Öznel Demokrasi Paradoksu

Demokrasi, hepimizin sık sık aşina olduğu fakat kendisinden de bir tek şey anlamadığı veya sadece kendi penceresinden bakarak yorumladığı bir deyim. Ben bu kelimeyi tanımlarken önce Richard Rorty'nin şu cümlesine dikkat çekmek istiyorum: "Felsefe, Batı siyaset düşüncesinin yukarı tırmandıktan sonra bir kenara attığı bir merdivendir. On yedinci yüzyıldan itibaren, Batının demokratik yapılarının inşa edileceği zemini hazırlamakta önemli bir rol oynamıştır. ". Bence konuyla ilgili güzel bir açıklama olmuş, kendisinin fikirlerini çapsız bir düşünür olarak her zaman onaylamasam da yiğidi öldür hakkını ver. Demokrasi genel olarak bizim geride kalan düşüncelerimizi görünür kılmaktan gelmiştir. Bu da insanın doğası gereği insanları etkilemeye onları sınıflandırmaya veya insanları kendi düşüncelerine itaat etmeye çekmiştir. İtaat diyorum çünkü genelde koşulsuz "bu adam biliyor",  "bu böyle" diyen adamlar sorgulamadan anlamadan katılırlar böyle durumlara. Başka bir gün başkası kendisine daha mantıklı gelen bir şey söylediklerinde ise bu sefer direkt kendini o sınıfa ait tanımlar ve başkalarının yanında bu düşünceyi savunmaya çalışır. Dikkat edin bak çalışır diyorum çünkü savunamaz.Bu durum yavaş yavaş çıkar olaylarına kadar gider ki insanın olduğu konumda gitmeme şansı yok. Şimdi bir diğer kişiyi ele alalım yani durumları bu şekilde kabul etmeyen mantık arayan insanı. Bu da karşısındakinin fikirlerini önce kendi süzgecinden geçirir illa ki katılıp katılmadığı alanlar olacaktır. Fakat o katılmadığı düşünceleri tez çürütme mantığına dayanarak karşısındakinden eritmesini ister. Burda dikkat edin aklınıza anlamak istediğini sanan yani dinlemiş gibi yapan buna kendisini bile inandıran karşısındakini de deli gibi eleştiren yani öyle olduğu sanan, kendi düşüncesinden kolay kolay vazgeçmeyen insan gelecektir. Zira, benim için o insanın ilk anlattığımdan pek bi farkı yoktur. Bu genel olarak varoluştan gelir aynı zamanda insanın özünde vardır. İlber Ortaylı'nın deyimiyle onu yarı cahil olarak tanımlayabiliriz. Çünkü, belli bir okumadan sonra her şeyi bildiğini sanan artist tiplerdir bunlar, yüksek egoları vardır ve bunu saklamaya çalışırlar, öyle olmadığını iddia ederler.Sizin karşınızdakinin bunlardan hangisi olduğunu anlayabileceğinizi düşünüyorum.Veya boşverin ya bilemeyiz çünkü her insanın gizlediklerini göremeyiz.Bu da aslında Laedri değil midir? neyse konuyu fazla oraya buraya çekmeden devam etmek istiyorum.Bu arada biraz fazla iddialı yazıyorum evet de sonuç olarak bunlar benim düşüncelerim, çürütmeye de hazırım yeter ki gelin bir beyin fırtınası yapıp tartışalım... Neyse devam ediyorum önce şu souyu soralım Demokrasi nedir? Bu sorunun cevabı önemli bence. Nedir yani size göre demokrasi ? Anayasacılık mı? Eşitlik mi? bu sorunun cevabını birine sorduğumuzda birçok cevap alacaksınız fakat kendisi bu tanımların hepsini savunduğu halde sadece birkaçına uyan demokrasi eri olduğunu göreceksiniz.Bana göre uzlaşmacılık diyebiliriz bir anlamda. Neden derseniz ise arkadaşımın yazısında gönderme yapmak istiyorum bu konuda; Ilımlı İnsanlar ve Devlet'in İdeolojik Aygıtları adlı yazısında şöyle bir kısım var: "Lise birinci sınıfta bir gün İngilizce dersindeydik. Hoca, dersin işleyişi konusunda basit bir oylama yapıyordu. Ardından sıra arkadaşım ve benim de içinde olduğum grup oylamada kaybetmiştik. Ardından sıra arkadaşım hocaya, çıkan sonuca göre oylamada kaybeden grubun haksızlığa uğrayacağından, bunun adil ve demokratik olmadığından bahsetmişti. Sonra hoca demokrasinin bu olduğunu söylemişti. O gün ikimizde demokrasinin ne halt olduğunu anlamıştık. "E hadi daha iyi bir sistem öner o zaman?" diyen NED, RAND demokrasi ihracatçılarının da en sağlam argümanı bu zaten. ". Uzlaşma dememin bir sebebi de bu aslında, çünkü baktığınız zaman insanlar birçok fikrin arkasından körüklemesine koşmakta ve bir kelime dahi sorgulama yapmamakta, bu normal şartlarda insan doğasına aykırı bir durum.İnsan doğası gereği sorgular ve merak eder.Bunun bu hale gelmesini birazcık uyuşturulan beyinlerimiz olarak görüyorum. Aslına bakarsanız uzlaşma falan demek de istemiyorum fakat herkesin yaşama hakkını da gasp etmek istemediğimden bu şekilde bi adlandırma yaptım demokrasiye. Ne olursa olsun çünkü herkesin düşüncesini dinlemek ve anlamak zorundayız çünkü ancak birbirimizi dinlediğimizde anladığımızda gerçekten uyuşturulan bu beyinlerimizi özgürlüğe kavuşturmuş olacağız.İşte bu açılardan baktığımızda demokrasinin önemi büyük aslında. Ilımlı vs. değilim yanlış anlamayın herkes doğru veya yanlış düşüncesini savunacak ve ona göre argümanını ortaya koyacak ki farklı fikirlerden özgürlüğe koşacak beyinlerimiz.Aslına bakarsanız bir düşüncem de şu, nasıl ki şeriatın insanın olduğu yerde uygulanamayacağından bahsediyorsak, demokrasi de insanın olduğu yerde uygulanamaz.Ancak süslenip ballandırılarak insanların ağzına bir parmak bal çalınır ve sizin için daha iyi bir yönetim sistemi yoktur denir.Bana da şimdi " E hadi daha iyi bir sistem öner " gibi saçma sapan gelmeyin sakın. Ama neden uygulanamayacağından bahsedeyim biraz. Demokrasi aslında insanların pr'ını yaptıkları bir yönetim şeklidir. Demokrasi aslında insanların içinde sakladıkları gizli kötü yönlerini güç ellerine geçtiğinde görev süresi bitene kadar acımasızca kullandıkları bir sistemdir. Böyle değildi demeyin bizden pay biçin. Halka her zaman onların istekleri doğrultusunda, onları heyecanlandıracak vaatler verilir, güzel sözler söylenir ama işin sonunda perdenin arkasında kaymak hep arkada bu kişi tarafından yenir. Halkın da bu durum sonucunda ne yediğini söylemek istemiyorum bunu siz anladınız... He tabii bu durum aksine gerçekten bu söylediklerim aksine gerçekten halk için emek için ortaya çıkmış yeni lider adayları yani o kaymağı hep beraber yiyeceğimiz halk adamları yok mudur? Yani bu dediklerimi çürütecek insanlar yok mudur? İllaki vardır da daha biz görmedik, bakalım ilerde de göreceğiz gelcek mi, gerçekten her şey çok güzel olcak mı, inşallah olur. Çünkü insanlar sıkıldı bu yalandan yani sıkılmalı.Sıkılmıyorsa, ilgilenmiyorsa bir problem vardır.

