Tanrı'nın Görünmez Eli


Modern Ekonomi'nin kurucusu Adam Smith'in Görünmez El Teorisi vardır. Sistemin taraflarında bulunan kişisel çıkarların, bu liberal ekonominin işleyişine olan muazzam katkısını ele alır bu teori. İktisattaki bu teoriyi, biraz daha genel bir kuram haline getirmek istiyorum bu yazıda. Zira ekonomideki bu fenomen, insandaki bencilliğin erdeminin ekonomiye yansımasıdır yalnızca.


Görünmez El Teorisine, bu El'e nasıl kendi ellerimizle müdahale ettiğimizden bahsederek şu yazıda değinmiştim. Yine de kısaca bir hatırlayalım. Adam Smith'in Görünmez El Kuramı şöyle der: Kişisel mutluluklar için yapılan kararlar topluma planlanmamış sosyal fayda sağlar. Üstelik bu planlanmamış sosyal fayda, planlanmış olduğu takdirdeki getireceği faydadan daha fazladır. Şu alıntıyı tekrar yapmak istiyorum: "İnsanın hemen her zaman kendi hemcinslerinin yardımına ihtiyacı vardır ve bu yardımı sadece onların cömertliğine bağlı olarak beklerse, eli boş kalır. Kendine yarar sağlayacak bir biçimde onların bencilliğine seslenirse ve kendisinin onlardan istediğini yerine getirmenin onların da çıkarına olduğunu gösterebilirse, başarılı olma şansı yüksek olacaktır. Bir başkası ile alış-veriş yapmak isteyen her kimse böyle davranmak durumundadır. Tüm bu önerilerin anlamı, benim istediğimi bana ver, buna karşılık sen de bendeki istediğine kavuş, biçimindedir; ihtiyaç duyduğumuz yardımların büyük bir kısmına böylece kavuşmuş oluruz. Yemeğimizi kasabın, biracının ya da fırıncının yardımseverliğinden dolayı değil, onların kendi çıkarlarını gözetmeleri nedeniyle elde ederiz. Onların insancıllıklarına değil, bencilliklerine sesleniriz ve hiçbir zaman kendi ihtiyaçlarımızdan değil, onların kazançlarından söz ederiz. Her birey sürekli olarak sahip olduğu sermayeyi en yararlı biçimde kullanmanın yollarını arar. Göz önüne aldığı bu yarar, toplumun değil onun kendi yararıdır. Ancak bireyin kendi yararını gözetmesi, zorunlu olarak toplum için en iyi kullanımı tercih etmesine yol açar. Kendi çıkarını amaçlayan bireyi görünmez bir el, hiç amaçlamadığı bir sonuca yönlendirir. Birey kendi çıkarı peşinde olmak suretiyle, hiç amaçlamadığı halde toplumun çıkarını da, gerçekten toplumun çıkarı peşinde olsaydı arttıracağından daha fazla, arttırır."[1] Çıkarlarımız doğrultusunda istediğimiz bir şeyi satın almamız; dağıtıcı, üretici ve satıcının çıkarına hizmet eder. Herkesin kendi çıkarını düşünüp de herkesin fayda sağladığı bu sistemde Görünmez El'in müdahalesi vardır. Elbette söz konusu bencil davranışlar yine bencil kelimesinin alışılmış kötü tabirinden uzaktır; ve nazaran daha temiz davranışlardır. Birisinin hayatta kalabilmek için, kendi çıkarlarını göz etmesi moral açıdan bir ahlaksızlık değildir. Asıl ahlaksızlıklar kendi çıkarlarını nelerin -başkalarının çıkarlarının kösteklendiği temeller- üzerine inşa ettiği takdirde değerlendirilir. Ne ki, şuanda konumuz açısından bununla ilgilenmiyoruz. Söz gelimi bencil davranışlardan kasıt nacizane, masum insan fıtrat ürünü bilişsel bencilliklerdir. Bu noktada bir tümevarım ile bu kuramı sisteme mal etmek istiyorum.

Görünen o ki, liberal ekonomideki Görünmez El müdahalesi, gerçekten, kişilerin bencilliklerine  hitap eden ve her nasılsa herkese fayda sağlayan bir müdahaleden söz eder. Buradan davranışlarımızdaki bencilliğe atlamak istiyorum. Sosyalizm ve Yabancılaşma yazısında da değinmiş olduğum bencilliğin erdemi, içimizdeki "mutluluk istenci"nin dürtüleridir. Bir başkasına yardım etmenin, fedakarlık yapmanın mevzubahis olduğu bir takım eylemlerde bile, yapılan bu iyilik sonucu bireyin iyi ve mutlu hissettiği; dolayısıyla bu eylemlerde bile bencilliğimize hitap ettiğimiz gerçeği de kaçınılmazdır. İşte buradaki bencillik öylesine bir şeydir ki, tıpkı Görünmez El'deki gibi herkesin mutluluğuna fayda sağlar. Sadece küçük bir fark vardır: Çıkış noktası. Görünmez El'de çıkış noktası kendimizi gözetmektedir, ardında da istemeden diğer kişilerin çıkarı tatmin bulur. Ahlaki davranışlarda çıkış noktası yardım etmektir, yani diğer kişilerin çıkarıdır; ardından da istemeden kendimizi gözetmiş oluruz. Fakat ahlaki davranışlarımızda çıkış noktası bazen esneyebilir. Bu konuya açıklık getirmek için Hz. Muhammed'e atıf yapılan bir hadisi referans vermek istiyorum. Şöyle aktarılır: Bir gün, sahabelerden birisi Peygamber'e şu soruyu iletir: Allah'ın Resulü, ya o iyilik yapacağımız kişi yapacağımız iyiliği hak etmiyorsa? Hz. Muhammed şöyle buyurur: Ama sen o iyiliği hak ediyorsun. Hadisin doğru olup olmaması bir yana, anafikirin çok hoş olduğunu düşünüyorum. İşte ahlaki eylemlerimizin çıkış noktasındaki esneklik de bu noktada kendini belli ediyor. Hepsinde mutluluk istencimize -bencilliğimize- hitap ediyor olsak da, bazen bunu bilinçli olarak gözetmeyiz; ilaveten bu hadisde de olduğu gibi bazen de sırf çıkış noktası olarak mutlu olmayı hedef alarak kendimiz için yaparız. Fakat ne olursa olsun bu eylem hem kişiye hem de iyilik yapılan kişiye fayda sağlar. Üstüne üstlük bunlar da yetmiyormuş gibi, İslam'ın kurduğu eskatolojik anlayışta yine kişiye fayda sağlar. Yani Yaratıcı'nın -hayattaki en önemli şeyin- memnuniyetini kazanmak arzusu ve yahut ödül mekanizması da kişiye olan faydalardandır. İşte böylesine dizayn edilen bir sistem, iyilik yapılan kişinin kazancı bir yana, iyilik yapan kişinin psikolojik olarak ve eskatolojik-teolojik öğretide kazanç sağlaması, herkesin kazandığı -sanki Görünmez El'in müdahalesi bulunan- Tanrı'nın Mükemmel Sistemi'dir. Bazı insanlar İslam'ın sadece -eskatolojik çıkara- ölümden sonrası yaşamı gözeten bir öğreti olduğu savunurlar. Fakat İslam insana bu dünyada da mutlu olmak(burada mutluluk olmak ile -hedonistik- sahte hazlar kast edilmemektedir) için bir yol sunar. Nitekim söz edilen Tanrı'nın Mükemmel Sistemi'nde -eskatalojik motivasyon- ahiret sonrası yaşam, iyilik yapan kişi için sunulan motivasyonlardan sadece bir tanesidir. Bu sistemde -iyilik yapan- insan, kendi çıkarını gözetmezken kendi çıkarını, gerçekten kendi çıkarınının peşinde olduğu taktirde arttıracağından daha fazla arttırır. Sistemi mükemmel kılan şey işte budur. Bu sistemi mükemmel kılan Tanrı'nın Görünmez Eli'dir. Ve ancak böylesine mükemmel bir sistemin açıklanması için bir Tanrı'ya ihtiyaç olacağı gibi, Tanrı'nın yarattığı bir evrenin de bu kadar mükemmel olma zorunluluğu vardır.



