Varoluşsal Özgürlük


Uzun süredir ne kadar özgür olmadığımızı düşünüyordum. Bu yazıda dilim döndüğünce varoluşsal bağlamda özgürlüğün analizini yapmaya çalışacağım.


Özgürlük incelemelerini şu şekilde başlıklara ayırabiliriz:
1-Antropolojik özgürlük:
   a)Kozmolojik: İsteme
   b)Ontolojik: Olmada, Yapmada
2-Etik özgürlük
3-Toplumsal özgürlük

Kozmolojik özgürlüğün bağlamı eylemlerimizde, istemelerimizde ve seçmelerimizdeki özgürlüğümüzü kapsıyor. Kozmolojik özgürlükten sıçramayla bu yazıda ontolojik özgürlük bağlamında, özgürlük hakkında bir şeyler söyleyeceğim. Tartışmanın  ilerleyen noktalarında bu iki bağlam arasındaki farklar daha çok belirginleşecektir, o yüzden bu tanımlamaların detayını sonraya bırakıyorum.


Spinoza, Ethica'nın dördüncü bölümünde (İnsanların Köleliği ya da Duyguların Gücü) şöyle diyor: "İnsanın duyguları denetleme ya da kısıtlamadaki güçsüzlüğüne kölelik diyorum; çünkü duygularına boyun eğen bir insan kendi tüzesi altında değildir, ama öyle bir düzeye dek talihin elindedir ki, sık sık daha iyi olanı görmesine karşın daha kötü olanı izlemek zorunda kalır."
Geri dönüp kendi önkabullerimi tekrardan gözden geçirmeme sebep olacak kadar çok katıldım bu pasaja. O kısma henüz gelmeden, şu pasajdan ne anladığımıza bir bakalım. Özellikle ilişki barındıran eylemlerde, özneyi harekete geçirici ya da öznenin hareketini önleyici etmenler var. Örneğin, dışarda çıplak gezmek ilişki barındıran bir eylem. Bu ilişkinin tarafları, -sokak bağlamında- çıplak gezen insan ve toplum. Sokakta çıplak gezmeme eyleminin, ilk kertede, etmenini ya toplumsal norm ya da utanma duygusu olarak belirleyebiliriz. Aslında bu etmenlerin birer töz olmasını istiyoruz, çünkü toplumsal norm olmak kendinde var olan bir etmen değil; yani onun da bir sebebi var. Nitekim bence, birçok toplumsal norm gibi bu da -eğer toplumsal bir norm ise- tarihin bilinmeyen zamanlarında, utanma duygusu gibi var olan tözler hasebiyle normlaşmıştır. Fakat ne olursa olsun, eylemlerimizde bu hareket ettirici etmenler bulunuyor. Spinoza işte bu etmenleri yani özel olarak duyguları kısıtlamadaki güçsüzlüğe kölelik diyor. Örneğimize göre de, dışarıda çıplak dolaşmıyorsak bunun sebebi özgür olmamak, çünkü utandığımız için bunu yapamıyoruz. Peki ya çıplak dolaştık diyelim, o zaman ne olacak?

Burada biraz daha farklılaşacağım çünkü düşünüyorum ki, çıplak dolaşırsak bile bu bizi daha fazla özgür kılmayacak. Niye çıplak dolaştığım sorusuna odaklanalım. Diyelim ki bunu Spinoza'nın tanımına göre özgür olmak için yapacağım; yani hareketimi önleyici utanma duygumu yenerek bu eylemi gerçekleştireceğim. Bu eylemimde yine ne olursa olsun bir etmen var. O tözün ismini koymak kolay değil. Belki içimizde özgür olmayı arzulamamızı sağlayan bir şey var, yani özgür olmak istiyorum ve o yüzden ne kadar utansam bile bunu yapabilirim ve yapacağım dedirten bir şey. Belki özgür olup olmamayı arzulamıyorum ve merak arzumu gidermek için bu eylemi deneyimlemenin peşindeyim. Ne olursa olsun, her zaman bir etmen var. Spinoza bu etmeni/duyguları kısıtlamadaki güçsüzlüğe kölelik diyor, fakat bunu kısıtladığım zaman bile sadece etmeni değiştiriyorum ve başka bir etmenin güdümüne giriyorum. Yani özgür olmak için yanıp tutuşuyorum diyelim ve utansam bile gidip dışarıda çıplak dolaşacağım. "Gidip dışarda çıplak dolaştım çünkü özgür olmak için yanıp tutuşuyordum" demek, "Gidip dışarda çıplak dolaşmadım çünkü utanıyordum" demek ile aynı şey. Sadece etmenin nasıl değiştine bir bakın. Hayır, hiç bir erek gütmüyorum bu eylemi kesinlikle etmensiz bir şekilde gerçekleştireceğim: "Hiçbir amaç gütmeden de gidip dışarda çıplak dolaşılabileceğini kanıtlamak için gittim ve dışarda çıplak dolaştım." Amaçsızca yaptığınız eylemin amacı amaçsız bir şey yapmaya çalışmaktı. Gördüğümüz gibi etmenlerden kaçamıyoruz, yani Spinoza'nın tanımını genişletirsek şöyle diyebiliriz: "Her zaman köleyiz." 