Ben oldum olası demokrasi çatısı altında sadece belli bir kesimi savunup diğerleriyle pek ilgilenmeyen kesimden hoşlanmıyorum. Aslına bakarsanız bu, nasıl insanların sömürüldüğünü ve demokrasinin nasıl insan altında uygulanamayacağının göstergesidir.Çünkü bana göre her ne kadar bir tarafın görüşü çoğunlukta olsa bile, diğerlerinin neden farklı bir görüşte oldukları konuşulmalı ve tartışılmadır. Düşüncelere pranga vurmak olmaz abi.Bi ara şunu da düşündüm, acaba hem o çoğunlukta olmayan düşüncede olduğum için mi şu an böyle düşünüyorum yoo hayır öyle değil yani. Normal hayatta da azınlıkta olsa farklı görüşün ne demek istediğine önem veriyorum. Kendime ordan yeni kıstaslar çıkarıyorum hatta bazen düşüncemi karşıdan gelen bi soruyla tekrar sentezleyip tersine çeviriyorum.Siz de böyle yapın zarar görmezsiniz en fazla aklınıza birkaç şüphe tohumu atılır rahat olun :) Bu cümleleri söylerken tabii ki günümüz ülke koşullarını yani Türkiye'yi göz önüe alarak konuşuyorum, her ne kadar uzaktan takip edip incelesek de demokrasi bazı yerlerde teorik de olduğu kadar pratikte de çok iyi uygulanıyor olabilir.Bunları gözardı ediyorum, bunu başarabilen toplum zaten bu gibi konuları çoktan aşarak bilimde, sanatta ki bence en önemlisi sanatta ilerlemiş ve üreten toplumlardır. Bizim konumuz gelişemeyen biz,bunca eleştirmenin anlamı da umarım doğru şekilde anlaşılmıştır. Gerçek anlamda her alanda demokrasi umarım bir gün bizi bulur. Örneğin, bir gün umarım kimse yere çöp atmaz, kimse birbirini rencide etmez, herkes işini en doğru ve saygılı şekilde yerine getirir, herkes hakkettiğinden fazlasına göz uzatmaz veya bunun hırsı doğrultusunda başkasının kişisel hak-hürriyetlerini ihlal etmez, herhangi bir yerde herhangi bir yönetim için seçilenler onları destekleyen insanlardan öte onları destekleyemenlerin de kalbine dokunur.Neden mi bunları dedim? Çünkü demokrasi bunların hepsidir. Bunlardan bir tanesi dahi eksik olduğunda demokrasi bir kolunu kaybetmiş demektir. Neyse biraz fazla karmaşık bir deneme oldu fakat ne demek istediğimi aktarabildiğimi düşünüyorum.Demokrasinin ne demek olduğunu anlamayan insanlar yüzünden nice değerli insanlar hayatlarını kaybetmiştir,bunu da göz önünde bulundurmamak aptallık olacak. Bu yüzden bu saçma yazıyı bu kadar uzun şekilde yazdım belki birileri daha iyi anlar ve hep birlikte daha iyi oluruz. He bu ara da şunu söylemeden de geçmeyeyim,kısaca ufak bir selam gönderelim. Sokrates'in yaşadığı dönemde kendi yaşadığı coğrafyada özgür olarak adlandırdığımız birey başına düşen köle sayısına bakmanızı, ayrıca kimlerin nasıl meclise girdiğini de incelemenizi tavsiye ediyorum yani aslında Sokrates'i demokrasi öldürdü demek ne kadar vicdani onu size bırakıyorum. Köle vs. yurttaşların sınıfsal farklılığına dikkat çektim fakat sanki şu anda öyle bir sınıflandırma yok(!) bu da öyle değişik bir paradoks işte. Neyse, eyvallah kaçtım ben.

Varoluşsal Özgürlük


Uzun süredir ne kadar özgür olmadığımızı düşünüyordum. Bu yazıda dilim döndüğünce varoluşsal bağlamda özgürlüğün analizini yapmaya çalışacağım.


Özgürlük incelemelerini şu şekilde başlıklara ayırabiliriz:
1-Antropolojik özgürlük:
   a)Kozmolojik: İsteme
   b)Ontolojik: Olmada, Yapmada
2-Etik özgürlük
3-Toplumsal özgürlük

Kozmolojik özgürlüğün bağlamı eylemlerimizde, istemelerimizde ve seçmelerimizdeki özgürlüğümüzü kapsıyor. Kozmolojik özgürlükten sıçramayla bu yazıda ontolojik özgürlük bağlamında, özgürlük hakkında bir şeyler söyleyeceğim. Tartışmanın  ilerleyen noktalarında bu iki bağlam arasındaki farklar daha çok belirginleşecektir, o yüzden bu tanımlamaların detayını sonraya bırakıyorum.


Spinoza, Ethica'nın dördüncü bölümünde (İnsanların Köleliği ya da Duyguların Gücü) şöyle diyor: "İnsanın duyguları denetleme ya da kısıtlamadaki güçsüzlüğüne kölelik diyorum; çünkü duygularına boyun eğen bir insan kendi tüzesi altında değildir, ama öyle bir düzeye dek talihin elindedir ki, sık sık daha iyi olanı görmesine karşın daha kötü olanı izlemek zorunda kalır."
Geri dönüp kendi önkabullerimi tekrardan gözden geçirmeme sebep olacak kadar çok katıldım bu pasaja. O kısma henüz gelmeden, şu pasajdan ne anladığımıza bir bakalım. Özellikle ilişki barındıran eylemlerde, özneyi harekete geçirici ya da öznenin hareketini önleyici etmenler var. Örneğin, dışarda çıplak gezmek ilişki barındıran bir eylem. Bu ilişkinin tarafları, -sokak bağlamında- çıplak gezen insan ve toplum. Sokakta çıplak gezmeme eyleminin, ilk kertede, etmenini ya toplumsal norm ya da utanma duygusu olarak belirleyebiliriz. Aslında bu etmenlerin birer töz olmasını istiyoruz, çünkü toplumsal norm olmak kendinde var olan bir etmen değil; yani onun da bir sebebi var. Nitekim bence, birçok toplumsal norm gibi bu da -eğer toplumsal bir norm ise- tarihin bilinmeyen zamanlarında, utanma duygusu gibi var olan tözler hasebiyle normlaşmıştır. Fakat ne olursa olsun, eylemlerimizde bu hareket ettirici etmenler bulunuyor. Spinoza işte bu etmenleri yani özel olarak duyguları kısıtlamadaki güçsüzlüğe kölelik diyor. Örneğimize göre de, dışarıda çıplak dolaşmıyorsak bunun sebebi özgür olmamak, çünkü utandığımız için bunu yapamıyoruz. Peki ya çıplak dolaştık diyelim, o zaman ne olacak?