Not: Bu yazı için bana ilham veren sevgili hocama teşekkür ederim. :)                     


Kaynakça

[1] Prof. Dr. Erdal M. Ünsal - Mikro İktisada Giriş

İbadetler Üzerine Felsefe

Selam Laedri. Bugün ibadetler ve maksatları hakkında biraz konuşmak istiyorum. Aslında bu yazıyı yazmayı Ramazan ayında planlamıştım. Yani Ramazan ayı içinde yazacaktım ama nasip olmadı. Daha doğrusu üşendim. Umarım Ramazan'daki o duygu ve farkındalık şu anda içimde zuhur eder de güzel bir şekilde anlatabilirim düşündüklerimi. İbadet denilince herkes ne denilmek istendiğini az çok anlar. İbadet sözlükte tanrının buyruklarını yerine getirme,saygıyla tanrıya yönelme, tapma olarak geçer. İslam açısından bakmak için Kuran'daki ibadet kelimesine yöneldiğimizde ise çok farklı bir anlam ile karşılaşmayız. Kuran'da da tapmak, boyun eğmek, itaat etmek, birine bağlanıp ondan ayrılamamak gibi anlamlara gelmektedir. İbadet kulun Allah'a karşı olan sevgi,saygı ve bağlılığını gösteren duygu,düşünce ve davranış biçimleri için kullanılan bir terimdir. İbadet dinlerin öğretilerinin bir parçasıdır. İbadet bir müslüman için ne kadar önemli olsa da Kuran'da ahlaklı ve erdemli olmak ibadetlerden daha çok vurgulanmaktadır ama bu demek değildir ki ibadetler ahlak ve erdemden bağımsızdır. İbadetin kendisi, ibadetin maksatı olmadığı için ibadetler de ahlak ve erdemin içerisinde bulunmaktadır. Birbirlerinin -en azından islam dini için-tamamlayıcısıdır. İşte bu tamamlayıcı olma noktasında insanın aklına takılan sorular şunlar olmaktadır; namazı yatıp kalkmadan daha doğrusu birkaç garip hareket ve ısınma egzersizlerinden, orucu aç kalmaktan, zekatı zengin hali vakti yerinde olan insanların diğerlerine(örneğin kafeye gittiğinde garsona) verdiği bahşişten, kurbanı günde yüzlerce kesim ve dağıtımını yapan fabrikalardan ya da Hac'ı kültürel bir seyehattan ayıran nedir ? Eğer amaç sadece ibadetleri belli kalıplarda ve yalnızca Allah'ın o ritüeli yapmamızı istediği için yapmak ise ibadetlerin bize katkısı yukarıda bahsedilen ayrımı yapılamayan durumlardan farksız olacaktır. İbadetin var olmasının en temel nedeni ibadet edilmeye layık olan bir tanrının var olmasından kaynaklanmaktadır. Burada konu tanrının var olup olmaması olmadığı için o tartışmaya girmeyeceğim ama bir tanrı varsa özellikleri mükemmeliyeti toplayacak biçimdedir ve zatı itibariyle mükemmeldir. Ondan daha mükemmeli düşünülemez. Aynı zamanda bu tanrının vasıflarından biri de ibadete layık olmasıdır. İbadet genel olarak ele alındığında genelde dini bir terim olarak karşımıza çıkmakta ve felsefesini yapmak belli ölçüde zorlaşmaktadır. O yüzdendir, şimdi ibadetin kapsamı içine giren kavramların amaçları üzerine belli düşünceler belirteceğim ve bunu İslam'daki ibadetlerden yola çıkarak yapacağım. Her gün, her an karşımıza çıkma olasılığı en yüksek olan ibadet tabii ki namazdır. Günde belirli vakitlerde yapılması emrolunduğu için kendisi kılmayan kişi dahi etrafında kılan insanlara rastlamaktadır. Görüntü itibari ile rastlanmasa da çok seküler bir topluluğun içinde yaşamıyorsanız(belirli zamanlarda) muhabbet esnasında namaz ile karşılaşmanız pek düşük bir olasılık değildir ama buna rağmen namazın bize ne ifade ettiğini neyi anlatmak istediğini daha doğrusu bizle ne yapmak istediğini bilemiyoruz. Namaz, en çocuksu hislerimizle yaklaştığımız zaman aslında bir şükür ve teşekkürdür. Evet doğru, şükür ve teşekkür dua ile edilir ama namaz yapılışı itibariyle Allah ile konuşma onu anmadır ve bir duadır. ''Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et; beni anmak için namaz kıl''(taha 14). Namazın gün içinde belirli vakitlerde icra edilmesi aslında bize nedeniyle ilgili de bir ipucu vermektedir. Bize bir şeyler hatırlatmak istediği çok açık. Peki neler hatırlatmak istiyor ? İşte bunun cevabını bilebilmek için namazın bizle ne konuştuğunu anlamamız gerekiyor. Ne yazık ki arapça konuştuğu için onu anlayamıyoruz. Bir an için kendi dilimizde bizimle konuştuğunu veyahut konuştu arapçanın türkçesini bildiğimizi düşünelim. Hem kültürel hem dini anlamda yüzlerce yıldır süregelmiştir. Namaz bize en çok fatiha suresi adı verilen duayı okumaktadır.

1. Rahmân (ve) rahîm (olan) Allah'ın adıyla.
2. Hamd (övme ve övülme), âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.
3. O, rahmândır ve rahîmdir.
4. Ceza gününün mâlikidir.
5. (Rabbimiz !) Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız.
6. Bize doğru yolu göster.
7. Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil!

