvaltıları hazırlayan aşçılara sorun! Oteldeki kalitenin düşmesini fark eden tek no’lu odadaki arkadaşlar oteli terk etmeye karar veriyor ve bu durumu görüp tam üzülecekken hala sonsuz sayıda müşterisinin olduğunu fark edip rahatlıyor otel sahibi paragöz abimiz(tek sayılar da çift sayılar da sonsuzdur ve çift no’lu odalar hala dolu). Acaba hala eskisiyle aynı parayı mı kazanıyor ? Bu örnek mutlak sonsuzun mantıksızlığını gözler önüne sermektedir. Bunun yani sıra Craig’in sonsuz tane kitap içeren bir kütüphanesi vardır. Peki siz içinden bir kitap alırsanız geriye kaç kitap kalır? Yada birkaç kitap ekleseniz kütüphaneye toplam kitap sayısı ne olur? Tabi ki hala sonsuz olur ve tüm kitapları yeni baştan raflara istediğiniz gibi dizebilirsiniz. Gördüğünüz gibi iki örnekte de mutlak sonsuzun olması ne gibi açmazlara ve mantıksızlıklara sebep olacak bu çok aşikardır. Bir de negatif sayıları sonsuzdan beri saymakta olan ve en son -3 -2 -1 0 diye saymayı bitirmekte olan bir adam görelim. Eğer sonsuz sayıları sayıyorsa ve sonsuzdan beri sayıyorsa ona saymayı neden dün yada 1 milyon yıl önce değil de bugün bitirdiğini sorabiliriz. Zaten sonsuz sayı saymıştır. Aynı şeyi 0'dan sonsuza kadar sayan bir adam hayal ederek anlaşılır hale getirebilirsiniz. Bu adam saymayı hiçbir zaman bitiremez. Peki ya sonsuz geçilebilir mi ? Sonsuz +1 sonsuzun geçilebileceğini söylemektir ki bu sonsuzun tanımına aykırıdır. Ama eğer evren sonsuzdan beri varsa (şu an biz varız ve zamanın hala akmakta olduğunu gözlemliyoruz) ve şu an bizde varsak ve zaman hala devam ediyorsa o zaman biz sonsuz zamanın tamamlanıp geçildiğine tanık olmaktayız. Bu da insana “aman aman neler oluyor nereye geldim ben daha demin evdeydim geri götürün beni “ dedirttiriyor. Ki evren sonsuzdan beri var olmuş olsaydı biz neden bir gün önce bir yıl önce bir milyar yada bir trilyon önce değil de bugün dünyaya geldik (bugün demem bir metafor yani herkes kendi doğumunu baz alabilir) ? Görüldüğü gibi sonsuz bir olaylar dizisine diğer bir deyişle sonsuz bir geçmişe sahip olmak hiçbir şeyin açıklaması olamıyor. Şu örneği de vermek gerekirse, bir kitap düşünün başka bir kitaptan kopyalanmış (bu o kitabın açıklaması oluyor) o kopyalanan kitapta başka kitaptan kopyalanmış ve bu döngü sonsuza kadar gidiyor... Bu durumda biz hala bu kopyalanmayan kitaba ulaşamadık yani bu yazıların nerden geldiğini bulamadık sonsuz geçmişe ve sonsuz nedene gitmek bize bir açıklama veremedi. Sonsuz tane nedene iman etmektense sonsuz olan bir nedene iman etmek çok daha makul görünmektedir. Yazının başında hiçliğin bir özelliği olmadığı için evrenin hiçlikten çıkamayacağını anlatmıştım. Burada da neden sonsuz olamayacağını göstermiş olduk. Yani ateistlerin (materyalistlerin) iki önemli iddiası gücünü kaybetmiş bulunmaktadır. Şimdi gelelim o zaman eleştirilere.

Kelam Kozmolojik Argüman’a getirilen eleştiriler Ve Cevapları

*Genelde Gazali ve David Hume’la meşhur olan nedensellik ilkesine getirtilen eleştiri. Bu eleştiri argümanın ilk öncülünü hedef almaktadır. Eleştiri şudur; gözlemlediğimiz her şeyin bir sebebi olmasından yola çıkıp böyle bir genelleme yaparak var olmaya başlayan her şeyin bir nedeni olması gerektiğini nasıl söyleyebiliriz? İnsan zihni olayların art arda gelmesini anlaşılır kılmak için onları neden-sonuç zinciri içinde bir kalıba oturmaktadır. Ama bu kategorize etme işi ne kadar güvenilirdir ? İnsanın sezgileri ne kadar güvenilirdir ?  Nedensellik ilkesi bütün her şeyin bir neden sonuç zinciri içinde olmasından ve her şeyin açıklanabilir olmasından bahseder hatta bilimde her şeyin açıklanabilir olması (fiziki dünya ile ilgili ) ön kabulü ile hareket eder. Nedenselliği tamamen yok saymak hem gündelik yaşamdaki gözlemlerimizi çok büyük bir çıkmaza sokacağı gibi bir de bilim için güvenilmez bir bakış takınmamızı söyler. Bütün bu isteklerini kabul ettiğimiz de ise bize daha güzel ve güvenilir bir yol sunmaz. Nedensellik bizim sezgilerimize dayanır ve biz geçmişten bugüne kadar binlerce milyonlarca gözlemimiz de bunun böyle olduğunu gözlemledik. Durum böyle iken neden-sonuç ilişkisinin zorunlu olmadığını savunan biri bize buna ait örnekler vermelidir. Kuantum teorisi eleştirilerine daha sonra geleceğim. Biz evrendeki belli şeyler için neden sorusunu sorup bu soruyu neden evren için soramayalım ? Evreni nedensellikten alıkoyan nedir ? Aksi gösterilene kadar sezgilerimize güvenmemizde bir problem yoktur. Tabi Ki sezgilerimiz yanılabilir hele mikro dünyada (Kuantum) doğru olmasını beklemek zorunda değiliz çünkü biz makro evren bu dünya için geliştik. Ama kanıt koymadan sezgilerimize güvenemeyiz her şey bir nedene ihtiyaç duymaz derse birisi, başka biri hepimiz bir rüyadayız diğer kişi aslında dış dünya yok başka biri bütün bunlar yanılsama ve gerçek değil bir diğer başkası ise biz bir bilgisayar oyunun parasıyız diyebilir. Hepsinin olma olasılığı vardır ama hiçbiri hakkında bir kanıt yokken biz hangisine inanırsak daha tutarlı ve mantıklı davranmış oluruz ? Sezgilerimize güvenip nedenselliği kabul edince mi yoksa yazı tura atıp yukarıdaki veya onun gibi spekülatif olan herhangi başka bir iddiayı mı ? Önemli olan burada bir şeyin yüzde yüz kesin doğru olması değil birinin diğerlerine göre daha doğru olmasıdır. Seçim yaparken bunu göz önünde bulundurmalıyız. Bu arada simdi aklıma geldi, sihirbazlık gösterisi izlerken sihirbaz şapkasının içinden tavşan çıkardığında bunun bir sebebi olmadığını mı düşünüyorsunuz yoksa bunu nasıl yaptı diye merak mı ediyorsunuz. Hem sebepsiz yere evren, tavşan çıkabiliyorsa biz neden etrafımızda yokken bi anda bir araba masa çıktığını görmüyoruz ?