Burada biraz daha farklılaşacağım çünkü düşünüyorum ki, çıplak dolaşırsak bile bu bizi daha fazla özgür kılmayacak. Niye çıplak dolaştığım sorusuna odaklanalım. Diyelim ki bunu Spinoza'nın tanımına göre özgür olmak için yapacağım; yani hareketimi önleyici utanma duygumu yenerek bu eylemi gerçekleştireceğim. Bu eylemimde yine ne olursa olsun bir etmen var. O tözün ismini koymak kolay değil. Belki içimizde özgür olmayı arzulamamızı sağlayan bir şey var, yani özgür olmak istiyorum ve o yüzden ne kadar utansam bile bunu yapabilirim ve yapacağım dedirten bir şey. Belki özgür olup olmamayı arzulamıyorum ve merak arzumu gidermek için bu eylemi deneyimlemenin peşindeyim. Ne olursa olsun, her zaman bir etmen var. Spinoza bu etmeni/duyguları kısıtlamadaki güçsüzlüğe kölelik diyor, fakat bunu kısıtladığım zaman bile sadece etmeni değiştiriyorum ve başka bir etmenin güdümüne giriyorum. Yani özgür olmak için yanıp tutuşuyorum diyelim ve utansam bile gidip dışarıda çıplak dolaşacağım. "Gidip dışarda çıplak dolaştım çünkü özgür olmak için yanıp tutuşuyordum" demek, "Gidip dışarda çıplak dolaşmadım çünkü utanıyordum" demek ile aynı şey. Sadece etmenin nasıl değiştine bir bakın. Hayır, hiç bir erek gütmüyorum bu eylemi kesinlikle etmensiz bir şekilde gerçekleştireceğim: "Hiçbir amaç gütmeden de gidip dışarda çıplak dolaşılabileceğini kanıtlamak için gittim ve dışarda çıplak dolaştım." Amaçsızca yaptığınız eylemin amacı amaçsız bir şey yapmaya çalışmaktı. Gördüğümüz gibi etmenlerden kaçamıyoruz, yani Spinoza'nın tanımını genişletirsek şöyle diyebiliriz: "Her zaman köleyiz." 

Peki ya bu etmenler? İşte ona kader diyoruz. Cicero şöyle der: "Her önerme (proposition) doğrudur veya yanlıştır. Eğer gelecek hakkındaki önermeler de doğru veya yanlışlarsa, bu doğru-yanlışların sebebi sonradan olacak şeyler olamaz, önceki olaylar olmalıdır. Eğer bu bir önerme için geçerliyse, her önerme, yani her olay için geçerlidir. Dolayısıyla olan her şey kaderdir."
Bu pasaj da Stoacıları tekrardan gözden geçirmeme sebep olacaktı. Ve aynı zamanda kendi kader tasavvurumu da.

Cicero burada objektivist bir yaklaşımla "önceki olaylar" ile aslında tözlere atıf yapmakta. Tözlerin değişmezliği yani "önceki olayların" önermelerin sonuçlarındaki belirlenimciliği de kaderin varlığını kaçınılmaz kılıyor. Fakat unutmayın, belirlenimler sebepler üzerinde, sonuçlar üzerinde değil. Yani hala isterseniz sokakta çıplak dolaşırsınız, isterseniz de çıplak dolaşmazsınız; karar veremeyeceğimiz şey bunu neden yaptığımız, yani tözler. O halde tanımımızı düzeltelim: "Köle olduğumuz sınırlar içerisinde özgürüz."

Üzgünüm, evren bizim onun olmasını istediğimiz şey değildir, evren neyse o'dur. En başında geri dönüp birtakım önkabullerim üzerinde çalıştığımı söylemiştim size. Bunu aslında gerçek anlamda özgür olmadığımızı fark ettiğimde yaşadığım çatışmalardan dolayı yaşadım. Çünkü bir kere yaşadığım coğrafyaya Sünni Teori'nin kazandırdığı bir Tanrı ve Kader tasavvuru var. Bu tasavvuru İlhami Güler, "Allah'ın Ahlakiliği Sorunu" adlı kitabında baya bir inceliyor. Ben kısaca konuyla alakalı noktaları paylaşmakla yetineceğim. Güler, topluma kazandırılan tasavvurun etkisini gözlemlemek için deyimler ve atasözlerin üzerinden bir inceleme yapıyor. Mesela şunlara bakalım:

Kadere karşı gelinmez.
Allah yazdıysa bozsun.
Kaderin cilvesi, kader kurbanı, kader mahkumu.
Kaderine küs.
Kadere karşı gelinmez.
Hikmetinden sual olunmaz.
Allah'ın işine karışılmaz.

Yine aynı şekilde, Türkler'in Müslüman olmadan önceki "felek" inancı da bu kader tasavvuruyla pekiştirilmiş ve aynileştirilmiştir:

Kambur felek.
Kahpe felek.
Felek, kimine mintan giydirir kimine yelek; kimine karpuz yedirir kimine kelek.

Bu Allah ve Kader tasavvularının eleştirisi ve hangi Osmanlı ekolünden topluma miras bırakıldığı, yine bu çalışmanın konusu. Bu tasavvurun peşi sıra bir anti-tez olarak geliştirilen ve eylemlere sonsuz özgürlüğü izafe eden bir anlayış var. Bu tez, müslüman (teist) ya da ateist fark etmeksizin savunulan bir tez. Bu tez teist paradigmada, Allah'ı gerektiği gibi takdir edememe ve Kuran'ı inceleyen zihnin inşasında çelişkiler yaratmakta. Kuran'da kaderin ne olduğunu anlamaya çalışıp bu özgürlük-kader incelemeleri bağlamında geldiğimiz nokta itibariyle ilişkilendirmeye çalışalım o halde.


Kader ("el-Kadr") kelimesi sözlükte bir şeyin sınırı, miktarı, ölçüsü demektir. Çok fazla uzatmadan şu nokta atışı ayetlere bakalım:
"Allah her şey için bir ölçü (kader) koymuştur." (65/3).
"Geceyi ve gündüz Allah takdir etmektedir." (73/20).
"O (her şeyin) biçimini, özelliğini ve süresini belirleyip (kaddera) hedefini gösterdi." (87/3).

İlhami Güler şöyle diyor:
"Rağıb Isfahani diyor ki: Allah'ın yarattığı mahlukat iki çeşittir. Biri, muayyen bir miktarda bir defada yaratılan ve hiçbir tedrici süreci olmayan varlıklardır; inorganik varlıklar buna örnektir. Diğer ise, belirli bir tedric ve süreç içinde yaratılıp son hedefine varan varlıklardır; organik varlıklar, hayvanlar ve bitkiler gibi. Bilimsel veriler ışığında kainatın tarihini göz önünde tutarsak, her türlü varlığın mukadder bir hareket, dinamizm, değişim ve evrim içinde olduğunu söyleyebiliriz:

'O ki her şeyi yarattı, düzene koydu ve hedefini gösterdi.'(87/2-3)

O halde kader, kainatın umumi kanunları, şeyleri kendi kılan kanun, onların varlıklarını devam ettirme ve yok olma kanunlarıdır. Peki insanın özgürlüğü bu 'kader'in içerisinde nerede duruyor? Bitkilerin hareketleri fiziki-kimyasal 'kader'e bağlıdır. Hayvanlar ise, tabii çevreye uyum sağlayabilen bir psişeye sahip belli itkilerle hareket eden canlılardır. İnsan ise canlıların en üst basamağı olarak bir 'ruh'a, çevresinin şuuruna sahip ve çevresi üzerinde tasarrufta bulunabilen, onu değiştiren, tercih yapabilen özgür bir varlıktır. O halde Kuran'da kullanılan 'kader' kavramı, insan özgürlüğünü yok eden, 'cebir' ve zorlama ile eş anlamlı değildir.
İnsanın özgürlüğünü kabul etmek, onun iradesinin belli kanunlar çevresinde oluşan tabiat olaylarının veya içinde yaşadığı toplumun tesirinde kalmayacağı anlamına gelmez. Özgürlük, bütün bu tesirlere rağmen insanın tabiat, tarih, toplum ve kendi beninin mümkün tesirlerine karşı direnme, karşı koyma ve bunları aşma gücüdür."