Namaz bize Allah'ın gösterdiği şekilde nasıl dua edilmesi gerektiğini söyler, namaz bize ölümü hatırlatır. Bu dünyada yapmış olduklarımızın, yerine getirmediğimiz ahlaki sorumluluklarımızın bir karşılığı olduğunu söyler. Allah'ı ve bizi tanıtır bize. Allah'ın merhametinden ve çetin azabından bahseder. Namaz bizi uyarır. Kalk der ey insan kalk. Yatmış olduğun yerden kalk. Bu dünya senin rüşdünü ispatlamak için tek şansın. Namaz doğru yolu aramamıza ve o yolda yürümeye bizi motive eder. Eğer o yolda yürürsek arkamızda alemlerin Rabbi olan Allah olduğunu bu dünyada başka da kimseye muhtaç olmadığımızı anlatmaya çalışır. Peki biz hızlı hızlı sureleri okuyup, Allah ile konuşurken namazın bize ne anlattığına hiç kulak veriyor muyuz ? Aslında namaz sözcüğü dilimize farsçadan geçmiştir. Namaz mecusilerin ateşin önünde saygıyla eğilmek anlamında kullandığı sözcüktür. Kuran'da namaz diye kastettiğimiz sözcük salattır. Salat; desteklemek bağ kurmak, dua, ilişki gibi anlamlara gelmektedir. Her salat namaz anlamında değildir. toplumu desteklemek anlamında da kullanılır ve bu genelde yanında zekat geçtiğinde bu anlama gelmektedir. Salat(yani namaz) uygulanmasındaki hareketleri itibariyle de bize bir şeyler anlatmaktadır. Öncelikle şu soruya bir açıklık getireyim. ''Neden namaz bu şekilde yapılıyor'' ? Bu soru namaz başka şekilde kılınsaydı da gelirdi yani hiçbir zaman bitmez. Eğer sadece düşünme ile ya da konuşma ile sınırlı olsaydı bile oturarak ya da herhangi bir pozisyonda yapılacaktı. Tabii ki belli bir kalıba girmeyecekti ama o kalıptaki hareketlerden farksızda olmayacaktı. Ayrıyetten bunun belli bir kalıba sahip olmasının da farklı anlamları olabilir. Rüku boyun eğmek anlamına gelmektedir ve gerçekten de sözün karşılığı olan harekette boyun eğmedir. Secde zaten kabul edilen mutlak gücün karşısında en aciz biçime bürünmedir. Namazın bize gösterdiği şey sözlerin ifade edilmesinde beden ile birliktelik oluşturulması ve kabul edilen mutlak irade karşısında acziyeti anlayıp saygı ile eğilme ve onu yüceltip şükürde, istekte bulunmadır. Davranışlar inançlardan doğar. İnsanların inançları düşünceleri davranışlarını belirler. Descartes bir insanın gerçekten ne düşündüğünü öğrenmek istiyorsanız ne söylediğine değil ne yaptığına bakın demiştir. Güzel bir tespit. Namaz düşüncelerin davranışa geçirilmesi ve bu şekilde hissiyatın ve alınan tatmin edici duygunun en son noktalarına çıkılmasıdır. Bu sözleri davranışa geçirme ise bahsettiğimiz şeylerin  daha doğrusu namazın bize bahsettiği şeylerin daha çok akılda kalmasına yardım etmektedir. İnançlar davranışları etkilediği gibi davranışlarımız da inançlarımızı, düşüncelerimizi etkilemektedir. İnancımız ibaDetlerimizi sürekli kılarken ibadetlerimiz inancımızı diri ve ve kuvvetli kılmaktadır çünkü sözü pratiğe aktarabilmemizi sağlarlar. Hem ben beni hiç iken var edip sahip olduğum her şeyi ve sahip olabilmeme ihtimal veren benliğimi veren Rabbim karşısında neden boyun eğip secde etmeyecekmişim ! İnsan bu dünyada ufacık bir menfaati için önüne gelene şükredebiliyorken bunca teşekkür edilecek şey içinde Rabbine secde etmeyi çok mu görüyor ! ''Bana ne olmuş ki, beni yaratana ibadet etmeyecekmişim! Halbuki, hepiniz O'na döndürüleceksiniz''(Ysin 22). Bu sözlerim secde etmeyen insanlardan çok daha fazlasıyla secde edilmesini anlayamayan/anlamsız bulan insanlaradır. ''Tanrı'nın bizim namazımıza, ibadetimize mi ihtiyacı var neden istiyor'' ? sorusuna ise şu şekilde yaklaşmayı uygun ve sevimli buluyorum. Hatırlayın okuldayken kurabiye gibi bir şeyle sınıfınızın çevresinde dolanırken etrafınıza dolaşan arkadaşlarınızı. Onlara kurabiyenizden verdiğiniz ya da tam tersi durumda sizin birinin kurabiyesini aldığınız durumda karşıdakine teşekkür etmeniz/teşekkür edilmesi ahlaken iyi bir davranıştır. Annemiz babamız da kötü bir şey yapınca özür dilememizi iyi bir şey yapıldığında ise teşekkür etmemizi bize öğütler. Allah da zatı itibariyle sırf iyi bir varlık olduğu ve bize yapılması ahlaken iyi olan davranışları öğütlenmesi iyi olduğu ve öğütlediği için ibadet edilmesini bize öğütlemesi ve emretmesi de anlaşılamayacak bir şey değildir. Yani bu tanrının kibirli olduğunu göstermez. Hem bir şeyi istemek o şeye ihtiyacı olduğu anlamına da gelmez. Çok basit şekliyle, doktorun hastadan belli ilaçları kullanmasını istemesi aslında bir rica değil yapılması gerekli olan şeyi bildirmedir. Hiçbir bahçivan güllerini solması için ekmez yani psikolojik sorunları yoksa veya bilim adamı bir bahçivan değilse :) Tanrı da kullarını cezalandırmak için yaratmaz. İyi olan tanrı onların doğru yola ulaşmak için hakikatın kaynağına ve saf iyiliğin merkezine dönmesi gerektiğini bilir. Bu yüzden insanlara ibadet edilmesi gerektiğini bildirir çünkü ibadetler bizi aracısız bir şekilde hakikate yönlendirir ve kalbimize baharı getirir. İnsanların ibadetten anladığı şey samimiyetine, ibadetteki niyetine, dini anlamdaki bilgisi ve farkındalığına göre farklılık gösterir. Dini ve ibadetlerinin üzerine düşünen insanların ibadetten anladığı şey tabii ki çok daha derin ve etkileyici olabilmektedir çünkü insan bildiği ve hissettiği zaman (sadece bilmek yetmez) ibadetleri sırf sorumluluklarını yerine getirmiş olmak için yapmaz. İnsanlar ibadetleri yapmakla kalmaz, ibadetler bizi insan yaparsa işte o zaman ibadetin maksadına ulaşılmış olur. Namaz denilince yanında akla gelmezse gelmez olan bir de oruç vardır. Oruç ne için tutulur sorusunu insanlar en çok oruç yaz vaktine gelince soruyorlar :) Soru sormak güzel tabii ama bu soruya bir de oruç yoksul durumdaki insanların halinden anlamak için tutulur diyip konuyu kestirip atan cevaplar çok yaygın. Oruç hali vakti yerinde olan veya orta seviyedeki yoksul, aç olmayan insanlar için açların halinden anlamak da olabilir. Bu çok güzel bir farkındalıktır hele ki fiiliyata dönüştürülürse ama orucu sadece buna indirgemek oruca ayıp etmektir. Oruç en temelde Allah emrettiği için tutulur yani kim Rab kim kul bunun bilincine varmaktır.Aslında bütün ibadetler temelinde kim Rab kim kul bunun bilincine varmadır. Oruç bir sınavdır, bir acı çekmedir ve bir fedakarlıktır. İnsan sevdikleri için acı çekmeye katlanabilir. Allah'a olan sevgiyi gösterebilmek, rüştünü ispat edebilmektir oruç. Oruç sabrı bilmek ve tefekküre yönelmektir. Günlük hayatta kendimizi o kadar kaptırıp sahip olduğumuzu düşündüğümüz onlarca şeyin aslında sahibi olmadığımızı anlamaktır. Onlara ulaşabilecekken kendini tutup bunu niye yaptığını düşünmektir. Mülkün geçici olduğunu fark etmektir. Oruç her daim (doğal olarak) etkisi altında bulunduğumuz içgüdülerimizi dizginlemek ve ahlâkımızı öne çıkarabilmektir. Oruç insanın insan olduğunu hatırlamasıdır. Kuran'a bakarsak Hz. Meryem'in tutmuş olduğu susma orucundan bahsedilir. Peki ya susma nedir ? İnsan susarken konuşamaz mı ? İnsan susarken de konuşur aslında. İşte insan dışarıya sustuğu zaman kendi içinde konuşmasına düşünme diyoruz. Kendimizi hiç, çevremizde olup biten, hızla akıp giden, birbirine çarpıp duran onca şey içinde yalnız ve tek başımıza hissettiğimiz olmadı mı ? Olmadıysa bile hayal edebiliriz. Biz bir curcunanın içinde yaşam mücadelesi veren, nefes almaya çalışan insanlarız. Kendimizi çoğu zaman nedensellik ilkesinde süreci devam ettirmekte olan bir sebepten başka konumda göremiyoruz. Açık olduğunu sandığımız bilincinizin kapandığının farkına varamıyoruz. Yönlendiriliyoruz. İrademiz kontrol ediliyor ama kontrolün hep bizde kaldığını düşünüyoruz. Hayır, hayır insan. Titre ve kendine gel. Sen darmadağın oluyorsun ve darmadağın olan sen olduğun için kendi kendini de toparlayamıyorsun. Sen güçlü değilsin be olum işte. Bunu kabullenmek bile rahatlatacak. Ben sana her şeyi boşver çaba sarf etme demiyorum ki. Sadece farkında olmasan da ne kadar boş şeylere iradeni zihnini kaptırdığını söylüyorum. Neresinde bunun güçlü olmak. Peki dönersek orucu nedir oruç ? Aç ve susuz kalıp güçten düştüğün bir şey mi ? Yani bunca olay ve sıkıntı içinde zaten güçten düşmüş olan zihnine bedeninin de en son katılması mı ? Yoksa sana her şeyden uzaklaşıp bunun karşılığında sükutu verip seni zihnini toparlamaya iten bir ibadet mi ? Teybin sesini kapatıp tefekküre yönelmektir oruç. Sıra hacca geldi gibi duruyor. Aslında hac namaz ve oruçtan daha farklı bir anlamı ifade etmektedir. Kültürel bir gezi midir? Hac müslümanlar için yılın belli vaktinde toplanıp İslam aleminin sorunlarının konuşulup tartışılması gereken bir müessesedir. İşte bu hiç yapılmıyor. Hac Safa ile Merve tepeleri arasında koşarken Hz. Hacerin mücadelesini hatırlamaktır. Hac Kabe'yi tavaf ederken, atomlardan yıldızlara var olan bu döngüsel sürece bilinçli olarak katılımını gerçekleştirmek, akışın verdiği dini tecrübeyi hissetmektir.