*Büyük patlama olmadan önceki o tekillikte sonsuz zaman geçti yani evren aslında hala sonsuzdur iddiası. Öncelikle o tekilliğin ne olduğunun iyi bilinmesi lazım. O tekillikte uzay-zaman yoktu. O tekillike ait matematiksel işlemlerde sonuçlar anlamsızlaşmaktadır ve hiçbir fizik kuralı yasası o tekillikte geçerli değildir. Aslında bir nevi bu tekillik yokluk gibi bir şeydir. Eğer burası sonsuzdan beri varsa yine yukarıda bahsetmiş olacağım mutlak sonsuzun neden olamayacağı ile ilgili sorunlara yüzleşmek zorunda kalacak ve başarmayacaktır. Ve eğer o tekillik sonsuzdan beri var ise ne oldu da birden genişlemeye başladı neden 13.7 milyar yıl önce değil de bu genişlemeyi 1 trilyon yıl önce yapmadı. Bu eleştiri üstünde cok durmaya gerek yok çünkü zaten tekillikte zaman diye bir şey de yok herhangi bir iddiada da bulunamayız.

*Kuantum teorisi yokluktan evren çıkabileceğini kanıtlıyor. Bu iddia belki de aralarında en popüler olan ve içinde kuantum teorisi gibi fizikle ilgili karmaşık bir modeli barındırdığı içinde pek anlaşılamamış olup nedensellik zincirine eleştiri olarak getirilmiş ve argümanın ilk maddesini yerle bir etmiştir(!) Şaka tabi ki yerle bir etmek falan yok. Bu teori ile ilgili bir bilgisi olmayan bir insan bile felsefe de hiçlik tanımını biliyorsa eğer zaten bu eleştirinin (yokluktan evren çıkabilir) mantıksız olduğunu görecektir. Öncelikle kuantum teorisinde nedensellik ilkesinin çöpe atılması gerektiği söyleniyor. Haklılık payı tabi ki vardır biz makro dünya da olduğumuz kadar cesur bir şekilde mikro dünyaya bir nedensellik atfedemeyiz. Ama bu hiçbir nedenin olmadığı anlamına da gelmiyor. Kuantum teorisi olasılıksal bir teoridir yani belli şartlar altında illaki A nedeninin B ye sebep olacağını iddia edemeyiz. Ama bu nedenler yok demek değildir nedenler sonuçları zorunlu kılmıyor demektir. “Neden bu vakum alanları elektron proton üretebiliyorda bambaşka hiç bilmediğimiz tuhaf maddeler üretmiyor. Bu bile kuantum teorisinin arkasında bir nedenselliğin olduğunu gösterir”. Belirli bir işleyişi var yani . Bunun yanı süre süper cisimlerin, elektronların oluşmasıyla uzay-zamanın meydana gelmesini açıklamak aynı derecede basit değildir. Kuantum teorisi hala uzay zaman içinde var olan bir teoridir. Hiçlikte hiçbir fizik kuralı geçerli olamaz. Durum böyle iken nasıl olurda kuantum teorisi hiçlikten evrenin var olabileceğini açıklayabilir. Fizik yasaları bu evrenin içinde geçerli olan yasalardır.

*Zamanın B teorisi doğru ise o zaman Kelam kozmolojik argüman yanlıştır. Evet bu doğru, yani B teorisi doğru ise o zaman kelam kozmolojik argüman yanlıştır ama sonra değineceğim modal kozmolojik argüman hala geçerlidir. Bu arada nedir zamanın b teorisi; geçmiş şimdi geleceğin hepsinin orda durduğunu ve hep var olduğunu insanın zihinsel bir geçiş yaşadığını değişimin olmadığını yani bu zaman hissiyatının bir yanılsama olduğunu söyler. Genel de kabuk edilen KKA'la da uyumlu olan zamanın A teorisine göre ise; geçmiş yaşandığı için artık yoktur gelecek de daha gelmemiştir yani sadece şimdiki an vardır ve biz sadece şimdiki anı deneyimleriz. Zamanın B teorisi kabul edilirse bilimde çok büyük değişikliklere gidilmesi gerekir mesela evrim teorisinin olmayışı gibi çünkü bütün türler her daim vardır ve birbirinden evrilme olmamıştır. Bunun yanı sıra gelecek geçmiş hep var olduğu için insanın özgür iradesi de yoktur. Neden B teorisini kabul etmemiz gerektiği ile ilgili çok güçlü sebepler verilmeli ki hem sezgilerimize hem de bu sorunlara karşı tamam eyvallah diyebilelim. Şu güzel bir alıntıyı da şuraya ekliyorum; “Özgür irade yoksa yaptığımız hiçbir şey bizim elimizde değildir. B teorisini savunan ateistlere göre onların b teorisini savunmaları onların iradeleri değil. (B teorisi böyle demiyorum ama B teorisini kabul etmenin mantıksal sonucu bu diyorum.) Yani onlara göre insan (bu durumda kendileri de) bir makine gibi sadece kendilerine verileni işliyor. Makineler doğru bilgi üretmezler, sadece var olanı işlerler. Bu durumda "zamanın b teorisi doğru olan zaman teorisi" cümlesi kendi içinde iç çelişki barındırıyor. Çünkü özgür irade yoksa zaten doğru bilgiden söz edilemez.Bu iç çelişki sadece eleştirinin başlangıcı. Hiç söz edilmeyebilirdi de."B teorisine göre değişim yok" dedik. Eğer değişim yoksa evrim nasıl gerçekleşti? B teorisine göre ilk hücre de diğer bütün canlılar da sonsuzdan beri vardı. Bu yazıyı okuduğunuz ekran sonsuzdan beri vardı B teorisine göre. Bu da çok ciddi ve eleştirilemez bir tasarım argümanı veriyor teistin eline. Zira hiçbir tasarım argümanı böyle bir durumu varsaymadan yola çıkıyordu. Böyle bir durumda ateist kelamı eleştirmek için çıktığı yolda, tasarım yüzünden Tanrıyı kabul etmek "zorunda" kalıyor.B teorisine göre naturalist evrim de anlamını yitiriyor dedik. Bunu da not edin.B teorisinin doğru olabilmesi için mutlak eş zamanlılık gerekiyor. Mutlak eş zamanlılık ile mutlak değişim arasında sonsuz ihtimal olduğu söylenebilir. Sırf bu bakış açısı bile B teorisinin doğru olma ihtimalini "sonsuzda bir" durumuna getiriyor.Eş zamanlılık ile alakalı olarak ateistler görelilik kuramı ile B teorisinin uyumlu olduğunu iddia ediyorlar. Hatta A teorisinin B teorisinin doğru olabilmesi için mutlak eş zamanlılık gerekiyor. Halbuki görelilik kuramının böyle bir iddiası yok. Dahası görelilik kuramına göre değişim var. Görelilik kuramının iddiası sadece "şimdi"nin kişiden kişiye değiştiğidir”. Yani elimizde A teorisi yerine B’yi kabuk etmemiz için güçlü bir sebep yok gibi durmaktadır.(alıntıdır; Ömer Yalçın Fethullah Demir Mücahit Özdemir Masum Gökyüz)