Peki ya bu etmenler? İşte ona kader diyoruz. Cicero şöyle der: "Her önerme (proposition) doğrudur veya yanlıştır. Eğer gelecek hakkındaki önermeler de doğru veya yanlışlarsa, bu doğru-yanlışların sebebi sonradan olacak şeyler olamaz, önceki olaylar olmalıdır. Eğer bu bir önerme için geçerliyse, her önerme, yani her olay için geçerlidir. Dolayısıyla olan her şey kaderdir."
Bu pasaj da Stoacıları tekrardan gözden geçirmeme sebep olacaktı. Ve aynı zamanda kendi kader tasavvurumu da.

Cicero burada objektivist bir yaklaşımla "önceki olaylar" ile aslında tözlere atıf yapmakta. Tözlerin değişmezliği yani "önceki olayların" önermelerin sonuçlarındaki belirlenimciliği de kaderin varlığını kaçınılmaz kılıyor. Fakat unutmayın, belirlenimler sebepler üzerinde, sonuçlar üzerinde değil. Yani hala isterseniz sokakta çıplak dolaşırsınız, isterseniz de çıplak dolaşmazsınız; karar veremeyeceğimiz şey bunu neden yaptığımız, yani tözler. O halde tanımımızı düzeltelim: "Köle olduğumuz sınırlar içerisinde özgürüz."

Üzgünüm, evren bizim onun olmasını istediğimiz şey değildir, evren neyse o'dur. En başında geri dönüp birtakım önkabullerim üzerinde çalıştığımı söylemiştim size. Bunu aslında gerçek anlamda özgür olmadığımızı fark ettiğimde yaşadığım çatışmalardan dolayı yaşadım. Çünkü bir kere yaşadığım coğrafyaya Sünni Teori'nin kazandırdığı bir Tanrı ve Kader tasavvuru var. Bu tasavvuru İlhami Güler, "Allah'ın Ahlakiliği Sorunu" adlı kitabında baya bir inceliyor. Ben kısaca konuyla alakalı noktaları paylaşmakla yetineceğim. Güler, topluma kazandırılan tasavvurun etkisini gözlemlemek için deyimler ve atasözlerin üzerinden bir inceleme yapıyor. Mesela şunlara bakalım:

Kadere karşı gelinmez.
Allah yazdıysa bozsun.
Kaderin cilvesi, kader kurbanı, kader mahkumu.
Kaderine küs.
Kadere karşı gelinmez.
Hikmetinden sual olunmaz.
Allah'ın işine karışılmaz.

Yine aynı şekilde, Türkler'in Müslüman olmadan önceki "felek" inancı da bu kader tasavvuruyla pekiştirilmiş ve aynileştirilmiştir:

Kambur felek.
Kahpe felek.
Felek, kimine mintan giydirir kimine yelek; kimine karpuz yedirir kimine kelek.