Aynı zamanda orada cemaatle bir araya gelmek ve bir bütünün parçaları olduğunu dil, sınıf  ya da başka bir fark gözetmeksizin kavrayabilmektir.Namazın cemaatle kılınması da Hac da bize insanın sosyalleşme ihtiyacının belli ölçüde giderilmesi konusunda yardımcı olur. Aydınlanma çağında filozoflar dini kaldırdık peki yerine ne koyacağız diye düşünürken meslek grupları oluşturmak gibi düşünceler ortaya atılmıştır. Din ve aile insanın ihtiyacı olan birlikteliği en temiz biçimde vermektedir. Tabii ki insan başka yerlerden de sosyalleşebilir ama kolektivist kültürden etkilenip insanın bireyciliğine kendine zarar vermesi çok muhtemeldir. Bu kapılma etrafta dönüp duran bir sürü ideolojiye kendini kaptıran insanlara bakarak da anlaşılabilir. Neyse, hac demek İbrahim peygamberin batıla karşı vermiş olduğu mücadeleyi hatırlayıp bu davaya ortak olabilmektir. Hz. Muhammed'in davasına katılmaktır. Sadece bir yürüyüş değildir. Tarihten beslenmedir. Kurban ibadeti geliyor sırada da ama kurban ibadeti konusunda çok tartışmalı şeyler olduğu ve benim de kafam karışık olduğu için şu an bir şey yazmayacağım. Ve gelelim infak etmeye. İnfak etmek ile zekat kılmak çok yakın ilişki içerisindedir ama infak etmek daha genel bir kavramdır. İhiyaçtan fazlasını vermek demektir. İnfak zengin ile yoksul sınıf arasındaki bağlantı görevini görür. Hani derler ya siz zekat veriyorsunuz yoksula yardım ediyorsunuz ama biz yardım edilmiş bir yoksulluk değil ortadan kaldırılmış bir yoksulluk istiyoruz diye. Galiba buranın dünya olduğunu unutuyorlar ve olmayacak ütopyalar onlara huzur ve mutluluk veriyor. Kimse istemez yoksulluğun baki kalmasını. Lakin şak diye ortadan kaldıracak bir sistem de yoktur. Fakirliği ortadan kaldırmak için herkesi açlığa mahkum edip, var olan sınıfı tümden fakir kılıp, zıttı bulunmadığı için de karşılaştırma olmayacağından dolayı fakirlik kavramını doğal olarak ortadan kaldırmak mümkün olabilir yalnızca. Ama insanlar sahip olduklarından infak ederek ihtiyacı olan insanların daha iyi koşullarda yaşamasını sağlayabilir. Hatta büyük bankerler, zengin kapitalist abiler ruhani bir olgunlukla mülkün geçici olduğunu hissedip kavrasa ve sonucunda da büyük yardımlar infaklar yapsa(ki bunlar hayal şeyler) işte o durumda yoksulluk ortadan kalkabilir. İnfak etmek sadece bir kişinin karnını doyurmak değildir. Eğer öyle olsaydı haklıydılar, infak edilerek sadece yardım edilmiş bir yoksulluk olurdu. Sistemleri değiştirerek yoksulluğu ortadan kaldıramazsınız. İnsanı değiştirerek kaldırabilirsiniz. Kuran sistem oluşturmaz. Bireyi ve bireyin bulunduğu toplumu oluşturur, şekillendirir. İbadetlerde geri kalan öğretilerde bunun gerçekleşmesi için birer aracıdırlar. Sonlara gelirken ibadetle ilgili yapılan çalışmalardan bahsetmezsem olmaz. Yurt dışında (ülkemizde de var ama o kadar kapsamlı değil) yapılan çalışmalarda, anketlerde ibadetlerini yerine getirmeye çalışan düzenli kiliseye giden veya dua eden insanların ruhsal sağlığı yani psikolojisinin yapmayan insanlara göre daha iyi durumda olduğu ve bu insanların daha mutlu oldukları, karşılarına çıkan sorunlarla daha iyi mücadele edebildikleri/dayandıkları ortaya konulmuştur. Bunu ben uydurmuyorum çokça çalışma var bu konuda ama bunu buraya yazmaya şu an üşeniyorum hehehe. Dinin başlıca kendisi insana bir motivasyon verdiği için bu çalışmaların bu yönde bir sonuç çıkarması gayet doğaldır. Duanın bir içini dökme ve muhabbet olması namazın ve diğer ibadetlerin vermiş olduğu dini tecrübe ve hisler insanın inandığı dinden sahip olduğu inan psikolojisi ile birleşince hayata daha olumlu bakması, daha sabretmeyi becerebilmesi ve daha mutlu olması olağan ve beklenen bir sonuçtur. İbadetler ve dua insana yalnız olmadığını ve kendisini en güçlü varlığa teslim ettiğinin göstergesi olduğu ve kişi bunun bilincinde olduğu için materyalist ve seküler dünya görüşünden daha erdemli ve olgun bir dünya görüşüne kolaylıkla yükselebilir. Hırsların, makam, mevki, para istencinin belli ölçülerde tutulması gerektiğini bilir. Tabii dediğim gibi müslüman olmak ya da başka herhangi bir dine girmek bunun için yeterli değildir. Bilmek ve hissetmek gereklidir. İbadetler uyarıcı, hatırlatıcı, canlandırıcı, rahatlatıcı, düşünmeye sevk edici olmanın yanı sıra motive edici olarak insanın bu dünyayla başa çıkabilmesine da kolaylık sağlamaktadır. İnsanın da en azından varlık olarak içinde bulunduğu durumdan dolayı hakkını vermek gerekir. Kolay bir dünyada yaşamıyor. Bak tam kendine iyi bak laedri diyecektim aklıma abdest geldi. Peki abdest ve teyemmüm nedir ? Allah'ın demesi ile ; (maide 6)''Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayın; başlarınızı meshedip, topuklara kadar ayaklarınızı da (yıkayın). Eğer cünüp oldunuz ise, boy abdesti alın. Hasta, yahut yolculuk halinde bulunursanız, yahut biriniz tuvaletten gelirse, yahut da kadınlara dokunmuşsanız (cinsî birleşme yapmışsanız) ve bu hallerde su bulamamışsanız temiz toprakla teyemmüm edin de yüzünüzü ve (dirseklere kadar) ellerinizi onunla meshedin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez; fakat sizi tertemiz kılmak ve size (ihsan ettiği) nimetini tamamlamak ister; umulur ki şükredersiniz''. Yani temel amacın temizlenmek olduğu buradan da belli oluyor. Ayrıyetten abdest namaza bir zihinsel hazırlıktır. Sınavdan önce kalemkutu veya yemekten önce malzemeleri hazırlamak gibi namazdan önce abdest almakta bedensel bir temizliğin ve hazırlanışın yanı sıra zihinsel olarak bir hazırlanmadır. Belki ''hadi be oradan'' diyebilirsiniz ama dediğim gibi namazı eğilip kalkmaktan ayıran güzel nedenleriniz varsa namazın ne kadar önemli bir ritüel olduğu gayet ortadadır ve bu basit bir şey değildir. Buna zihinsel olarak önceden hazır olmak gerekir. Bir de benim şahsi fikrim abdest namazın imtihanıdır. İbadetler yapılması önem ve belli bir zorluk taşıdı için insana imtihan olabileceğini düşünüyorum ben. Aynı şekilde abdestin de bir imtihan olması bana makul geliyor. Laf lafı açtı geçen Dücane Cündioğlu'ndan dinlediğim konuşmadan bir kesit aktarayım. Afrika'nın İngiliz sömürgesi olan bir toprağına yeni bir vali atanır. Vali şehirde dolaşırken ezan sesini duyar. Yanındakilere bu da nedir, diye sorar. Yanındakilerden biri burası müslüman beldesi onlar namaz kılarlar günde beş kere ve namazdan öncede yani günde beş kere bu ses ezan okunur, der. Vali, peki bunun bizim ingiliz politikalarımıza bir zararı dokunur mu diye sorduğunda ''hayır'' cevabını alır. Vali de ''tamam o zaman sorun yok der''. Genel olarak bu şekildeydi olay. Yani denmek istenilen şu ey müslümüman, senin yaptığın ibadetler seni ne zaman ayağa kaldıracakta batı için artık bir tehdit oluşturacaksın. Hac'da şeytan taşlayarak mı? Etrafındaki şeytanları taşlayarak mı ? İbadetlerin seni ne zaman harekete geçirecek ? Bu son sorunun kafaların içinden eko yaparak gitmesi umuduyla, kendine iyi bak Laedri.

...namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkor. Allah’ı anmak (olan namaz) elbette en büyük ibadettir. Allah, yaptıklarınızı biliyor.-Ankebut/45

Bir bakarsın 


Fihrist

Selam, küçük bir sosyalizm taşlama broşürü.

İlk Bölüm :      Franklin D. Roosevelt, Ekonomik Krizler, Şirketler ve Sosyalizm I

İkinci Bölüm:  Franklin D. Roosevelt, Ekonomik Krizler, Şirketler ve Sosyalizm II

Son:                Sosyalizm ve Yabancılaşma

Franklin D. Roosevelt, Ekonomik Krizler, Şirketler ve Sosyalizm II


Eski John D. Rockefeller, 19.yüzyıl bankerleri şu kesin gerçeği kabullenmişlerdir: Hiçbir muazzam büyüklükteki parasal servet "bırakınız yapsınlar" toplumunun rekabetçi ve tarafsız kurallarında biriktirilemez. Bu devasa servete giden tek kesin yol tekelcilikden, rakiplerini dışarı sürmekten, rekabeti düşürmekten ve belki de en önemlisi sektörün için devlet politikasına uygun politikacılar aracılığıyla koruma ve devlet düzenlemesi almaktan geçiyor.[1] Bu hırsızlık baronlarının teması, farklı etiketler altında, sosyalist planlamasıdır. Kooperatif devlet tekeli ve sosyalist devlet tekeli arasındaki tek fark, bu güçleri elinde tutan grubun kimliğidir. Sosyalizmin esansı, devlet eli altındaki planlamacılar tarafından yönetilen tekele dayalıdır. Öte yandan, Rockefeller, Morgan, ve onların işbirlikçi dostları, kendilerinin tekelini kontrol etmeyi ve devlet politik aygıtının nüfuzuyla kârlarını maksimize etmeyi hedef alır. Bu süreç, hala işe alınmış planlamacılara ihtiyaç duysa da, sosyalizmdeki devlet mülkiyetinden farklı ve çok daha incelikli bir süreçtir. Wall Street'in başarısı, özellikle kamuoyunun dikkatine odaklandığı için başarılıdır. Kamuoyuna odaklanan bu tarihsel ve yüzeysel kreasyonlara örnek olarak kapitalizm ve komünizm arasındaki sahte mücadeleyi verebiliriz. Nitekim bu kreasyon da Kızıl Devrim'de söz konusudur:




Fotoğrafta Komünist Manifesto yazarlarından Karl Marx'ın etrafı Wall Street bankerleri ile çevrilidir: John D. Rockefeller, J.P. Morgan, John D. Ryan, George W. Perkins. Hemen arkasında da Progressive Party'nin lideri Teddy Roosevelt bulunmakta. Övüp bitirilemeyen Bolşevik İhtilal'in arkasındaki gerçeği ve komünizm, kapitalizm arasındaki sentezi anlamak için Cemre Demirel'in şu yazısını kesinlikle okuyun. Bu noktadan sonra kooperatif sosyalizmdeki fikrin inşası sürecini inceleyeceğiz.