*Evren kendi kendisinin sebebidir. Bu iddia gerçekten içinde apaçık bir çelişki barındırmaktadır. Bir şeyin sebep olabilmesi için var olması gerekir eğer evren varsa zaten kendisinin var olmasına sebep olmaz/olamaz yani öyle bir şey, eğer evren yok ise o zaman da zaten kendini var etmeye sebep olamaz çünkü yoktur. Ve kaldı ki sebep oluştan önce gelir. Oluşun aslında kendi sebebi olması içinde müthiş bir çelişki barındırır. He bir de vardır ki kuantum teorisine göre gelecekte olan olaylar geçmişe sebep olabilir görüşü, yani bizim mantığımıza göre şu ana kadar hep bildiğimiz, geçmişteki olayların gelecekteki olaylara sebep olmasıdır ama kuantum teorisine göre bunun böyle olmak zorunda olmadığı şeklinde bir yorum vardır. Ve bu yorumdan yola çıkarak gelecekte oluşmuş olan bu evren, yokken yani öncesinde kendisine sebep olmuş olabilir denilmektedir. Şimdi gözden kaçırılan nokta kuantum teorisinin yine bu evren içinde geçerli olup hiçlikte geçerli olmadığıdır. Yani bu evrende gelecekteki şeylerin geçmişe etkisi kabul edilirse dahi evrenin nasıl olurda kuantum teorisine göre hiçliğe müdahale ettiği söylenebilir. Böyle bir şey olması imkansızdır.

*Evrendeki toplam enerji sıfırdır bu da demek oluyor ki evren bedava yemektir yani hiçlikten çıkabilir. Neden böyle oluyor anlamıyorum ama gerçekten genelde fizikçiler çok kötü felsefeciler oluyorlar. İyi ki Enis Doko var. Evrenin toplam enerjisinin 0 olmasından dolayı bu evrenin nasıl oluştuğunun bir açıklamaya ihtiyacı olmadığı anlamına mı gelir. Demek ki artık leylekler getirdi lafı rafa kalkıyor. “Anne ben nasıl oldum”, evrenin enerjisi sıfır yavrucuğum sen asılında yoksun yani daha doğrusu bir açıklamaya ihtiyacın yok. Ne ? Kocaman bir Nee? Der herhalde çocuk. Enerjinin 0 olması, bu bize sadece enerji ile ilgili bir durumu açıklıyor uzay-zaman gibi çok temel bir olgunun nasıl olduğunu açıklamıyor. Burada eksi olan kütle çekim enerjisi ile kinetik ve adını unuttuğum bir enerji daha toplanıp sıfır elde ediliyordu . Peki ne oluyor da yokluk bu 3 tip enerjiye ayrılıyor. Döndük dolaştık yine hiçliğe geldik asla kaçılamaz. Asla!

*Neden-sonuç ilişkisi zaman içinde olan bir olaydır o zaman zamandan münezzeh olan bir tanrı nasıl olurda evreni zamanı yaratır, bunlara neden olur ? Ben bilardo topuna vurduğumda o topta başka bir topa çarpar ve bu nedensellik zinciri içinde toplar hareket eder. Bunu hayal edin. Şimdi bir top diğerine çarptığı AN da çarpılan top hareket eder. Her ne kadar neden sonuçtan önce olsa da aslında aynı anda olurlar yani anlıktırlar . Neden sonuç bir arada bulunur, top çarptığı anda diğeri hareket etmeye başlar her şey o anda olur. İşte tanrı da zamanı yarattığı anda zaman meydana geldi. Yani burada sebep zamanın oluşumuna sebep olduğu anda zaten zamanın yaratılmış olduğu an olduğu için bir sıkıntı oluşmamaktadır. Kaldı ki kozmolojik argüman bir yaratıcı olması gerektiğini kanıtladıktan sonra ki bu sebep maddeyi şekli enerjiyi zamanı mekanı vb. Yarattığı için bunların hiçbirine benzememeli ve bunlara dahil olmamalıdır (aynı zamanda kişisel olmalıdır bunu sonra açıklayacağım) Eğer dahil olursa zaten o da bir açıklamaya muhtaç olacağı için tanrı olamaz. Üste en tepede ek argüman dediğim de buydu. Aslında tanrının çok önemli bazı özellikleri burada ortaya konulabiliyor. Heh nerde kaldık, bir yaratıcı olması gerektiğini ortaya koyulduktan ve bu yaratıcının gördüğümüz bildiğimiz hiçbir şeye benzememesi ve benzemediği anlaşıldıktan sonra onun nedenlerinin zamana dahil olması gerektiği iddiası çok zorlayıcı olur çünkü tanrının vasıfları da diğer argümanlardan ve akıl yürütmelerimizden yola çıkarak göz önüne alınırsa sonsuz güçte ve her şeyi bilen bir varlık bir şeye sebep olmak için zamana gerek duymayabilir daha doğrusu duymaz yani. Bu sorunu bir şekilde çözebilir. Sırf biz hep böyle gözlemledik diye (tanrı kabul edildikten sonra) tanrı içinde böyle olmak zorunda değildir

*Eğer Evren kendi yaratılışını içinde barındırmıyorsa tanrı nasıl barındırıyor ? Neden her şeyin açıklamasını ararken bir anda tanrıda son bulup daha ileriye gitmiyoruz ? Evrenden çok daha karmaşık bir varlık olan tanrı nasıl var oldu ? Hatta bazı ateist sitelerde argümanın birinci öncülü var olmaya başlayan diye değil var olan her şeyin bir sebebi vardır diye yazılıyor ve o zaman tanrının sebebi ne diye soruluyor. Belki onlarca kozmolojik argümandan biri o şekilde formülüze edilmiştir ama Kelam Kozmolojik argüman öyle değil. Onun için o eleştiri bu argüman için anlamsızdır. Şimdi gelelim tanrı nasıl var oldu yada daha popüler olan şekliyle tanrıyı kim yarattı ? Öncelikle, tanrı zaten yaratılmamış olan demektir eğer tanrı diye isimlendirdiğimiz varlığı yaratılmış olarak görür ve onun da bir nedeni ararsak bu zaman sonsuz nedenler silsilesi içince kaybolur ve asla bir nedene ve açıklamaya ulaşamayız. Mutlak sonsuza ilgili verdiğim o örneklerde çok açık bir şekilde ortadadır ki sonsuz tane nedenin olması aslında hiçbir şeyin açıklaması olmaz. Bir şeyin açıklaması bulunduktan sonra açıklamanın açıklamasını sormak ilk açıklama ile ilgili değildir yani bu ağacı kim dikti, dedem sorusuna peki dedeni kim meydana getirdi sorusu sorulabilir ama benim dedem hala o ağacın dikicisidir. Tanrı zorunlu olarak -sonsuz silsileler çöplüğünde boğulmak istemiyorsak- olması gereken bir varlıktır. Nedeni kendi içindedir yani bir nedene şarta bağlı değildir o hep vardır. Bu uygulamayı kim yazdı yazılım mühendisi Burak, peki Burak'ı kim yazdı ? İşte bu soru anlamsızdır çünkü Burak bir kod değil insandır. Tanrı da yaratıcı olduğundan dolayı yaratılmış olmak zorunda değildir nasıl Burak yazılımcı olduğundan dolayı yazılım olmak zorunda değilse. Tanrı için ezeli ve ebedi kavramını tuhaf buluyorum her ne kadar sonsuzluk ifade etse de sanki bana zaman da ifade ediyor gibi geliyor. Tanrının varlığı hakkında detaylı ve tatmin edici bilgilerimizin olmaması evreni yaratmadığı anlamına gelmez çünkü evrenle ilgili yeterince bilgiye sahibiz ve gittikçe çok daha bilgiye sahip oluyoruz.