Şuana kadar yaptığımız tanımlamaların, Fazlur Rahman'ın, Major Themes of Qur'an'daki şu pasajındaki benzerliğine bir bakın:
"Kuran'an'daki 'kader' anlayışı, insan davranışları da dahil her şeyin önceden ilahi olarak takdir ve tespit edilmesi şeklinde yorumlanmıştır. Bunun, Kur'an'ın 'kader' anlayışının basit bir şekilde yanlış yorumu olduğu açıktır (nitekim bir çok Batılının İslam anlayışı bunun etkisi altında kalmıştır.). Aslında 'kader', 'ölçmek' demektir, ifade ettiği mana ise şudur: Yalnız Allah mutlak sonsuz olduğu halde, diğer bütün mahlukat yaratılmışlık damgası olan 'ölçülme' özelliğini taşır. Bu kabiliyetlerin alanı, insanda olduğu gibi çok geniş olabilse de onların bir sonu vardır. Kur'an bu kabiliyetlerin bizzat fiile dökülmelerinden bahsetmiyor; konu ettiği, bu kabiliyetlerin kendileridir. Allah bir şey yaratacağı zaman o şeyin kabiliyetlerini ve davranış kanunlarını mahiyeti içerisine yerleştirir. Böylece o şey, bir düzen içerisine girmiş olur ve alemde bir etken faktör durumuna gelir.
Evrendeki her şey mahiyeti içerisine yerleştirilmiş kanunlar çerçevesinde hareket ettiği, yani Allah'ın emrine doğrudan doğruya uyduğu için, tüm evren Müslümandır. Yani Allah'ın iradesine teslim olmuştur. Bu evrensel kanunun tek istisnası insandır. Çünkü Allah'ın emrine uyup uymamakta bir seçim yapabilme kabiliyeti kendisine verilen tek varlık odur."

Aslında kendi tanımına göre, insan da müslümandır, yani özü Tanrı tarafından belirlenmiştir; fakat insan varoluşu itibariyle müslüman değildir. Mahiyet yani öz içerisine yerleştirilen davranış kanunları yukarda bahsi geçen etmenlerdendir, ki Fazlur Rahman'da bunlar için etken faktör demiştir. Yine Kur'an'ın kader tanımında, "bahsedilen kabiliyetlerin bizzat fiile dökülmelerinden bahsetmiyor, fakat direkt bu kabiliyetlerin kendileridir" derken, sebep ve sonuçlar arasındaki yaptığımız ayrımın altını çiziyor. Yani bu sebepler kaderdir, fakat sonuçlar değil.

Son olarak Muhammed İkbal'in de benzer yorumuna bakalım:
"Kader olarak kabul edilen zaman, şeylerin gerçek özünü teşkil eder. Kur'an'da buyrulduğu gibi: 'Allah her şeyi yarattı ve kaderini tayin etti'. Demek ki, bir şeyin kaderi, bir efendi gibi ona dışarıdan emir veren katı yürekli bir kaderin etkisi değil; o şeyin iç yeteneğidir, yani tabiatın derinliklerinde bulunan kabiliyetlerin aktüelleşme imkanı vardır ve dışarıdan herhangi bir baskı olmadan sırasıyla gerçekleşebilir, fiiliyata geçebilir. Böylece sürenin organik bütünlüğü mutlak hakikatin rahminde olgunlaşmış gelişmelerin olduğu gibi, kum saatinin kum taneleri gibi teker teker düşerler demek değildir. Eğer zaman gerçekse ve şuurlu tecrübeyi bir vehim haline koyan ve birbirine benzer saniyelerin sadece tekerrüründen ibaret değilse; o halde, Mutlak Hakikat'in hayatındaki her saniye orijinal, gerçek, mutlak surette yeni ve önceden tahmin edilmeyen durumları meydana getirir. Kuran-ı Kerim : 'O'nu her an yeni bir iş meşgul eder.' diyor. 'Gerçekte her yaratıcı faaliyet, özgür bir faaliyettir. Yaradılış, mekanik hareketin karakteristik özelliği olan tekrarın zıddıdır." 


Şeylerin iç yeteneği, yani özleri farklı sonuçların aktüelleşebilmeleri imkanını sunar. O halde İslami paradigmayı da işin içine kattığımızda, sözgelimi etmenlerin belirlenimcisine Tanrı'yı ve bir belirlenim ereğini eklemiş bulunuyoruz. Yani, var olan etmenlerin örüntü ve kurallılığından da faydanalarak, bu etmenlere kendilerinin bir amaç taşımaları ve Tanrı'nın planına hizmet ereği ile Tanrı tarafından tasarlanmış olmaları sebebiyle kader dedik. O halde tanımımızı en son şöyle değiştirebiliriz: "Tanrı tarafından, özgürlüğe mahkumuz."

Gerçekten de, existansiyalist Sarte'nin dediği gibi özgürlüğe mahkumuz. Şöyle diyor:
“Aslında, eylemimi canlandıran güdülerin bilincinde olduğum olgusuyla, bu güdüler çoktan bilincim için aşkınsal nesnelerdir, dışarıdadırlar; faydasızca onlara yapışmaya çalışacak mıyım; varoluşumla ondan kurtuluyorum. Her zaman özümün ötesinde, eylemimin nedenlerinin ve dürtülerinin ötesinde varolmaya mahkumum; özgür olmaya mahkumum. Bu, özgürlüğüme kendisinden başka sınırlar bulunamayacağını veya özgür olmaktan vazgeçmekte özgür olmadığımız anlamına gelir.” (Varlık ve Hiç, sf. 128)