Kooperatif sosyalizmin en dürüst ifadelerine, FDR'ın yakın arkadaşlarından olan Frederick Clemson Howe tarafından 1906'da yazılan "Confessions of a Monopolist"[1] kitabında rastlamak mümkün. Howe'un 1917 Bolşevik Devrimi'ndeki rolü yine takdire şayandır.[2] ve Roosevelt'in New Deal programında da Agricultural Adjustment Administration'da tüketici danışmanı olarak ortaya çıkar. Zengin olmanın yolu nedir? Howe şöyle cevaplıyor: "Bay Rockerfeller, sahip olduğu yüz milyonlarını, ekonominin idaresini yapabildiği için ya da gaz faturalarında tasarruf ettiği için kazandığını düşünebilir. Fakat hayır, böyle kazanmadı. O, dünya insanlarının onun için çalışmasını sağladı..."[3] "make society work for the few.", kısaca kooperatif sosyalizm bununla ilgilidir. Confessions of a Monopolist önsözü:

"Bu hikaye, hiçbir şey için bir şeyin, diğer adama ödetmenin hikayesidir. Franchise'a duyulan şehvet, gümrük hakları, vergi kaçakları, demiryolu kontrolleri, diğer adama ödetmeyi, hiçbir şey için bir şey almayı açıklar. Tüm bunların hepsi tekelcilik anlamına gelir ve tüm tekellerin temeli yasalardır. Basının ya da eğitimin, hatta tatlı bir hayırseverliğin ticari anlayışı, bunlar kanunlar tarafından yaratılan özel ayrıcalıklar için ödediğimiz bedellerdir. Hiçbir şey için bir şeyin, diğer adama ödetmenin, farklı formlardaki tekellerin arzusu yozlaşmanın sebebidir. Tekelcilik ve yozlaşma, sebep ve sonuçlardır. İkisi birlikte, kongrelerde, meclislerimizde, belediyelerimizde çalışırlar. Her zaman böyledir. Her zaman böyle olmuştur. Ayrıcalıklar, yozlaşmayı doğurur. Fırsat eşitliği, adil alan ve 'iyiliksiz' düzende, 'dürüst pazarlık' asla bozulmaz. (Fırsat eşitliği, adil alan..)Yasama salonlarında veya konsey odalarında görünmezler. Bu şeyler için; emek için emek, değer için değer, bir şey için bir şey vardır. Bu nedenle, küçük iş adamı, perakende ve toptan satıcı, işveren ve üretici, siyaseti bozan iş adamları değildir."

Howe'un Wall Street sistemine karşı olarak gördüğü sistemde rekabet alanı zedelenmemiştir. Bahsedilen Wall Street sistemi, Ludwig von Mises tarafından "Zwangswirtschaft"(baskıcı ekonomi) sistemi olarak tanımlanmıştır. Politik olarak işletilen tüm ekonomiler için ortak olan şey bu zorlama unsurudur. Hitler'in "New Order"'ı, Mussolini'nin "Corporate State" tanımı buna girer. Baskı, ABD'nin 31. başkanı Herbert Hoover'ın da krize karşı reaksiyonuydu ve Franklin D. Roosevelt'in  New Deal programında da daha göze çarpıyor. Bu baskı, azınlığın çoğunluğu kullanmasına, yeteneksizin yetenekliyi sömürmesine izin veriyor. Yasal imtiyazlar ve yönetmelikleri kontrol eden veya bunlardan yararlanan ve aynı zamanda hükümet bürokrasilerini etkileyenler, mevcut servetlerini korumak ve sektöre yeni gelenleri defetmek için kuralları belirliyorlar. Devletin polis gücü, rekabetin önlenmesi için kullanılan düzenleyici kurumlar ile, kârlarını garanti altına almak için kullandıkları araçlardır. Frederic Bastiat'ın ifadesine göre, sosyalizm; herkesin, diğer herkesin pahasına yaşamaya çalıştığı bir sistemdir. Yasal zorlama sisteminin modern tanımı bu ifadeden farklı değildir. Bu fikirleri önceleyen filozof-finansörlerin düşünsel süreçlerinin arkaplanına bir göz atalım.


Howe "Confessions of a Monopolist" kitabını 1906 yılında yayınladıktan sonra, Wall Street'deki finansörler arzuladıkları tekel ortamını mümkün kılan imtiyaz ve yasal kurumları birtakım edebi katkılarla övdüler. New Deal'ın menşesi ve sonradan meşru kılınacak olan kooperatif sosyalizmin önceleyicisi kitaplardan, Wall Street ile aşina olduğumuz 2 kesin temayı çıkarmak mümkün: 1) Bireyciliğin modası geçmiştir ve serbest piyasanın "kör rekabeti" yıkıcıdır. 2) Bu bireyciliğe karşın, "kör rekabetin" ziyanlarından kurtulmak için iş birliği yapmak gereklidir. Ardından, bu finansör filozoflar tarafından varılan nokta "dayatılmış iş birliği fikrinin dayatılması, modern işadamının ana hedefi olmalıdır" oldu. Bu bankerlerden Otto Kahn'ın şu sözlerine bakalım:

"Şu örnekleri vurgulamama izin verin: artan gelir vergileri, toplu iş sözleşmeleri, demiryollarının ya da benzer tekellerin hükümet denetim ve düzenlemesi, emekçi günleri, iş dünyasının adalet duygusu ile onaylanmış, uygulamaları mantık sınırları içerisinde sağlanmıştır. Ve iş dünyası bunları ortadan kaldıracak güce sahip olsa bile, yine iş dünyası tarafından ortadan kaldırılmayacaklar. Tüm saygılarımla, şunu önerme girişiminde bulunmak isterim: Köktencilik(Radicalism) kendini, elle tutulur düzeltmelerden ziyade teorik mükemmeliğe, fantom sorunlara ve geçmişin yakınmalarına götürmeye meyillidir. Ki bunların hepsi bugünün asıl meselelerinin yanında gerçekleğini yitirmiştir."[4]