*Modal kozmolojik argümana geçmeden son olarak gelelim Kant'ın zorunlu varlık eleştirisine. Aslında bu eleştiri ontolojik argümandaki zorunlu varlık tanımına yapılan bir eleştiri olsa da modal kozmolojik argümanda da bir zorunlu varlık ifadesi geçtiği için Kant bu eleştiri kozmolojik argümanlara da gider demiştir. Bence gitmez. Hani modal kozmolojik argümana gitse bile Kelam Kozmolojik argümana zaten gitmez. Bu eleştiride Kant bir varlığın zorunlu olarak olmak özelliğinin olmasını eleştirmektedir. Yani bir varlığın gerçekte var olması hayaldekinden daha mükemmel değildir çünkü var olmak bir özellik değildir varlığa yani hayaldeki varlığa da olabilir ekstra hiçbir özellik katmaz diyerek var olma zorunluluğunu eleştirmiştir ama benim yukarda anlattığım ve birazdan modal kozmolojik argümanda anlatacağım , zorunlu varlık ifadesi varlığın özelliği olarak ortaya çıkmamıştır aksine çevreye baktığımızda mutlak sonsuzluğun yani somut sonsuz varlığın yada sonsuz bir geçmişin olamayacağından yada hiçlikten  varlık çıkamayacağından dolayı var olan bir zorunlu sebepsiz ezeli ve ebedi varlığa ihtiyacın olmasıdır. Burada Kant'ın eleştirisi işlememektedir.
Benim cevap verilmeye değer ve daha doğrusu etraftan önemli önemsiz bulabildiğim eleştiriler bunlardı. Bunlara, bu konuda tarih boyunca kafa yormuş insanların bu konudaki yorumlarından okuduklarımla ve özellikle William Lane Craig, Caner Taslaman ve Enis Doko’dan yararlanarak cevap vermeye çalıştım. Zaten bilimsel kanıtlar konusunda özgün bir şeyler söylemeyi bekleyemediğim gibi yoktan şeyler de ileri sürmedim. Var olan bilimsel araştırmalardan ve çokça Caner Taslaman'ın Big Bang Ve Tanrı kitabından yararlandım. Paul Davies'in Tanrı Ve Yeni Fizik kitabıyla Enis Doko'nun youtube’da ki Sorgulayan Müslümanla yaptığı kozmolojik argüman videosu da çok kaliteliydi. Bunun dışındaki okumaların karışık olduğu için tam bir liste veremeyeceğim ama en azından bu dediklerim kaynakça olarak burada dursun. Şimdi gelelim Modal Kozmolojik Argümana.

Modal Kozmolojik Argüman

1. Varlığı mümkün ya da imkan dahilinde olan her varlığın var olabilmesi için bir şarta, gerekçeye veya nedene ihtiyaç vardır.
2.Evrenin varlığı mümkündür, ihtimal dahilindedir ve o var olmak zorunda değildir.
3. Evrenin varlığının bir gerekçesi, nedeni veya şartı vardır.
4. Eğer evrenin varlığı bir şarta muhtaç ise bu şart "Zorunlu Varlık" tır,  (yani filozoflara göre Tanrı'dır.)
5. O halde Tanrı vardır.

Bu argüman şu soruyla anlamını çok güzel bir şekilde ifade etmektedir “Neden hiçbir şey yerine bir şeyler var”. Çünkü bizim gözlemlediğimiz herhangi bir şey var olmak zorunda değil. Mesela hayal ettiğiniz herhangi bir varlık belki de olmayabilirdi. Peki böyle bir durumda bu neden var sorusu sorulmalıdır. Modal Kozmolojik argümanın Kelam Kozmolojik argümandan farkı, evren sonsuz bir zamandan beri varsa daha geçerli olabilmesidir. Ve zamanın B teorisi ile de uyumludur. Düşündüğümüz zaman mutlak kudrette bir tanrı ezeli ve ebedi bir evrende yaratabilir. Kimse buna karşı çıkarak tanrının gücünü sınırlayamaz yani bu aklımızın bir köşesinde bulunsun. Eğer evren sonsuzdan beri varsa dahi bu hala niçin var olduğunu açıklamaz. Pek tabi evren yerine acılı çiğköfte dürüm de olabilirdi. Neden bambaşka şeyler yerine bir evren var sonsuzdan beri ? Etrafımızda gördüğümüz her şey mümkün varlık sınıfındadır. Yani yokluğu hayal edilebilir. Sonsuzdan beri var olan bir evrenin de yokluğu hayal edilebilir. Yokluğu hayal edilebilen bir varlığın yok yerine var olmasının nedeni nedir ? Modal Kozmolojik argümanın daha derinine girmeyi düşünmüyorum son olarak şunları demem gerekirse; mümkün varlık yokluğu hayal edilebilen, var olduğu gibi yokluğu da mümkün olan varlıktır. Zorunlu varlık ise kesinlikle olmak zorunda olup varlığını kendisine borçludur ve diğer var olan tüm mümkün varlıklar da varlığını o zorunlu varlığa borçludur. Zorunluğu varlık varlıkları hiçliğe tercih edebilir. Mümkün varlığın sonsuzdan beri var olması dahi neden hiçlik yerine varlığı tercih ettiğini açıklamaz.