Eylemimi canlandıran güdüler aşkınsal nesneler değil, içkinsel nesnelerdir. Sarte "varoluş, özden önce gelir" der. O halde elbette tüm nesneleri insana aşkın kılması normaldir. Fakat işin içinde Tanrı olmadan kendini mahkum ettiği özgürlük tanımının problemleri var. Örneğin burada, etmenlere aşkın dese dahi, onlara yapışmaktan kaçtığı takdirde, varoluşuyla onlardan kurtulduğu anda özgür olduğunu söyler. Bu negatif bir tanım. Yani özgürlük tanımının sınırlarını belirleyen şeyler bu etmenler/güdüler. Onlara yapışmadığı, onlardan kaçtığı takdirde özgür kılıyor kendini. Bu, Rousseau'nun politik düzlemde tanımladığı özgürlük bağlamındaki negatif özgürlük tanımına benziyor aslında biraz. Rousseau -politik bağlamda- tanımlayabildiğimiz özgürlük kavramını normatif kural ve baskılara tepki olarak tanımlayabileceğimizden bu tanımın doğal durumdaki özgürlük kavramından farklı olduğu söyler. Mesela şöyle örnek vereyim: İnsan öldürmek toplumlarda yasaklanmıştır, o halde özgür olmak kavramı içinde insan öldürebilmeyi de kapsar. Bu Rousseau'nın kızdığı şey oluyor işte. Toplum sana insan öldürmeyi yasakladığı için -ki bu normatif kural ve baskılardan oluyor- sen doğal durumundaki özgürlük tanımının içine insan öldürebilmeyi katıyorsun, oysa sana kimse insan öldürme demeseydi, bunu düşünmezdin bile. Bu yüzden; toplumdaki insanın kirlenmiş olduğunu düşündüğü için, tasarladığı yasa koyucu öğretmen sadece yeni doğan insanlara odaklıdır. Demek istediğim şey, Sartre'nin özgürlük tanımının tıpkı buna benzer negatif bir özgürlük tanımı olması. Özgürlüğün tanımında, özgürsüzlüğün sınırlarının çizilmiş olması o tanımını "özgürsüz" kılıyor. Üstelik bu aşkın güdülerin, aktüelleşme esnasında insanın muhakeme sürecine nereden gelip de müdahil olabildikleri de merak konusu. Yine tanım itibariyle bile bir çelişki yaratıyor gibi geliyor bana bu cümle. Eğer varoluş, gerçekten öz'den önce geliyorsa, o halde varoluş'un özünde, öz'den önce gelmek gibi bir nitelik/güdüm var. Paradigması çelişkilerle dolu, hunharca saldırmamın sebebi varoluşçu felsefeyi sevmemem ya da Tanrı'ya atıf yapmıyor olması değil. Varoluşçu felsefeyi sevmiyorum ama yine de Sartre'yi severim. Çünkü bugüne kadar Nobel Edebiyat Ödülünü reddeden tek isim o. Hatta Nobel ödüllerini ağır bir şekilde eleştirmiş, Nobel Ödülü'nün politik bir anlayışla verildiğini söylemiştir. Hiçbir felsefede uyuşmasak bile sadece bir filozof olduğu için, yani düşünen birisi olduğu için bile severim. Neyse sonuç itibariyle öz, varoluşdan önce gelir ve Tanrı tarafından, özgürlüğe mahkumuz.

Vargop Argümanı

1) Varoluş, özden önce gelir.
2) Varoluş'un özünde, özden önce gelmek vardır. (1'den)
3) Varoluş'un özden önce gelmesi çelişki doğurur. (1 ve 2'den)

Ya da şöyle de yazılabilir:

1) İnsan, en başında özelliksizdir. (Özü yoktur.)
2) İnsan, özelliğini kendi belirler. (Varoluşuyla özünü meydana getirir.)
3) İnsanın özelliği, özelliğini kendi belirlemesidir. (2'den)
4) Varoluş'un özden önce gelmesi çelişki doğurur.


Size kısaca, bir kavramdan bahsetmek istiyorum tüm bu yazdıklarıma ek olarak: "Opus". Bu kavramın gerçek hali küfürlü bir şey aslında. Bir arkadaşla bu kavramı ilk defa tanımlarken öyle tanımlamıştık ama burada küfürden arındırdım. Her neyse işte, "opus" dünyamızda var olmayan bir duygu, fakat onu kavram olarak adlandırdığım için yine ona pek çok nitelik kazandırmış oldum. Örneğin üzgün hissetmek diye bir şey vardır ya da sevinçli hissetmek gibi. İşte "opus" da belki hissedebileceğimiz bir duygu. Fakat dediğim gibi böyle bir duygu yok. Aslında ona "duygu" bile demek istemiyorum, çünkü her ne kadar bu dünyaya ait olmasa da, onu size anlatabilmem için, "belki olsaydı böyle bir şey olabilirdi" diyerek onu sınırlamak zorunda kaldım. Fakat işin garibi, artık ne olabileceğine dair fikir edindiğimize göre bu analojiyi unutun diyemiyorum size. Yine de unutun ama. Eğer şuanda harbiden Sartre gibi eveleyip geveliyorsam, bu bilin ki "opus" gibi bir kavramı özgürlük sınırlarım dışında tanımlayamamaktan, ya da o sınırların dışında bir şeyi idrak edememekten ve anlatamamaktan kaynaklanıyordur. "opus", tek boynuzlu at gibi bir şey değil. Yani bu dünyada karşılığı olmadan da hayal edebileceğim bir şey değil demek istiyorum. O öylesine bir şey ki, ona o bu dünyadan değil demek istediğimde aslında onu, onun için kullanabileceğim tüm sıfatlardan feragat etmiş oldum. Ona, o bu dünyadan değil demek bile işimi çok zorlaştırdı. Çünkü yine sıfırdan tanımlamak istediğim bir şeyi, ancak bana öğretilen ve bildiğim sınırların dışında olduğunu söyleyerek, yani bu dünyadan değil diğerek tanımlamaya çalıştım. Bu dahi, onu ne kadar sıfırdan, hiçbir şeyden esinlenerek tanımlayacağımı gösteriyordu. Sonuçta, tüm bu şeyler gösteriyordu ki, ben bana verilen neyse o'yum. Kavramlarım, düşüncelerim ve idrak alanım özümdedir.


Şuana kadar tartışılan özgürlük analizinde, özgürlüğü ontolojik bağlamda incelemeye çalıştım. Marx, Rousseu ve aralarında en çok sevdiğim Thomas Hobbes gibi düşünürlerin de fikirlerinin bulunduğu toplumsal özgürlük konusu da farklı ve tartışılmaya değer bir konu. Özgür olmanın üzerine gerçekten düşününce çevremizdeki insanların özgürlük tanımının içinin ne kadar boş olduğunu daha çok fark ediyorum. Sahip oldukları, slogan düşüncelerden beslenen bir özgürlük kavramı. Bu belirsiz tanımlar, celbedilmiş söz yitimine uğrayan, politik doğrucu cümlelerin yaldızları. Fakat işin ironisi de kendilerini bu tanımlara göre özgür olarak tanımlayan insanlar, bu tanımların güdümlü oluşları itibariyle ne kadar da özgür olmadıklarından habersiz. Neyse, benden bu kadar. Kendinize iyi bakın.


"Özgürlüğe giden yol özgürsüzlüğümüzle yüzleşmektir."     





Aklı Karıştıran Cevaplar 1

Selam Laedri. Bu yazıda internette dolaşan, arkadaş ortamında tartıştığınız ya da televizyonda denk gelmiş olabileceğiniz bazı sorulara cevap vermeye çalışacağım. Aklı karıştıran sorulara aklı daha da fazla karıştıran cevaplar yazabilirim. Bundan dolayı şimdiden uyarmak isterim ve umarım ki yazıyı bitirip okuduğum zaman şükürler olsun bu sefer anlaşılır bir şekilde açıklamışım diyebilirim. Soruları bulduğum sayfaların linklerini yazının sonuna koyacağım. Tabii orada bulunan bütün sorulara cevap vermeyi düşünmüyorum. Önemli olduğunu düşündüklerim hakkında bir şeyler yazacağım. Bunu yapmaya çalışırken gözden kaçırdığım önemli sorular veya burada bulunmayan ama sizin aklınıza takılan sorular olabilir. Varsa bunları belirtebilirsiniz. Eğer bizim de o sorulara bir cevabımız yoksa büyük ihtimal herhangi bir şey yazmayız bu konuda. Bunu da söyleyip sırayla soruları incelemeye başlayalım. Bu arada bu yazı bir serinin ilk yazısı olacak.