Arzulanan sisteme yönelik rehberlerin bazı sorumluları da Washington'daki Brookings Institution'de mütevellidirler. Örneğin kurucusu Robert S. Brookings, "Industrial Ownership", "Economic Democracy" ve "The Way Forward" kitaplarını yayımlamıştır. Bu kitaplarda Adam Smith'in klasik ekonomi politiğini savunur. Bu bir yana, Adam Smith'in "free enterprise" fikirlerini herhangi bir bulgu ortaya atmadan reddederken, Friedrich List'in devletçi fikirlerini benimser.[5] Aynı zamanda dengenin işçi sınıfına kaymasını belirttiği düşüncelerinde de yarı Marxist bir kuramı ortaya atar.[6] Brookings, az detaylı bir şekilde, bu dengeyi kurmada marketin "tiranları" ile mücadele için teklifleri sunar: "Birincisi, tekelcilik karşıtı kanunların kapsamlı iş birliğine izin verecek şekilde revize edilmesidir."[7]. Devamında Herbert Hoover'in şu sözünü belirtir: "If Business Doesn't, Government Will"[8]. Yani "İş dünyası yapmazsa hükümet yapar.". Herbert Hoover, Amerika Birleşik Devletleri'nin 31. başkanıdır. Yani FDR'dan bir önceki başkan. Kendisi de bankerler tarafından çıkarlar doğrultusunda desteklenen bir adamdır; fakat köstek olmaya başlayınca da indirilmiştir. Bu kısmın detaylarına ilerilerde değineceğiz. Brookings'in şu ifadesi çok açık ve nettir: "Etkin tasarlanan işbirliklerinin, halkı korumak için koyulan akıllı kamu denetiminden ve kendileri gibi savaşan açgözlü azınlıklardan korkacak hiçbir şeyi yoktur."[9]. Ve bu ifadelerini de şöyle temellendirir: "Kötü tecrübelerimizden biliyoruz ki kör rekabet, ulusal ekonomik ihtiyaçlarımıza kazançlar yoluyla makul katkı yapmayı başaramadı."[10]. Bir iş için rekabet alanını oluşturan tüm gerçek değerleri "kör rekabet" olarak adlandıran Brookings, muhtemelen Wall Street'daki 60 yıllık kariyeri boyunca öğrendiklerini baz alarak söylüyor bunları. 1932'de "The Way Forward" kitabındaki komünizm ifadeleriyle alabildiğine açıktır; belki de bu halinden daha açık hem de: "U.S'de popüler olan komünizmin, sözlü olarak lanetlenmesi bizi hiçbir yere götürmeyecek. Kapitalizm ve komünizm arasındaki karar tek bir noktaya bağlanır. Kapitalizm yeni çağa ayak uydurabilir mi? Eski bencil kar güdüsüyle domine edilmiş bireyselliğinden uzaklaşabilir mi, ve böylece sosyal planlama, sosyal kontroller ile oluşturulmuş, herkesin refahına hizmet eden, öncekinden daha iyi, yeni bir iş birliği dönemi oluşturabilir mi? Eğer bunu yapabilirse hayatta kalır. Yapamaz ise, komünizmin bir formu çocuklarımıza dayatılacak. Bundan emin olun!"[11]. Yine aynı kitaptaki, İtalyan faşizmi hakkındaki ifadelerine göz atalım:

"İtalya, Duce'nin diktatörlüğündeki bir otokrasi de olsa, ülkenin ekonomik çıkarı, karşılıklı anlaşma ile adil bir uzlaşmaya varabilmek için tartışma ve anlaşma fırsatı sağladı. Ancak hükümet, ya lovakt ya da grev ile ulusun üretkenliğine yapılan herhangi bir müdahaleye izin vermeyecek. Ve eğer, son çözümlemede, gruplar birbiri arasında anlaşmayı reddeder ise hükümet bakanlıklar aracılığıyla duruma el koyacak. Diğer her yerdeki gibi İtalya'da da sermayenin otokrasisi var gibi gözüküyor ve sınıflar arasındaki genel his de hükümetin işçi sınıfın yararına hareket ettiği yönünde."[12]

Bu durumda Brookings'in ortaya atmaya çalıştığı sosyal sistem ne? Komünizm mi? Faşizm mi? Ne dersek diyelim, ortaya attığı şey bireysel girişim ve çabanın yerine kolektif tecrübe ve operasyonu yerleştiren bir sistem. Fakat Brookings ve finansör-filozof yoldaşlarının belirtmediği şey kolektif işçi sınıfını yöneten azınlığın kimliğiydi. Nitekim kendi argümanları bu sistemin operatörlerinin kooperatif sosyalistler yani bizzat kendilerinin olduklarını içeriyor. Brookings'in teorik tekliflerinin yanısıra George W.Perkins'e bir göz atalım. Kendisi New York Life Insurance Şirketi'nin kurucusudur. Perkins de, Kahn ve Brookings gibi iş sahasındaki rekabetin kötü yanlarını vurgularken iş dünyasındaki iş birliğini de methediyordu. 1907 Aralık'ında, davet edildiği Columbia University'de yaptığı konuşmanın rezalet olduğunu biyografi yazarı John Garraty aktarıyor:

"...Kolombiya Devlet Başkanı Nicholas Murray Butler, bir tebrik kelimesi bile etmeden salonu terk etti; farkında olmadan da olsa Morningside Heights'a tehlikeli bir radikal davet ettiğine açıkça inanıyordu. Çünkü Perkins rekabetin ve serbet piyasanın bazı temel konseptlerine saldırdı."[13]

Garraty, Perkins'in iş felsefesini özetliyor:

"'Hayatın temel prensipi rekabetten ziyade iş birliğidir.' fikri, Perkins'in konuşmasında geliştirdiği fikirdi: Rekabet acımasız, zarar verici, yıkıcı, eski moda; iş birliği ise kusursuz bir evrendeki tüm fikirlerin mirası, insancıl, verimli, kaçınılmaz ve moderndir."[14]


Şimdi Roosevelt ve New Deal ile ilişiği daha fazla olan finansörlere bir göz atalım. Bu finansörlerden kolektivist fikirlerini ifade edenlerden biri Edward Filene'dir. (1860-1937)  Filene ailesi, William Filene's Sons Co. şirketinin sahibiydiler. Şirketin başkan vekili 1933'de National Recovery Administration(NRA)'nın üçlü otoritesinden biriydi. Diğerleri de, Standard Oil'in başkanı Walter Teagle ile Du Pont ve General Motors'un başkanı John Raskob'du. 20. yüzyılın başlarında Edward Filene kendini kamu hizmetine adamıştı. Boston'da Metropolitan Planning Komisyonu'nun başkanı olarak görev yaptı; aynı zamanda bankaların destekçisi ve birçok iş birliği hamlesinin de elebaşıydı. (aktif olduğu kurumlardan bazıları: Red Cross, U.S. Chamber of Commerce, Foreign Policy Association, Council on Foreign Relations) Roosevelt'in başkanlık döneminde ise Massachusetts State Recovery Board Başkanı idi. Yazdığı birkaç kitaptan ikisi: The Way Out (1924) ve Successful Living in this Machine Age(1932). The Way Out kitabında, rekabetin israfını ve miyopluğunu eleştirirken devlet ve ticaretin arasındaki iş birliğinin önemini vurguluyordu:   

"İki şey çok net. Birincisi: Ticaretin iyi bir ticaret olabilmesi için,(ticaretin) bizzat kamu hizmeti olarak yürütülmesi gerekir. İkincisi: İş adamının sunabileceği mümkün olan en iyi kamu hizmeti, dünyanın gizli ticaretlerinin içinde ve onların vasıtasıyla sunulmuştur."[15]

"Kamu hizmeti gizli ticarettir" teması, Filene'nin farklı kitaplarında da bulunmaktadır:

"Kanımca, ticaret sosyal planlamayı üstlenmelidir; fakat ne yeni teorileri sönümlemek ne de eski teorileri korumak için yapmalıdır bunu. Çünkü sosyal devrim gerçekleşti. Eski düzen gitti ve onu geri getirmek imkansız. Yeni bir dünyada yaşıyoruz. Seri üretimin herkesi ilgilendirdiği bir dünya; o halde planlarımız herkesi gözetmelidir."[16]