Sanırım bu yazımızın sonuna geldik. Kaynakçayı kabataslak bir şekilde yukarıda belirttim. Kozmolojik argüman o kadar güçlüdür ki tek başına dahi bir insanın (en azından benim) bazı özellikleri belli olan bir tanrıya inanmayı sağlar. Bu Tanrı zamandan , mekandan, maddeden vb. münezzeh olmalı dedim çünkü bağlı olursa o da bir açıklamaya gerek duyar ama bizim bir yerde durmamız gerekir. Ve bu varlık kişisel yani bir zihin olmalıdır.  Evrenin sebebi 3 şey olabilir; soyut bir şey fiziksel bir şey yada irade sahibi bir zihin. Soyut şeyler nedensel ilişkiye girmez. Örneğin 3 sayısı bir nedensel ilişkiye giremez. O zaman soyut şeyler evrenin sebebi olamazlar. Evrenin sebebi fiziksel ise o da bir açıklamaya muhtaçtır (diyelim başka evrenler bilmem neler var, biz zaten tüm varlığın hiçlikten oluşamayacağını yada sonsuz olamayacağını gösterdiğimiz için o fiziksel sebebin de bir açıklamaya ihtiyacı var yani bu bir kaçış olamaz) geriye de sadece irade sahibi bir zihin kalıyor bunu da Craig şöyle açıklıyor; bir su ezelden beri donmuş bir haldeyse o nasıl eriyebilir bu olamaz ama sonsuzdan beri oturan irade sahibi bir adam iradesiyle kalkmayı tercih edebilir (tabi sonsuzluk çıkmazından dolayı bunlar anlaşılır yapmak için meteorlardır)
Sonuç olarak evren ezeli ve ebedi olan gördüğümüz hiçbir şey ile tarif edemeyeceğimiz kişisel bir sebebe sahip olmak zorundadır ve bu sebep hiçlikten çıkmayacağına yada sonsuz nedenler silsilesi olamayacağına göre, sizce nedir ?

Lâedrî

Nereye Gidiyor Bu İnsanlar?