Bu Allah ve Kader tasavvularının eleştirisi ve hangi Osmanlı ekolünden topluma miras bırakıldığı, yine bu çalışmanın konusu. Bu tasavvurun peşi sıra bir anti-tez olarak geliştirilen ve eylemlere sonsuz özgürlüğü izafe eden bir anlayış var. Bu tez, müslüman (teist) ya da ateist fark etmeksizin savunulan bir tez. Bu tez teist paradigmada, Allah'ı gerektiği gibi takdir edememe ve Kuran'ı inceleyen zihnin inşasında çelişkiler yaratmakta. Kuran'da kaderin ne olduğunu anlamaya çalışıp bu özgürlük-kader incelemeleri bağlamında geldiğimiz nokta itibariyle ilişkilendirmeye çalışalım o halde.


Kader ("el-Kadr") kelimesi sözlükte bir şeyin sınırı, miktarı, ölçüsü demektir. Çok fazla uzatmadan şu nokta atışı ayetlere bakalım:
"Allah her şey için bir ölçü (kader) koymuştur." (65/3).
"Geceyi ve gündüz Allah takdir etmektedir." (73/20).
"O (her şeyin) biçimini, özelliğini ve süresini belirleyip (kaddera) hedefini gösterdi." (87/3).

İlhami Güler şöyle diyor:
"Rağıb Isfahani diyor ki: Allah'ın yarattığı mahlukat iki çeşittir. Biri, muayyen bir miktarda bir defada yaratılan ve hiçbir tedrici süreci olmayan varlıklardır; inorganik varlıklar buna örnektir. Diğer ise, belirli bir tedric ve süreç içinde yaratılıp son hedefine varan varlıklardır; organik varlıklar, hayvanlar ve bitkiler gibi. Bilimsel veriler ışığında kainatın tarihini göz önünde tutarsak, her türlü varlığın mukadder bir hareket, dinamizm, değişim ve evrim içinde olduğunu söyleyebiliriz:

'O ki her şeyi yarattı, düzene koydu ve hedefini gösterdi.'(87/2-3)

O halde kader, kainatın umumi kanunları, şeyleri kendi kılan kanun, onların varlıklarını devam ettirme ve yok olma kanunlarıdır. Peki insanın özgürlüğü bu 'kader'in içerisinde nerede duruyor? Bitkilerin hareketleri fiziki-kimyasal 'kader'e bağlıdır. Hayvanlar ise, tabii çevreye uyum sağlayabilen bir psişeye sahip belli itkilerle hareket eden canlılardır. İnsan ise canlıların en üst basamağı olarak bir 'ruh'a, çevresinin şuuruna sahip ve çevresi üzerinde tasarrufta bulunabilen, onu değiştiren, tercih yapabilen özgür bir varlıktır. O halde Kuran'da kullanılan 'kader' kavramı, insan özgürlüğünü yok eden, 'cebir' ve zorlama ile eş anlamlı değildir.
İnsanın özgürlüğünü kabul etmek, onun iradesinin belli kanunlar çevresinde oluşan tabiat olaylarının veya içinde yaşadığı toplumun tesirinde kalmayacağı anlamına gelmez. Özgürlük, bütün bu tesirlere rağmen insanın tabiat, tarih, toplum ve kendi beninin mümkün tesirlerine karşı direnme, karşı koyma ve bunları aşma gücüdür."

Şuana kadar yaptığımız tanımlamaların, Fazlur Rahman'ın, Major Themes of Qur'an'daki şu pasajındaki benzerliğine bir bakın:
"Kuran'an'daki 'kader' anlayışı, insan davranışları da dahil her şeyin önceden ilahi olarak takdir ve tespit edilmesi şeklinde yorumlanmıştır. Bunun, Kur'an'ın 'kader' anlayışının basit bir şekilde yanlış yorumu olduğu açıktır (nitekim bir çok Batılının İslam anlayışı bunun etkisi altında kalmıştır.). Aslında 'kader', 'ölçmek' demektir, ifade ettiği mana ise şudur: Yalnız Allah mutlak sonsuz olduğu halde, diğer bütün mahlukat yaratılmışlık damgası olan 'ölçülme' özelliğini taşır. Bu kabiliyetlerin alanı, insanda olduğu gibi çok geniş olabilse de onların bir sonu vardır. Kur'an bu kabiliyetlerin bizzat fiile dökülmelerinden bahsetmiyor; konu ettiği, bu kabiliyetlerin kendileridir. Allah bir şey yaratacağı zaman o şeyin kabiliyetlerini ve davranış kanunlarını mahiyeti içerisine yerleştirir. Böylece o şey, bir düzen içerisine girmiş olur ve alemde bir etken faktör durumuna gelir.
Evrendeki her şey mahiyeti içerisine yerleştirilmiş kanunlar çerçevesinde hareket ettiği, yani Allah'ın emrine doğrudan doğruya uyduğu için, tüm evren Müslümandır. Yani Allah'ın iradesine teslim olmuştur. Bu evrensel kanunun tek istisnası insandır. Çünkü Allah'ın emrine uyup uymamakta bir seçim yapabilme kabiliyeti kendisine verilen tek varlık odur."