1.) Allah bizim cennete ve cehenneme gireceğimizi biliyorsa bizi neden imtihan ediyor ?

* Merak etmeyin her cevap bu kadar uzun olmayacak ! Ve bu soruya iki cevap vereceğim. İlk cevap tamamen benim özgün düşüncem olup yanlış yönlendirmekten korktuğum için bir de klasik bir cevap vereceğim.

- Öncelikle çok önem verdiğim bir konuyu açıklamak istiyorum. O da Allah-alem-insan ilişkisi ve Allah'ın her şeyi bilmesi. Biz Allah'ın varlığından uzakta bağımsız bir varlığa sahip miyiz ? Ya da yaratılmış herhangi bir varlığın bulunduğu yer Allah'tan bağımsız olabilir mi ? Allah bir mekana veyahut zamana dahil değildir. Eğer insanın kapladığı alanı Allah'tan bağımsız olarak düşünürseniz Allah'a bir mekan atfetmiş olursunuz. Eğer insan Allah'ın varlığı içinde derseniz yine Allah'a bir nebze mekan atfetmiş olursunuz. Benim görüşüm bu ilişkinin Allah'ın her şeyi bilmesi ile ilgili olduğu yönünde. Mesela bilgisayarda her şey 1 ve 0'lardan oluşuyor. Ekrana baktığınızda gördüğünüz klasörler ya da resimler gerçeğin bir yanılsaması boyutunda çünkü bunlar gerçekten varolan şeyler değiller. Bunlar sadece gerçekte varolan şeylerin bize görünen halleridir. Allah'ın bilgisi daha doğrusu sahip olduğu o sonsuz olan tüm bilgiden bazılarıyız bizler. Bilgi görülebilen duyulabilen ya da yazılabilen cinsten bir şey değildir. Bilgiyi aktarmak için kullandığımız bütün metodlar semboliktir. Bu durumda bilginin neliği konusunda da bir gizem vardır aslında. İnsanın evrenin atomların ve görebildiğimiz her varlığında bilgisayar ekranına baktığımızda gördüğümüz şekil ve sembollerden o klasörlerden veya resimlerden pekte bir farkı olmadığını düşünüyorum. Bana göre varolan her şey o 0'lar ve 1'lerin bize göründüğü şekildeki gibi Allah'ın sahip olduğu bilginin de görünümüdür.

ikinci olarak zamanla ilgili bir açıklama yapmak istiyorum. Zaman dediğimiz şey durmak bilmeyen ve hep ileri yönde devam eden olaylar silsilesidir. Yani bir süreçtir. Peki bir an nedir ? An 1 saniye içinde olan olay mıdır yoksa yarım saniyede mi yoksa 0.00001 salisede olan bir olay mıdır. Maddenin en küçük biriminin atom olması gibi (değil de işte mevzu karışmasın) zamanın da en küçük birimi andır. An kendinden daha küçük bir şeye indirgenemez. Yani siz an'a ne kadar süre tanırsanız tanıyın ondan daha küçüğü olduğu müddetçe o tanımlamanız anı vermez bize. Peki bu durumda an nedir ? Bence bu durumda an her şeyin durduğu zamanın olmadığı tek bir karedir. Allah'ın sahip olduğu bilgide sonsuz tane andan oluşmuş gibidir. Her şey eşanlı.

Peki her şey Allah'ın bilgisinin görünüşüyse Allah'ın yaratması ve iradesinden söz edebilir miyiz ? Ben bir resim çizdiğimde bir kitap yazdığımda yoktan bir şey varlığa getirmiş olmam. Çünkü insan her şeyi kendi içinden ve dışarıdan gözlem yaparak öğrenir. Yani var olmayan bir şeyi zaten bilemeyeceği için herhangi bir şeyi de yoktan var edemez. Ama kitap yazdığında veya resim çizdiğinde o bir sentez de olsa o an için bir ürün ortaya koymuş olur. Allah ise bilgisini iradesiyle 0 ve 1'lerde olduğu gibi görünür hale getirdiğinde yokken ortaya bir varlık çıkarmış olur. Örneğin elmanın kırmızı olduğu bilgisini yazarak sembollerle ifade ettiğimde bu o bilginin bir görünümü oluyor. Ben yoktan varlığa bir şey getirmiyorum çünķü edindiğim bilgiyi yazıyorum. Ama bu durum Allah için yoktan var etmektir. Biz nesnelerden, dış dünyadan bilgiyi öğrenirken Allah'ın bilgisi bir şeyleri gerçekleştirir. Işığın kaynaktan çıkıp bir maddeden gözünüze yansıması gibi. Bu arada varlık için bir yanılsama demiyorum çünkü Allah hak üzere yarattık diyor. Ben anlaşılır olması için böyle yazdım. Bana göre evren bir yanılsama değil bir yansıma. Ve bir de Allah'ın bilmediği bir şey olamayacağı için Allah yoktan yarattı dediğimiz de Allah'ın kendisinin bile bilmediği bir şeyi var ettiğini söylemiyoruz. Peter Pan ve hikayesinin aklımda olup kurgulamam ile gerçekte yaşanması arasında bir fark vardır.

Allah'ın bir şeyi irade etmesi ve yaratması bir şeye karar vermesi anlık olaylar olduğu içinde zamana dahil değildir. Yani Allah bu sorgulamasını yaptığım sistem içinde de zamana hapsolmuş olmuyor. Şimdi soruya gelecek olursam: Allah ne olacağını biliyorsa neden imtihan ediyor ?
Cevap: Çünkü bilgileri arasında bir öncelik sonralık ilişkisi ve zamana tabii olma durumu yoktur. Zaten her şeyi her zaman biliyordu. Bunu zamansal çerçevede anlayan biz insanlarız.

Klasik Cevap: Allah bizi direkt cehenneme veya cennete attığında oradaki insanlar ki özellikle cehennimlikler  soracaktır. Allah'ım biz neden buradayız ? Allah ise sizin bilmenize gerek yok. Ben biliyorum yeter. Siz imtihan edilseydiniz de cehennemlik olacaktınız zaten dediğinde inanıyorum ki cehennem halkı gıkını çıkaramasa da içinden hepsi bu da ne demek falan diye sinirle ateşe doğru yürürler. Belki imtihan edilsem burada olmazdım. Benim gibi biri cehennemde ne arar diyecekler. Kısacası Allah'ın adaletinden ve merhametinden şüphe edecekler. Belki Allah'ın onları oraya sebepsiz yere attığını keyfi davrandığını düşünecekler. Yani Allah'ın adaletinden süphe ettirmemesi için her şeyi zaman ve mekan çerçevesi ve sebep-sonuç ilişkisi içinde anlayan biz insanlar için en mükemmel sistem imtihan sürecinin de olmasıdır. Yani bizim de bilmeye ihtiyacımız var.
Ve benim her soruda baktığım ilk şey soruda sorulan şeyin bir çelişki içerip içermediğidir. Çelişki içermediği sürece olması için pek bir engel yoktur. Allah bilmesine rağmen bizi sınayabilir. Bu çelişkili bir durum değildir. Allah istemiştir ve yapmıştır.