Nereye gidiyor bu insanlar? Nereye gidiyoruz,her birimiz her gün bi yerlere koşturuyoruz.Önce her sabah istemediğimiz bir anda o nefret ettiğimiz alarmla uyanıyoruz.Hatta güne başlamaya o kadar da istekli olmadığımızdandır belki hemen de kalkamıyoruz.Erteliyoruz 5'er dakka.Sonra uyanıp etrafa bakıyor insan.En azından içinde azıcık bu dünyadan kuşku duyan biri neden kalktım diyor.Hani varya bir de sabahları çok enerjik kalkıyorum diyenler,illaki vardır bilmiyorum belkide olması gerekendir o ama olamıyorum ben.Sonra asıl koşuşturmaca ondan sonra başlıyor.İçine çekiyor bulunduğumuz şehir bizi hatta kayboluyoruz adeta derinliklerinde bir süre sonra.O koşuşturmaca esnasında kendimizi bir anda tanrılarımıza taparken buluyoruz(!)Sanki kurulu bir sistemin dönen küçük bir çarkından farksız bir iş yapmıyoruz hayatımızın uyku dışında geri kalanında.Evet,sanki diyerek demin fazla iyimser davrandım,öyle oluyoruz tamamiyle öyle.Herkesin içinde bulunduğu sıkıntıları başlangıç verilmesinden sonra kendisine hücüm etmeye başlıyor.Bazıları tuhaf bir şekilde  diğerlerinden daha çok dert çekmesiyle övünebiliyorken,bazıları da neden diğerleri bu kadar dertli değil diye üzülüyor.İnsan içinde bulunduğu çok sıkıntılı durumlarda bile aslında kendisine bir ayrıcalık ve değer verebiliyor ama ne yazık ki gün geçtikçe saygımızı kaybediyoruz kendimize ve çevremize karşı.Kendisine saygı duymayan bir insan,bilemiyorum nasıl yürüyebilir bu yollarda.Bazen insan boyundan büyük bir işe kalkışmalı ve cesaret edip o cüzi kuvvetini birazcık zorlayıp kendisine ve etrafına,dünyaya,evrene tanrısal bir bakış açısıyla bakmaya çalışmalı.Çünkü o zaman görecek ve diyecek ki büyük bir şaşkınlıkla ve hatta korkuyla,nereye gidiyor bu insanlar? Ne kadar farklı ve gelişmiş olsakta diğer canlılardan aslında çok da farklı değiliz yaşayış bakımından.Bir insan doğadaki diğer canlıları gözlemleyip onların bir günü nasıl geçirdiklerini ve hayatlarının genel olarak nasıl olduğunu anlatabilir ama insan ya bunu kendisine yapacak cesarette değildir yada umursamaz.Bir insan nasıl yaşar? Bir günü nasıl geçer?Sanmıyorum sırf daha zeki olduğumuz için diğer canlılardan farklı yaşadığımızı.Hepimiz belli amaçlar için harcıyoruz günümüzün çok büyük bir kısmını.Yemek,barınmak,hayatta kalmak ve belki biraz daha bize özgü olan sosyalleşmek için.Kendin için napıyorsun sorusu önemli olsa da yeterli değil.Gelip şimdi toplum için napıyorsun demiyceğim tabi ki.Daha kendine yetkin olamamış bir birey nasıl olurda topluma katkı sağlayabilir ki?Ben sen kimsin diye sormak istiyorum.Hatta bırak bu yazıyı burada kim olduğunu düşün.Boşver beni benim yazımı,kim olduğunu fark et.Senin sana ihtiyacın olduğunu anla.Bu koşuşturmaca içinde , o kadar yoğun ki şu an içimde duygular ve o kadar karışık ki kafam anlatamıyorum bunu burada.Kalk hazırlan işe git duraklarda bekle varsa arabana bin sabah 8 akşam 5 artık her ne ise.Artık her nasıl bir hayat yaşıyorsan.Aslında senin nasıl bir hayat yaşadığın bu yazıyı yazarken benim çok da umrumda değil ama insanlığın nasıl bir hayat yaşadığı,işte o beni kendine bağlayıp uzun seferdeki su rezervi tükenmiş denizci gibi bırakıp tuzlu deniz suyunu kana kana içirtip bedelinde de beni delirtiyor.İnsanların kendiyle başbaşa kalacağı belki de yegane zaman akşam vakti ve gecedir.Ama gel gelelim ki günlük koşturmacamızın yorgunluğundan dolayı bu saatleri doğal olarak uyku için ayırıyoruz.Bilmiyorum belki de onun için gece namazları önemlidir.İnsan çok tuhaf bir varlık.Önce kendisinin hiçbir katkısı olmadan bu dünyaya geliyor.Önce 9 ay hapis hayatı yaşıyor diyecektim ama şu dünyaya bakınca hapisten ziyade cennet hayatı yaşıyor da olabilir.Sonrasında doğuyor ve etrafında değişik tipler belirmeye başlıyor.Biri annesi biri de babası olması olasılığı yüksek tabi.Aslında sonrasında çok değişmiyor insanın hayatı,sürekli birileri girip çıkıyor hayatına.Birileri onun bir parçası olurken kimileride ondan bir parça alıp gidiyor.İşte doğumdan tek farkı sonradan etrafında beliren tipler annesi babası gibi de koşulsuz yaklaşamıyor ona.İster evrim diyin isterseniz tamamen duygusal yaklaşın ama bu bundan farklı olmuyor.Sonra toplumlara göre farklılık göstersede okul hayatı başlıyor o doğan bebeğin (ve o bebek sana uzak biri gelmesin o bebek sensin) bazıları içinse çalışma hayatı başlıyor gerçi.Arkadaşlar,oyunlar eğlenceler ve küçük sıkıntılar.Sonra büyüyor daha da büyüyor.İlk-orta okul,lise üniversite derken bir anda kendini (bulabildiyse) bir işte çalışırken buluyor.Belki her gün eğlenceden eğlenceye koşuyorsun.Senin için eğlence anlayışı seks,alkol,partiler.Belkide bunlara itici bir gözle bakıyorsun ve senin için eğlence daha sakin şeyler ve belki de (ne de çok belki kullandım yazıyı yazdıkça ne kadar da hiçbir şeyden emin olmadığımı anlıyorum) eğlence senin için bir anlam ifade etmiyor.Aslında sonuçlar aynı.Sen eğlenceyi mutlu olmak için bir yol olarakta görebilirsin ve içini ona göre doldurursun yada mutlu olmak için başka yollar seçersin ama şuna çok içten eminim ki her insan mutlu olmak için yaşar.Peki bu koşuşturmacanın içinde sen ne kadar mutlusun? Hayır ya bir kez geçiştirme bir soruyu :) bu soru tamamen sen odaklı senden başka hiçkimse bunun bilgiisne sen kadar vakıf olamayacak ya. Gerçekten mutlumusun? Mesela her gün bilgisayar oyunları oynamaktan,sürekli gezmekten,instagramda takılmaktan,komik videolar izleyip gülmekten...Bunlardan hiç sıkılmıyormusun? Demiyormusun bazen ben bu dünyaya mı aitim cidden,neden yaşadığım hiçbir şey beni tam tatmin ve mutlu etmiyor.Bu dünya için yaratılmadığını düşünüyorsan bu başka bir dünya için yaratıldığın anlamına gelmez belki ama neden öyle olmasın.Ve ben bu dünyanın beni tatmin etmemesinden bu dünya için yaratılmamış biri olarak başka bir dünya için yaratıldığımı söyleyebilirim.Üstüme üstüme geliyor şehir.Yavaş yavaş kapatıyor gözlerimi.Alış bunlara diyor.Artık hayatın eskisi kadar mutluluk verici de olmayacak diyor.Daha çok ve daha babacan sıkıntıların olacak diyor ama çok fazla konuşuyor.İnsanım ben ve bi yerden sonra dinlemiyorum.Nankörüm ben bi yerden sonra umursamıyorum.Bencilim ben bi yerden sonra ilgilenmiyorum ama insanım ben bu sözlerin hepte orada durduğunu biliyorum.Ne tufah bir varlığım ben daha kendimi bile tanımıyorum.Mesela kendi kendine konuşmakta çok tuhaf değilmi çünkü çoğu zaman kendi kendine konuştuğunu düşünürken içinde seni temsil eden iki farklı kişi konuşur.Dene bir dahakine kendi kendine konuşuruken o muhabbeti başka iki kişi yapıyormuş gibi düşün ve onları izleyen 3.kişi olarak hayal et kendini.İnsan olaylara 3.kişi olarak bakamadan olayları bütünsel olarak yorumlamakta çok zorlanır.Neyse zaten dağınık olan konum daha da fazla dağılmasın.Sen bu yazıyı okuyan kişi,ben senin yaşını hayatını inancını değer verdiğin şeyleri bilmiyorum.Eğer müslüman biriysen sana bir soru sormak istiyorum.Aslında sorulardan daha önemli olan soruları içselleştirmektir yoksa yaz yağmuru gibi güzel fakat geçici bir etkisi olur.Sen müslüman olan,nereye gidiyorsun? "Bir yere gidiyormusun "sorusu da iş görür aslında.Nasıl geçiyor bir günün ve tamam bunları boşver ikimizinde korkmasına rağmen- bu sorudan- şimdi soracağım asıl soruya geliyoruz nihayet.Sen inandığın değerleri sözdemi bırakıyorsun.Hani derlerya söz uçar yazı kalır diye.Sözde bırakıyorsan o da öyle uçar gider.Biliyorum bu hayat çok zor be cidden ve ben gelip sana burada nutuk çekecek bir insan da değilim ama bu hayat ne kadar berbat olursa olsun sen ne kötü kabuslardan uyandın kaçını hatırlıyorsun şu an? Ve sen bu yazıyı okuyan ateist,deist,agnostik veya her ne inanca mensupsan.Sen nereye gidiyorsun.Dur ben sana hemen söyliyeyim.Hiçliğe.Hiçlikten geldin ve hiçliğe gidiyorsun.Anlamlı değerli güzel dediğin her şeyi sonsuza dek unutmaya ve kendini de unutmaya gidiyorsun yani doğmadan önceki haline dönüyorsun.Ben sana şunu diyim bak senin anlamlı güzel dediğin hiç bir şey öyle değil aslında.Şundan bahsediyorum beni yanlış anlama,hayatın bir anlamı olduğunu düşünüyorsan eğer heh işte senin için böyle bir şeyin mümkün olamayacağından bahsediyorum.Çünkü,sen evrende rastgele süreçler ve tesadüfler sonucu oluşmuş olan evrenin planı dahilinde olmayan kör sebeplerin arka arkaya gelelerek silsileler oluşturmasıyla milyarlarca yıl içinde vuku bulmuş bir canlısın.Ve şimdi dönüp bu evren tablosuna bakmanı istiyorum.Sen burda bir anlam görebiliyormusun.Samimi ol.''sevgi,arkadaşlık eğlence var'' diyorsan eğer kusura bakma ama bunlara bu evren tablosu içinde anlamlı demen ve hayatının bir anlamı var gibi hatta daha ileri sözler söylemen bir bebeğin annesinin memesi yerine ağzına emzik alıp bunla oyalanıp kendisine ''hımm ne kadar da leziz annemin sütü''falan demesinden farksız değil.Ya da şöyle bir örnek vereyim,küçük bir çocuk oyuncaklarıyla oyun oynuyor(genelde de bu oyunlar gerçek dünyayla hiç bağlantılı olmaz) ve o oyun ona gerçek gibi geliyor aynı zamanda müthişte bir zevk veriyor ama biliriz ki gerçek dünyaya baktığımızda genel tabloya yani dünya içinde o oyun çok anlamsızdır.Hani zevklidir ama gerçeklik olarak bir değeri yoktur (belki çizgi filmlere konu olur).Dünya çok daha acımasız ve doğa üstü şeylerin olmadığı bir yerdir.Hani sen "benim için belki şunlar anlamlı" desende hayatım anlamlı diyemezsin çünkü hayatın artık senin bakış açında olan bir şey değil,hayatın aslında sen olduğu için onu evren perspektifinde değerlendirdiğimizde bir anlamı olamayacağı da ortaya çıkar.Düşünemeyen iyi kötü değerler bulundurmayan evren ve atomlar varken,insan bu değerleri üretince bu onun evrende bir gerçeklik olarak karşılığı olduğu anlamına gelmez.Yani dinler olmadan nereye gittiğin çok belli aslında.Peki sen,ey insan sen nereye gidiyorsun.Yokluğa mı varlığa mı,sessizliğe mi sese mi,ışığa mı karanlığa mı,güzele mi çirkine mi,iyiyye mi kötüye mi?Yolun yol mu yolun senin mi , sen bu yolda olmak istediğine emin misin?Bunca yadsınamaz gerçeğin ve koşuşturmacanın içinde ürettiğin sahte putlara ve tanrılara tapmaktan paranın makamın güçün ve hırsın peşinde koşup etrafa kin nefret savaş ve gaddarlık saçmaktan memnunmusun? Sırf eline yeterli güç geçiremediğin için kendini iyi biri zannetme.Hiç yemek yokken herkes açtır.Asıl eline güç geçtiğinde napıyorsun ona bak.Bunun küçük örneklerinde yaptıkların bile eline daha büyük imkanlar geçtiğinde neler yapabileceğinin temennisidir.Ey insan,sen sen oldun olalı sen sen olmayı bıraktın ve sen sen olmayı bıraktığından beri sen kimsesiz oldun ama olsada elbet kimsesizlerin kimsesi sen kendini sensiz bırakmaki kimsezilerin kimsesini görebilesin.