Aslında kendi tanımına göre, insan da müslümandır, yani özü Tanrı tarafından belirlenmiştir; fakat insan varoluşu itibariyle müslüman değildir. Mahiyet yani öz içerisine yerleştirilen davranış kanunları yukarda bahsi geçen etmenlerdendir, ki Fazlur Rahman'da bunlar için etken faktör demiştir. Yine Kur'an'ın kader tanımında, "bahsedilen kabiliyetlerin bizzat fiile dökülmelerinden bahsetmiyor, fakat direkt bu kabiliyetlerin kendileridir" derken, sebep ve sonuçlar arasındaki yaptığımız ayrımın altını çiziyor. Yani bu sebepler kaderdir, fakat sonuçlar değil.

Son olarak Muhammed İkbal'in de benzer yorumuna bakalım:
"Kader olarak kabul edilen zaman, şeylerin gerçek özünü teşkil eder. Kur'an'da buyrulduğu gibi: 'Allah her şeyi yarattı ve kaderini tayin etti'. Demek ki, bir şeyin kaderi, bir efendi gibi ona dışarıdan emir veren katı yürekli bir kaderin etkisi değil; o şeyin iç yeteneğidir, yani tabiatın derinliklerinde bulunan kabiliyetlerin aktüelleşme imkanı vardır ve dışarıdan herhangi bir baskı olmadan sırasıyla gerçekleşebilir, fiiliyata geçebilir. Böylece sürenin organik bütünlüğü mutlak hakikatin rahminde olgunlaşmış gelişmelerin olduğu gibi, kum saatinin kum taneleri gibi teker teker düşerler demek değildir. Eğer zaman gerçekse ve şuurlu tecrübeyi bir vehim haline koyan ve birbirine benzer saniyelerin sadece tekerrüründen ibaret değilse; o halde, Mutlak Hakikat'in hayatındaki her saniye orijinal, gerçek, mutlak surette yeni ve önceden tahmin edilmeyen durumları meydana getirir. Kuran-ı Kerim : 'O'nu her an yeni bir iş meşgul eder.' diyor. 'Gerçekte her yaratıcı faaliyet, özgür bir faaliyettir. Yaradılış, mekanik hareketin karakteristik özelliği olan tekrarın zıddıdır." 


Şeylerin iç yeteneği, yani özleri farklı sonuçların aktüelleşebilmeleri imkanını sunar. O halde İslami paradigmayı da işin içine kattığımızda, sözgelimi etmenlerin belirlenimcisine Tanrı'yı ve bir belirlenim ereğini eklemiş bulunuyoruz. Yani, var olan etmenlerin örüntü ve kurallılığından da faydanalarak, bu etmenlere kendilerinin bir amaç taşımaları ve Tanrı'nın planına hizmet ereği ile Tanrı tarafından tasarlanmış olmaları sebebiyle kader dedik. O halde tanımımızı en son şöyle değiştirebiliriz: "Tanrı tarafından, özgürlüğe mahkumuz."