2.) Allah her şeyi bildiği halde neden bizi yarattı ?

-Yukarıdaki sorunun cevabından çok farklı bir cevabı yok. Bu yüzden kısa tutacağım. Allah'ın bilmesi ile bizim bilmemiz arasındaki farktan ya da Allah'ın bilmesi ile yaratması arasında bir kopukluk olmamasından kaynaklanabilir. Allah istemiştir ve yaratmıştır.

3.) Allah her şeyi biliyorsa biz nasıl özgür oluyoruz ?

- Bu soruya ortaokuldayken din hocamın verdiği bir cevap vardı. O çok hoşuma gittiği için üstüne başka bir şey düşünmemiştim. O cevap şuydu: Büyü veya kehanetlerle ilgili olan yabancı filmlerden ya da en basiti Sihirli Annem dizisinden hatırlarsınız. Bir sihirli küre vardır ve ona bakan kişiler gelecekte yaşanacak olayları görebilir. Bu kişilerin o olayları görmesi olayın olmasına sebep ya da engel değildir. Artık o olayı bilmeleri de o olayın özgürce gerçekleşmeyeceği anlamına gelmez. onlar sadece olacak bir şeyi biliyorlardır. Yani bir şeyi bilmekle o şeyi yapmak/ona sebep olmak arasında çok büyük bir fark vardır. Ki Allah için gelecekte geçmişte yoktur. Allah zamanın yaratıcısı olduğu için zamanın kapsadığı her şeyi bilir. Ama bu bizlerin bu olayları özgür irademizle yapmadığımızı göstermez.

4.) Allah neden beni bana sormadan yarattı ?

- Ontolojik olarak burada kişiye sorulan soru kişiden önce gelemez. Yani kişiye yönelik sorunun sorulabilmesi için önce kişinin var olması gerekmektedir. Ee Allah bizi yaratıp sorduğunda da hayatımız hakkında spoiler vermediği sürece de kimse zaten hiçliği varlığa tercih etmezdi. Spoiler verdiği zaman da bunun pek bir anlamı kalmazdı. Kaldı ki Allah zaten bizi hayatta kalma içgüsüyle yaratmıştır. Yani yaratılan birisi de ''yok ben hiç almayayım diyemezdi''. İntihar bile yaşama içgüdüsünün olmadığının delili değil değil çekilen acıların reddidir. He şu an hayatından nefret eden birisi bile öyle kolayca intihar edemez. Hem bu dünya bir fragmandır İslam'ın öğretisi içinde. Asıl olan da ahirettir. Hiçbir aklı başında insan da cennet gibi harikulade bir mekanı da istememezlik etmez herhalde.

Benim bu soruya asıl cevabım içtenlikle şudur ki. Sen ya da ben kimiz de Allah bunu bize soracak. Yaratma gücü ve özgür iradesi var. İstediğini yapabilir. Burada çelişkili, adaletsiz ya da merhametsiz bir durumda söz konusu olmadığı hatta sonunda insan gibi bir varlığa cennet vadedildiği için bize bir fırsat tanındığı için şükretmemiz gerekmektedir.

5.) Allah bizi seviyor da neden günah işlememize izin verip sonra bizi yakıyor?

- Allah bizi robot gibi yaratabilirdi. Bütün koşullarda hep iyiyi seçecek şekilde yaratabilirdi. Evet, bunu yapabilirdi. Hatta ben şeye de bu soru için katılmıyorum. Kötülük olmasa iyiliği bilemezdik. Doğru ama burada konu bilip bilmemek değil. Allah'ın izin verip vermemesi. Allah bizi hem iyiliği hem de kötülüğü bilip sadece iyiyi seçecek şekilde de yaratabilirdi. Allah bize daha önce tüm yiyeceklerden bir kez tattırıp sonra her gün aynı menüyü yiyecek zorunlulukta da yaratabilirdi. Allah bize güzeli tespit etme bilgisi verip sevmediğimiz biriyle evlenecek şekilde de programlayabilirdi. Madem özgür irademiz yok ve robot olmayı kabul ettik. O zaman sadece işimize gelen konularda değil bütün her şeyde Allah'a tam bir teslimiyetle yaklaşalım de mi ? Burada örnekler uzar gider bunu yapmak istemiyorum. Sahip olduğumuz özgür irade çok güçlü bir şey ben kimsenin bundan aman aman feragat edebileceğini düşünmüyorum. Yine de edenler olabilir. Allah bize akıl, vicdan ve daha birçok önemli kabiliyetler vermişken. Doğruyu yanlışı ayırt edebilmeyi vermişken. Üstüne üstlük bir din de yollamışken ben Allah'ın bizim kötülük işleyip cehennemde yanmamızı istediğini düşünmüyorum. Hem bunu istese diret bizi cehenneme atarak da gerçekleştirebilirdi zaten. Bence biz sorumluluklardan kaçmak ve cehennemde yanmak istemediğimiz için böyle sitem ediyoruz. ''Dinin temel sırrı imtihandır; imtihan ancak irade varsa, irade ancak kötülük varsa anlamlıdır''. Hiçbir bahçıvan güllerini solsun diye ekmez.

6.) Allah’ın ihtiyacı yokken bizi niçin test etmekte ?

- Allah'ın ihtiyacı yoksa neden ibadet etmemizi istiyor ? Allah'ın ihtiyacı yoksa neden bizi yarattı ? Gibi türevleri vardır bu sorunun. İnsanlar bile yaptıkları her şeyi ihtiyaçları olduğu için yapmaz. Bu sorunun en basit cevabı şudur: Allah bizi ihtiyacı olduğu için değil x sebebinden dolayı sınamakta/yaratmıştır/ibadet etmemizi istiyordur. Yani kafamızda zaten bir postulat oluşturup '' ihtiyacı var hıı'' demek ki deyip bu soruya yaklaşmak çok abes. O şekilde yaklaşmamış olabilirsiniz ama bu sorunun yaklaşım tarzı böyle yani. Mesela denilebilir ki Allah olgunlaşmamızı ve gerçekleri kendi aklımızla keşfetmemizi istediği için bizi sınıyordur. Ya da Allah insanlarla ve kendisiyle iletişim kurmamız ve sevgiyi tanımamız için bizi yaratmıştır.

7.) Peki lamı cimi olmadan valla meraktan soruyorum. Allah bizi niçin yarattı ?