Lâedrî

Değişim Problemi ve Varoluşsal Sorular II

Merhaba Dünya , tekrardan.

Değişim problemi ve başka ontolojik sorulara değindiğim önceki yazımı okumadıysanız , önce onu okumanızı tavsiye ederim.Çünkü bu bölümde problemin tarihsel şeması gereği, önceki yazıda ele aldığım Herakleitos'un savunduğu değişim olgusuna karşıt bir düşünceyi analiz ediyor olacağım.Analiz kısmının üzerine daha çok düşsem de yine de bir fikrin inşaasında bu arkadaşların neler düşünmüş olduklarına önem vermekteyim.Her ne kadar bir kısmı batırmış olsa da nerde yanlış yaptıklarını anlamaya çalışmanın gerekliliğinine inanıyorum.

Herakleitos da dahil olmak üzere özellikle Elea Okulu filozofları rasyonalizm anlamında , sonradan Batı'nın hayli işine yarayacak iyi işler yapmışlardır.Dönemde , halihazırda bahsediyor olduğumuz , düşüncenin başlangıç komutunu aldığı problemin sonradan alacağı farklı formlara tanıklık ediyoruz.Karşımıza çıkan ilk isim Parmedines olmakta ve sözgelimi düşüncesi de değişimin mümkün olmadığıdır.Parmedines Dünya'ya dair yapılan gözlemlerin birer yanılsama olduğunu savunmaktadır.Çelişkilerle dolu olan Dünya için ampirik araştırmaların yapılayamacağına inanır ve dolayısıyla çokca akıl yürütmelere dayalı keşifler kendisi için söz konusudur.Anahtar kavramını "töz" oluşturuyor demek mümkündür.Tözü ; varlığın özü , varlığın başka bir fenomene ihtiyacı olmadan sahip olduğu şey,şeylerin özünde değişmeden kalan idealist kavram olarak tanımlayabiliriz.Görünen de o dur ki , Parmedines'in varlık anlayışını karşılayabilecek türden bir kavramdır.Felsefesinde adeta "Bir şey varsa vardır!" diyerek , yine "hiçlikten hiç çıkmaz"'dan ayrılmaz iken , aynı zamanda statik özdeşlik ilkesinin gerektirdiği üzere değişimi reddeder.Çünkü değişim durumu , görünen varlığın aslında statik olmadığına işarettir.Şu sözden bir noktaya varmak istiyorum:

"Var olan, vardır; var olmayan var değildir"

Eskiden evrenin genişlemesiyle ile ilgili tartışdığımız şöyle bir soru vardı:"Eğer evren genişliyorsa,nereye doğru genişliyor?" Diyalektik kuralları var-yok ilişkisinde aynı mı çalışıyor bilemiyorum.Ama evrenin var olduğunu kabul edersek, genişleyen evren önceki halinden büyüklük olarak daha çok vardır ve evren "bir yere" doğru genişlemektedir.Peki bu yer var mıdır yoksa yok mudur? Belki tanrı tarafından evrenin genişleme "değişimi"nin düzeni adına maksimum genişleyebileceği büyüklükte henüz kullanılmamakta olan potansiyel bir varlık yaratılmıştır.Ya da evrenin sınırları dahilinde kalan yerler vardır ve evrenin genişlemesine bahşedilen bir yetenek sonucu varlık-yokluk arasında bir geçiş yakalanmaktadır.Evreni sanki kendi potansiyel sonuna genişleyen bir varlık olarak nitelendirdiğimden ilk alternatifi kendimce daha rasyonel bulmaktayım.Fakat ikinci alternatifde de ilahi açıdan bir problem olmadığından yine makuldur.Herakletios'un savunduğu şekildeki değişim aslında bir bakıma klasik fiziğin enerji dönüşüm kanunlarında olduğu gibi işlemektedir.Yani var olan bir şeyin önce başka bir şey olduğunu, sonra başka bir şeye dönüştüğünü , yani tüm değişmeler sonucunda tözün miktarının değişmeyeceğini söyler.Tabi daha önce de belirttiğim gibi değişen bir bağlam için değişmeyen şeylerin varlığı problematiktir.Çünkü en nihayetinde materyalistik bakış açısıyla varlığı ele almak, onun hep var olduğu ve hep de var olacağı üzerine kuruludur.Yani aslında varlığın değişmez nitelikte olduğunu kabul etmiş olursun.Sonuçta kurduğun değişim paradigmasında ; varlığın değişmez niteliği, değişimin kendisi, şeylerin nasıl değiştiği değişmiyor ise onları değişimden dışlarsın.Fakat varlığın değişmez niteliğini başta hep var olan töze mı dayandırmaktasın yoksa kendinden önceki varlığın değişiminin sonucuna mı? Eğer varlığın değişmez niteliğini bir değişimin sonucuna bağlıyor isen kendisinden önce var olan bir varlığa dayandırmak zorundasın.O zaman en başta kabul ettiğin hep var olan tözün, var olmasına dayandırman gereken başka bir değişim gerekli olur fakat görünen o ki varlığı için kendisinden başka şeye ihtiyacı olmayan töz hakkında böyle bir değişim tanımlaman çelişki doğurur.İşte aslında doğru cevap olan "değişim" kavramı ,materyalizm içinde barınamamaktadır.Parmedines'in, değişimi reddedişi , değişimin materyalizm içinde düştüğü kötü durumdandır.Değişim doğrudur ve henüz bu felsefelerin materyalizm etkisinden çıkamayışı yanlış olan şeyin yanlış tespit edilmesine yol açmıştır.Şüphesiz bunlar hakkında bu kadar rahat konuşabiliyor olmamı entropi yasasına borçluyum, yani bu paradigmanın tam da ihtiyacı olan yasaya.Modern veriler ışığında erişilen bilgiye , akıl yürütme yoluyla eriştiğimiz bilgiler gibi davranamam.O halde birçok filozofa ; ahlak felsefesi, siyaset felsefesi üzerinde ürettikleri düşüncelere batırmış diyebilsek de bu noktada kendi içinde tutarlı olan bu ontolojik felsefeye dair düşüncelere aynı muameleyi yapamam.Kendi içindeki tutarlılık ile aslında materyalistik , statik bir evren modelinde var olmaktan asla vazgeçmeyen ezeli ve ebedi "varlık" modelini kastedmekteyim.Fakat tutarlılık bir yana, dediğim gibi, günümüzdeki değişimin kaçınılmaz gerçekleri bunu geçersiz kılmaktadır.