Gerçekten de, existansiyalist Sarte'nin dediği gibi özgürlüğe mahkumuz. Şöyle diyor:
“Aslında, eylemimi canlandıran güdülerin bilincinde olduğum olgusuyla, bu güdüler çoktan bilincim için aşkınsal nesnelerdir, dışarıdadırlar; faydasızca onlara yapışmaya çalışacak mıyım; varoluşumla ondan kurtuluyorum. Her zaman özümün ötesinde, eylemimin nedenlerinin ve dürtülerinin ötesinde varolmaya mahkumum; özgür olmaya mahkumum. Bu, özgürlüğüme kendisinden başka sınırlar bulunamayacağını veya özgür olmaktan vazgeçmekte özgür olmadığımız anlamına gelir.” (Varlık ve Hiç, sf. 128)

Eylemimi canlandıran güdüler aşkınsal nesneler değil, içkinsel nesnelerdir. Sarte "varoluş, özden önce gelir" der. O halde elbette tüm nesneleri insana aşkın kılması normaldir. Fakat işin içinde Tanrı olmadan kendini mahkum ettiği özgürlük tanımının problemleri var. Örneğin burada, etmenlere aşkın dese dahi, onlara yapışmaktan kaçtığı takdirde, varoluşuyla onlardan kurtulduğu anda özgür olduğunu söyler. Bu negatif bir tanım. Yani özgürlük tanımının sınırlarını belirleyen şeyler bu etmenler/güdüler. Onlara yapışmadığı, onlardan kaçtığı takdirde özgür kılıyor kendini. Bu, Rousseau'nun politik düzlemde tanımladığı özgürlük bağlamındaki negatif özgürlük tanımına benziyor aslında biraz. Rousseau -politik bağlamda- tanımlayabildiğimiz özgürlük kavramını normatif kural ve baskılara tepki olarak tanımlayabileceğimizden bu tanımın doğal durumdaki özgürlük kavramından farklı olduğu söyler. Mesela şöyle örnek vereyim: İnsan öldürmek toplumlarda yasaklanmıştır, o halde özgür olmak kavramı içinde insan öldürebilmeyi de kapsar. Bu Rousseau'nın kızdığı şey oluyor işte. Toplum sana insan öldürmeyi yasakladığı için -ki bu normatif kural ve baskılardan oluyor- sen doğal durumundaki özgürlük tanımının içine insan öldürebilmeyi katıyorsun, oysa sana kimse insan öldürme demeseydi, bunu düşünmezdin bile. Bu yüzden; toplumdaki insanın kirlenmiş olduğunu düşündüğü için, tasarladığı yasa koyucu öğretmen sadece yeni doğan insanlara odaklıdır. Demek istediğim şey, Sartre'nin özgürlük tanımının tıpkı buna benzer negatif bir özgürlük tanımı olması. Özgürlüğün tanımında, özgürsüzlüğün sınırlarının çizilmiş olması o tanımını "özgürsüz" kılıyor. Üstelik bu aşkın güdülerin, aktüelleşme esnasında insanın muhakeme sürecine nereden gelip de müdahil olabildikleri de merak konusu. Yine tanım itibariyle bile bir çelişki yaratıyor gibi geliyor bana bu cümle. Eğer varoluş, gerçekten öz'den önce geliyorsa, o halde varoluş'un özünde, öz'den önce gelmek gibi bir nitelik/güdüm var. Paradigması çelişkilerle dolu, hunharca saldırmamın sebebi varoluşçu felsefeyi sevmemem ya da Tanrı'ya atıf yapmıyor olması değil. Varoluşçu felsefeyi sevmiyorum ama yine de Sartre'yi severim. Çünkü bugüne kadar Nobel Edebiyat Ödülünü reddeden tek isim o. Hatta Nobel ödüllerini ağır bir şekilde eleştirmiş, Nobel Ödülü'nün politik bir anlayışla verildiğini söylemiştir. Hiçbir felsefede uyuşmasak bile sadece bir filozof olduğu için, yani düşünen birisi olduğu için bile severim. Neyse sonuç itibariyle öz, varoluşdan önce gelir ve Tanrı tarafından, özgürlüğe mahkumuz.

Vargop Argümanı

1) Varoluş, özden önce gelir.
2) Varoluş'un özünde, özden önce gelmek vardır. (1'den)
3) Varoluş'un özden önce gelmesi çelişki doğurur. (1 ve 2'den)

Ya da şöyle de yazılabilir:

1) İnsan, en başında özelliksizdir. (Özü yoktur.)
2) İnsan, özelliğini kendi belirler. (Varoluşuyla özünü meydana getirir.)
3) İnsanın özelliği, özelliğini kendi belirlemesidir. (2'den)
4) Varoluş'un özden önce gelmesi çelişki doğurur.