- Bir varlığın gayesi muhattap olduğu bilinçlere göre değişir. Mesela bir taşın varlığının gayesi inşaat mühendisine göre, taş koleksiyoncusuna göre ya da taştan kale yapıp futbol oynayan çocuklara göre değişebilir. İnsanın varolma sebebi de insana ve Allah'a göre farklılık gösterebilir. Kuranda Allah şöyle demektedir: ''Ve iyi bilin ki, ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım''. Burada ne denmek istediği üzerine düşünerek bazı şeyler bulabiliriz belki ama benim değinmek istediğim nokta şu: burada insanın varlığının gayesi kime göredir. Burada insanların Allah'a ibadet etmesinin insanın varlığının gayesi olduğundan bahsediliyor. Ben buradan bu bilginin insana göre olduğunu anlıyorum. Yani Allah'ın insanı yaratmasındaki sebepler bunu da kapsamakla beraber bambaşka sebepler de olabilir. Mesela iyi bir tanrı olabildiğince iyilik yapacağından ve akıllı ve bilinçli varlıkları yaratması da iyi olacağından bizi yaratmış olabilir. Ama insanın kendine göre bildiği tek gaye budur. Bir müslüman bunun altını ne şekilde doldurursa doldursun. Ana tema budur. Benim bu ayetten anladığım ise insan Allah'ı ve yarattıklarını bilmek, Allah'ı birlemek, onu sevmek ve ona teslim olmalıdır. Yani yaratılışına fıtratına uygun olarak yaşamalıdır.

8.) Allah kötülüklere neden engel olmaz ?

- Özgür irade verdiği için deyip burada bitirmek isterdim aslında ama birkaç şey daha yazacağım. Bir insan bıçakla adam da öldürebilir sebze de doğrayabilir. Bir insan bilim gibi çok büyük bir başlığı kötü emellerine de alet edebilir insanlığın yararında kullanabilir. Eğer Allah adaletli ise sadece kötülüğe engel olup bırakmak yerine bana göre iyiliklere de engel olmalıdır. Ama bu dünya için bunu neden yapsın ? Allah kötülüklere neden engel olsun ? İnsan özgür iradeli ve karşısına fırsatların çıkacağı bir dünyada yaratılmış. Yani buranın temel kuralları bu. Özgür irade özgür irade diyorum da çok fazla bir seçim şansınız olduğunu ya da aman aman şeyler yapabileceğinizi düşünmeyin. Biz basit varlıklarız. Biz dış ve iç koşulların baskısı altında sıkışıp kalmış arada duran boşlukları da tamamen özgürce değil buradan beslendiğimiz şekilde dolduruyoruz. Yani Allah belki de başka bir mantık sistemi başka bir evren başka tarzda giyinen canlılar yaratmış olabilir. Ve o alemlerde kurallar ve Allah'ın o alemlere müdahalesi bambaşka olabilir. Bilemeyiz. Belki orada Allah kötülüklere engel oluyordur ama oradaki canlılar da Allah neden kötülüklere engel oluyor diye soruyorlardır. Allah sonsuz alem yaratabilir mi -evet.
Allah sonsuz alem yarattıysa bir tanesi zaten bu olmayacak mıdır-evet. Allah sonsuz alem yaratmamış da olabilir. O zaman bu evren niçin var ve neden böyle ? Çünkü Allah böyle istediği için.

9.) Allah'ın bir şeyi istemesi sebepsiz ve keyfi midir ? Bir şeyi istemesi ona ihtiyacı mı olduğunu gösterir ?

- Her şeyi bilen bir varlık bir şey yapmak istediğinde bir bilgisinden yola çıkar bence. Yani insan da sebepsiz yere bir şey yapmaz aslında. En saçma ve boş aktiviteyi yapması bile kendisi farkında olsun olmasın beyninde belirlenmiş bir sebebe bilgiye dayanır. Şunu da belirtmeliyim ki Allah'ın varlığı ve neliği konusunda Allah bize ne bildirirse o kadar detay bilebiliriz. Benim Kurandan anladığım Allah'ın her şeyi belli bir ölçüye,dengeye ve hikmete göre yaratıyor olmasıdır. ''Gerçekten biz, her şeyi bir ölçü ve dengede yarattık''. Ve biz Allah bu gayelerden ne kadarını bildirirse onlardan emin olabiliriz. Gerisi ise kendi düşüncelerimiz ve felsefeye açılan kapıdır. Bu ise müthiş bir şeydir. Allah'ın her şeyi bir hikmete göre yapması bizim bütün hikmetleri bileceğimizin garantisi de değildir. Özellikle Allah'ın varlığı ve neyi neden yaptığı ile ilgili olan felsefi konularda. Eğer burada kendi düşüncelerim Allah hakkında yanlış şeyler atfediyorsa ve bilgim olmayan şeyler hakkında yazıyorsam Allah'tan af dilerim. Tek amacım bazı şeyler üretebilmek. Peki Allah'ın bir şey istemesi ona ihtiyacı olduğunu mu gösterir ? Bu sorunun çok benzerine yukarıda cevap vermeye çalışmıştım. Başka bir x sebebin olması bile bu soruya bağlı olmadığımızı gösterir.

Bu arada Allah'ı tanımlarken insandan yola çıkmak büyük hatalara sebebiyet verir. Sonuçta Allah eşi ve benzeri olmayan bir varlıktır. Burada Allah'ın bir şeyi istemesindeki istemekle insanın istemesindeki istemek arasında büyük bir fark vardır. Allah'ın bir şeyi istemesinin tam olarak nasıl olduğunu bilemeyiz. Ben daha çok "ol der ve olur" ayetindeki şekliyle anlıyorum. Bir şeye karar vermesi yani olmasını irade etmesi. Ve bunu yaparken bir hikmete bir bilgiye göre yapması.

10.) Allah niçin önceki kitapların bozulmasına izin vermiştir ?

- Önceki kitaplar bölgesel amaçlı inmiştir. Yani kendisinden sonra gelecek bütün zamanlara ve zamanın insanlarına hitap etme amacı taşımamıştır. Bu zaman içinde şartlar, insanlar ve şeriatlar (kurallar) değişmiştir. Allah o zamanki insanların kitapları bozacağını bildiğinden ya da uygun dönemin gelmemiş olmasından önceki kitapların bozulmasına izin vermiş olabilir. Sonuçta İncil'in Tevrat'ın Zebur'un hala sapasağlam durduğu yerde Kuran indiğinde insanların kuranı tercih etmesi için bir sebep olmazdı. Daha doğrusu Kuran'ın inmesi içinde bir sebep olmazdı. Allah bu durumda kendi gönderdiği dinleri dünya üzerinde yarıştırıyor gibi olurdu. İnsanlar bozmuştur ve Allah son din olarak Gönderdiği İslam'ın kitabını koruyacağını söylemiştir. Demek ki artık bu kitabın bozulması için fırsatta yoktur ve uygun dönem gelmiştir. İnsanlar hazırdır.


*bu soruları aldığım yazının başlığı insanı deist yapan sorulardı. Son olarak bununla ilgili şunu demek istiyorum. Bu soruların cevapları sizin için tatmin edici olmamış olabilir. Bazı cevaplar size hiç mantıklı gelmemiş olabilir. Ama burada şu ince çizgiyi çok net görmenizi istiyorum. Bu soruların hepsine verilen cevaplar bilmiyorum olsaydı bile bu sorular yine de insanı deist yapmazdı. Yapmaması gerekir. Bu sorular insanı deist yapacak sorular değil. Tabii ki içindeki bazı sorular çok önemli ve sorulması gereken sorular. Ama verdiğiniz cevaplar bilmiyorum olsa bile bu sizi deist yapmamalı. Çünkü İslam ile deizmi kıyaslarken bakılacak kriterler bu sorular değildir.

*Soruların Kaynağı