Tutarlı bulduğum ve doğa üzerine olan felsefenin o dönemdeki son örnekleri olan bu düşünceleri analiz etmeye değer bulduğum için yazının hacmi de o derecede artacak , mazur görün.Boşluğu "var olmayan" olarak tanımlayan Parmedines , boşluğun gerçekte hiç olmamasını belirtmiştir.Varlığın bölünebilmesi için, içinde boşluk içermesine ve boşluk olmadığı için de onun bölünemez olduğunu savunmuştur.Yani aslında farketmiş olacağımız varlığa ait her türlü dinamizmi reddetmektedir.Bölünebilmek bir varlık için esnek bir nitelikdir ve daha çok soru işaretini beraberinde getirecektir.Örneğin varlığın sürekliliğin olması konusunda şüpheye düşürebilir.Aynı şekilde varlığın heterojen bir yapıda olmadığını da savunur, çünkü bu varlığın aslında "bir" olmadığını , varlığı meydana getiren parçaların o varlık içinde rastgele dağılabileceğini gösterir.Bu nedenle yine harika bir tutarlılık gösterir fakat bir o kadar saçmalıklar ile doludur.Aynı zamanda varlığın hareketinin mümkün olmadığını savunur.Buna katıldığımı söyleyebilirdim fakat bahsetmiş olduğum "evren nereye genişliyor?" sorusunun cevapları gereğince yine ikilemde kalmaktayım.Varlığın hareketi problemi kesinlikle evrenin nereye genişlediği sorusundan farksız değildir.O var olan bir şeyin hareketinin mümkün olmadığını söylemiştir, çünkü var olmayan diye bir şey yoktur.O halde var olan nereye gidebilir diye sorar.Hep orada kalır kısacası ona göre.

Okulun ikinci filozofu, ünlü paradokslarıyla bilinen (M.Ö 490-430)Zenon'dur.Çoğu kez hocası Parmedines'in bu öğretilerini , değişim ve çokluğun görüşlerini yanlışlayarak, doğrulamaya çalışmıştır.Paradokslarında kullandığı yöntem çelişkilerden yararlanarak saçmaya indirgemedir.Hatırlarsanız Pythagorasçılar kozmosda ahenk ve çokluğa inanırlardı."Varlığı, tek bir varlıktan değil de, parçalardan olduğunu varsayarsak, bu birimlerin ağırlıkları ya vardır ya yoktur" der."Ağırlıkları varsa, dünyadaki her şey sonsuz büyüklükte olacaktır"."Yoksa ise, dünyadaki her şey maksimum küçüklükte olacaktır yani olmayacaktır".Nihayetinde seçim yapılması gereken yer burada dünyadaki her şeyin ya sonsuz büyüklükte ya da sonsuz küçüklükte olduğu önermesine dönüşür.Önermeleri adım adım onaylatarak sonunda saçmaya indirgemiş olur.Varlığın parçalarının nitelikleri konusundaki algısı dikkatimi çekiyor bu noktada.Çünkü yine modern bilim(kuantum mekaniği) ile varlığın parçalarının olması konusundaki algım beni varlığın parçalarının sonsuz olduğu yanılgısına götürmüyor.Eğer bu birimlerin ağırlıkları var ise, dünyadaki her şeyin sonsuz büyüklükte olacağını beklemek için bu birimlerin de sonsuz olduğunun doğrulanması gerekir.Varlığa baktığım zaman, "spoiler" yemişcesine artık onda atomlar hayal etmeden duramıyorum, bu nedenle olacak ki bu düşünceyi, bu algılamayı hiç anlamıyorum.Bir diğer paradoksu ise en ünlü paradoksu olan belki de daha önce duymuş olabileceğiniz Aşil Paradoksudur.Zenon Yunan dünyasının en hızlı atleti Aşil ile bir kaplumbağayı yarışa sokar.Yarışta, Aşil kaplumbağaya avans vererek önden başlamasına izin verecektir ve yarış boyuncaya da kaplumbağanın bir önceki bulunduğu yere hareket eder.Sonuçta Aşil kaplumbağaya her adımda biraz daha yaklaşmış olsa da -bir doğrunun sonsuz sayıda noktadan oluştuğu baz alındığında- asla onu geçemez.Burda yine saçmaya indirgeyerek varlıkta hareketin mümkün olmadığını kanıtlamaya çalışır.Bu paradoksu aslında pek önemli görmemekteyim, zira matematiksel olarak kanıtlamaya çalıştığı şeyi yine bu soruda matematikte limit alarak halledebiliriz.

Sonuç olarak değişim problemini varoluşsal açıdan bu yazılarda ele almak istedim çünkü her nasılsa milattan önce bulunan doğru cevaplardan bir tanesiydi.Süreç boyunca çektiği sancılar, bahsettiğim gibi sadece yanlış zamanda, yanlış yerde ve yanlış paradigmada olmasından kaynaklıydı.Varoluşun ilginç problemleri her zaman ilginç kalmaya devam edicek fakat bu noktadan sonra yavaş yavaş doğa üzerine felsefeden insan üzerine felsefeye bir geçiş görmekteyiz.Yazıları da bu doğrultuda şekillendirmeyi düşündüğümden ontoloji bir süre ekranlarda olmayacak.Bu başlık altında bahsettiğim sorular kendisinin derinliği için bir hayli yetersizdir.Bu nedenle ara ara kendisine dair düşünce yazıları yazmayı arzulamaktayım.Var olmanın insan üzerinde yarattığı garip izlenim doğrultusunda, onu sorgulamanın, onun yarattığı garip izlenimlerin insanın fıtratında olduğunu düşünüyorum.Birçok şey konusunda doğru bilgiyi edinebilsek de, acaba tanrının nasıl var olduğuna dair bilgiye, ya da daha doğrusu tanrının hep var olmasının ardındaki sırlara erişebilecek miyiz? Tanrının olması gerçeğinden başka her şeyin anlamsız olduğunu anımsıyorum.Bazen kendimi tanrının olmadığı bir evrende kurguluyorum, insanın içini yaşamaya dair bir ümitsizlik ve hüzün kaplıyor.Evet gerçekten de öyle, eğer tanrı yoksa, hiçbir şeyin anlamı yok.

Lâedrî