Size kısaca, bir kavramdan bahsetmek istiyorum tüm bu yazdıklarıma ek olarak: "Opus". Bu kavramın gerçek hali küfürlü bir şey aslında. Bir arkadaşla bu kavramı ilk defa tanımlarken öyle tanımlamıştık ama burada küfürden arındırdım. Her neyse işte, "opus" dünyamızda var olmayan bir duygu, fakat onu kavram olarak adlandırdığım için yine ona pek çok nitelik kazandırmış oldum. Örneğin üzgün hissetmek diye bir şey vardır ya da sevinçli hissetmek gibi. İşte "opus" da belki hissedebileceğimiz bir duygu. Fakat dediğim gibi böyle bir duygu yok. Aslında ona "duygu" bile demek istemiyorum, çünkü her ne kadar bu dünyaya ait olmasa da, onu size anlatabilmem için, "belki olsaydı böyle bir şey olabilirdi" diyerek onu sınırlamak zorunda kaldım. Fakat işin garibi, artık ne olabileceğine dair fikir edindiğimize göre bu analojiyi unutun diyemiyorum size. Yine de unutun ama. Eğer şuanda harbiden Sartre gibi eveleyip geveliyorsam, bu bilin ki "opus" gibi bir kavramı özgürlük sınırlarım dışında tanımlayamamaktan, ya da o sınırların dışında bir şeyi idrak edememekten ve anlatamamaktan kaynaklanıyordur. "opus", tek boynuzlu at gibi bir şey değil. Yani bu dünyada karşılığı olmadan da hayal edebileceğim bir şey değil demek istiyorum. O öylesine bir şey ki, ona o bu dünyadan değil demek istediğimde aslında onu, onun için kullanabileceğim tüm sıfatlardan feragat etmiş oldum. Ona, o bu dünyadan değil demek bile işimi çok zorlaştırdı. Çünkü yine sıfırdan tanımlamak istediğim bir şeyi, ancak bana öğretilen ve bildiğim sınırların dışında olduğunu söyleyerek, yani bu dünyadan değil diğerek tanımlamaya çalıştım. Bu dahi, onu ne kadar sıfırdan, hiçbir şeyden esinlenerek tanımlayacağımı gösteriyordu. Sonuçta, tüm bu şeyler gösteriyordu ki, ben bana verilen neyse o'yum. Kavramlarım, düşüncelerim ve idrak alanım özümdedir.


Şuana kadar tartışılan özgürlük analizinde, özgürlüğü ontolojik bağlamda incelemeye çalıştım. Marx, Rousseu ve aralarında en çok sevdiğim Thomas Hobbes gibi düşünürlerin de fikirlerinin bulunduğu toplumsal özgürlük konusu da farklı ve tartışılmaya değer bir konu. Özgür olmanın üzerine gerçekten düşününce çevremizdeki insanların özgürlük tanımının içinin ne kadar boş olduğunu daha çok fark ediyorum. Sahip oldukları, slogan düşüncelerden beslenen bir özgürlük kavramı. Bu belirsiz tanımlar, celbedilmiş söz yitimine uğrayan, politik doğrucu cümlelerin yaldızları. Fakat işin ironisi de kendilerini bu tanımlara göre özgür olarak tanımlayan insanlar, bu tanımların güdümlü oluşları itibariyle ne kadar da özgür olmadıklarından habersiz. Neyse, benden bu kadar. Kendinize iyi bakın.


"Özgürlüğe giden yol özgürsüzlüğümüzle yüzleşmektir."     





1 yorum:

  1. Egitim ve sınavlarda gelinen nokta çok acı 

    tus forumlarında “...Bundan 7-8 kadar yıl önceydi. 5-6 defa girdiğim ÜDS lerden 50-60 arası alıp duruyordum. Meşhur bir TUS dersanesinin Meşhur bir sahibi -ki iyi İngilizce bilmesi ile de tanınır- yerime ÜDS ye girebileceğini söyledi. "Sen de sarışın gözlüklüsün ben de, kimse anlamaz bile, ben böyle çok kişiye ÜDS-KPDS kazandırttım" dedi. Tabi teklifini "bütün akademik hayatımı b.k çukurunun üzerine bina edemem" diyerek reddettim. 1-2 sınav daha sürünüp kendim 71'imi aldım. Eğer yakalanırsa "sevgili JOKER abimin" aleyhine tanıklık ederim. Allah islah etsin, bir adamın her işi mi YAMUK olur ya?”

    http://www.stetuskop.com/showthread.php?t=4964&page=62
    http://www.stetuskop.com/showthread.php?t=10037
    http://www.stetuskop.com/showthread.php?t=4309
    http://www.stetuskop.com/showthread.php?t=9306
    Ateş olmayan yerden duman çıkar mı
     bundan çıkan anlatılan ve ya kanaatimize göre anlatılmayandan hissedilen anlam tusdata hazırlık dersanesinin paralel yapi feto Fethullah Gülen cemaatine genç klinisyenler yapılanması içinde herkesten farklı özel ve çok fazla kontenjan ayırdığı ve iyilik yapmak icin ücretsiz aldığı kişisel verileri yasadışı kaydettiği yani fişleme yaptığı.. tusdata ve veya uz.dr sami selçukbiricik in sponsoru olduğu drtus.com tus forumunda övünme ve güç gösterisi olarak anlatılan ösym den bilgi sızdırmalarını, ilişkilerini, bağlantılarını, görüşmelerini  maddi güç ve fethullah gülen fetö paralel yapı veya başka bir cemaat örgüt yapı bağlantısı olmadan nasıl yapılabileceği şayanı hayret bir konu olarak şüpheleri celbetmekte haklıdır tusdata ve veya sahibi uz.dr. sami selçukbiricik iddia edildigi gibi feto paralel fethullah gülen mensubu mudur iskenderpaşa hakyol mensubu mudur bilinmez ve böyle olsa da olmasa da özkaya özel hayatı kendi tercihidir bu kısmına  saygı duyulmalı ancak ilişkiler ağı Ağacın Kurdu kitabındaki gibi rahatsız edici giriftlikte.. Bu arada ösym nin sınava başkasının yerine girdiği tespit edilen tus Dersanesi sahibi ifadesiyle bu kişinin kamu oyunun anladığı kişinin büyük ihtimalle uz Dr Sami selçukbiricik olduğu kanaati oluşuyor. Ösym nin ve uzman doktor sami selçukbiricik in de açıklama ve videolarında net bir aksi beyanı yok ..soruşturmaların akamete uğraması bu ortamda bu bağlantılarla ve tusdata dusdata maddi sponsorluğunda yayın yapan Drtus.com tus/dus/eus forum sitesi moderatörlerinin ösym ve yök te tanıdıkları olduğu ve maddi gücü fazla olduğu icin ösym de yök te sağlık bakanlığında muhatap kabul ediliyor itibar görüyor beyanları zaten malumun ilanı beklenen bir durum .
    ÖSYM kampanyaları ile bir yandan tusdata bir yandan STV ve zaman gazetesi bir yandan taraf gazetesi ile ÖSYM'nin şifre ve hatalı soru ve sınavlarla gündeme gelirken kpss, ve polis hakim avukat savcı sınavları yolsuzluğunun unutturulduğu gündemin ösym ciddiyetsizliğiyle yaptığı hatalı sorular üzerinden kampanyalarla her sınav döneminde ösym yolsuzluğu gündeminin değiştirilip kpss sınavı ve diğer sınav soru çalmalarının ve zaman aşımı türü örtbaslarin siyasette milletvekilleri ,ÖSYM ve YÖK ' teki kirli bağlantıları ve irtibatlı kişileri ali veli halil bilal isa musa sema esma ayşe fatma fatih burhan nurhan orhan muharrem mükerrem naim saim rabia safiye nazife hafize binnur zinnur rahmi rahim adları adresi neyse her kimse kimdir bunlar ayıklanmadığı gerçeğinin örtüldüğü sürece . .
     seffaf olmasi gereken kurumların  kanser gibi hasta hastalıklı hayatı enfekte eşi görülmemiş bir iletişim ve ilişki zinciri değil mi
    Her sınavda sorular alındı mı çalındı mi sızdı mi sızdırıldı mi kaygısı yersiz Mi?

    YanıtlaSil