Aslında ticaretin çıkarına olan, bu "kamu yararına" tanıtım teması, United States Steel Şirketi'nin başkanı Myron C. Taylor'da da görülmektedir. Taylor, rasyonel üretimler için kamu hizmetinin ticaret ile iş birliğine ihtiyacı olduğunu savunuyor. Teklifini şöyle sunuyor:


"Öyleyse, değinilmesi gereken nokta sırf yeni diye çıkıp yeni şeyleri aramaya çalışmaktansa ulusal olarak sahip olduğumuz şeyleri keşfetmek ve bunları kullanmayı öğrenmektir. Endüstrideki birincil hedef kamu hizmeti sağlarken aynı zamanda mevcut yasalara uygun, alenen ve devlet ile mümkün olabildiğince fazla iş birliği içinde olarak üreticilerin, işçilerin, dağıtıcıların ve tüketicilerin yararına hizmet etmektir. İtiraf etmeliyim ki, üretimin; taleplere göre akılcı düzenlemesi için, yapıcı ve kooperatif planların temel endüstri tarafından üstlenildiğine  inanmayı çok güç buluyorum. Aynı şekilde ticaretin ve işin kısıtlanması olarak adlandırabileceğimiz, fiyatların yapay kontrol ve düzenlemesine karşı en ufak girişimi önlemeyi de üstleniyorlar. Bunu etkilemek için yapılması gereken üretimin hayati engellerini kaldırmak ve kamu hizmeti sağlamak olurdu."[17]

Tüm bunlar, literatüre Standart Oil'in başkanı ve daha sonra Roosevelt tarafından NRA'da üst konumlara gelecek olan Walter C. Teagle tarafından aktarılan ifadelerdi. Teagle'in kooperatif sosyalizmi:

"Yağ endüstrisinin sorunları bu endüstriye has ve yine kendine has tedaviler gerektiyor. Bu tedaviler: Tekelcilik karşıtı kuralların modifikasyona uğratılması, üreticiler arasındaki iş birliği ve devletin politik gücünün olaya el atmasıdır."[18]

Diğerlerinden daha açıkça, Tagle eyaletin polis gücünün kullanılarak, gönüllü iş birliğinin dayatılmasını sağlamak istiyor:

"Endüstrideki gönüllü iş birliği, sorunlara çözüm için yeterli değil. Hatta iş birlikleri üzerindeki yasal kısıtlamalar kaldırılsa bile yeterli olamaz; her ne kadar bu kısıtlamaların kaldırılması devasa ilerlemeler sağlasa da yeterli olmaz. Üreticilerin ilişkili çıkarlarını korumak ve yeterli korumayı sağlayan yasaları zorlamak için devletin politik gücü kullanılmalıdır. Bu, federal aksiyonlardan daha çok bir devlet meselesi; fakat farklı devletler arasındaki ve endüstri yöneticilerinin arasındaki iş birliği, ülkede üretim büyük ölçüde ülke pazarlarıyla sınırlıysa gerekli olacak. O halde problemin çözümü, endüstrideki gönüllü iş birliklerine, devletin politik gücüne ve çeşitli devletler ile bu devletlerdeki endüstri birimleri arasındaki iş birliğine bağlıdır. Buna izin vermek için, Devlet ve Federal kanunların tekrardan gözden geçirilmesi gerekecektir."[19]

Bu çıkarımlar, Wall Street finansör-filozofların bakış açısına ışık tutmaktadır. Düşüncelerini gördüğümüz finansörler Roosevelt ve New Deal ile ilişiklerinde etkin roller oynayan kişilerdi. Otto Kahn Federal Reserve System'in taşıyıcısıydı. Lamont ve Perkins bankacılık ve sigortacılık sektöründe önemli roller oynayan kişilerdi; Louis Kirstein Filene Şirketi'nin başkanı ve Standart Oil'den Walter Teagle, Bernard Baruch'un etkinliğindeki National Recovery Administration'da dominant figürlerdi. Nitekim Baruch'u az sonra inceleyeceğiz. Şuana kadar bahsettiğimiz filozofların felsefesi "bırakınız yapsınlar" felsefesinden başka her şeydi. Sosyalizm, komünizm, faşizm ya da varyasyonları kabul edilebilirdi onlar için. İdealleri eğer gerek kalırsa zorlanması gereken iş birliğiydi. Bireyciliği kapı dışarı etmişlerdi ve rekabet ahlaksızdı onlar için; baskıcı iş birliği ise hedeflerindeki noktaydı. Kamu hizmeti ve sosyal hedefler kimliğindeki "azınlık için çalıştırılan çoğunluk" fikriydi kısaca bahsettikleri. [20]

Kooperatif sosyalizmin konstrüksiyonu, ABD'de aslında daha öncelerine dayanır: FDR'ın uzaktan kuzeni New York Meclis Üyesi Clinton Roosevelt, 1841'de azınlık tarafından çoğunluğun yönetildiği ve New Deal ile benzerlikler gösteren bir sistem teklif eder. 1918'de Woodrow Wilson döneminde sosyalist Bernard Baruch War Industries Board'da FDR'ın temasını ve NRA(National Recovery Administration) eylemlerini önceliyordu. FDR'ın NRA'sı, azınlığın çoğunluk üzerinden geçinebileceği ekonomik planın, fikrin tarihsel şemasının sadece bir yüzüydü. Clinton Roosevelt'in eserinde, çoğunluğu temsil eden "Producer"(üretici) dediği karakter ile "Author"(yazar) dediği kendisini temsil eden karakter arasında Sokratik bir tartışma yer alır. Ve Clinton Roosevelt -tıpkı George Orwell'in 1984 romanında bahsedilen- totaliteryan hükümeti, tüm bireyselliğin hükümeti benimsemek adına yok edildiği bir kolektivizmi önerir. Bu hükümet için yasamayı yapan azınlık bir aristokrat grupdan bahseder. Clinton Roosevelt şöyle der: "Öncelikle, iş birliğinin sanatı ve tekniği üzerine..Bu, karşılıklı yararımız için bütünü bir araya getirmektir."    Ve temasında her birey sosyal sistemdeki kendi için en uygun olan bir meslek sınıfına yükselir. Peki bu neye göre belirlenir:

P: Sınıflara atama yapmak kimin görevidir?
A: Grand Marshal'ın.(Büyük Mareşal tiranı)
P: Atanan erkeklerin o sınıfa uygun olup olmamasından kim sorumlu olacak?
A: Grand Marshal ve Grand Marshal tarafından bu iş için seçilen fizyologlar, filozoflar.
P: Bir vatandaşın atamasını bu kişilerin isteklerine göre sınırlar mısınız?
A: Hayır. Kişi eğer isterse, kendi istek ve yeteneklerine en uygun mesleği bulana kadar deneyebilir.[21]

Grand Marshal toplumu sınıflara bölüyor:

P: Marshal'ın görevleri nelerdir?
A: Erkekleri beş genel sınıfın üreticileri olarak bölecek:
    Havaya koşullarına karşı bütün savunma araçları.(giyecek)
    Her türlü yemek.
    Metaller ve mineraller.
    Kimyasallar.
    Makineler.



1841'in endüstriyel kategorileri elbetteki 1930'un kategorileri ile aynı değil; fakat benzer: Üçüncüdeki sektör hammadde, işlenmemiş içerik ve dördüncü ise ilaç sektörü denebilir. Clinton Roosevelt'in sistemi kısaca şöyle özetlenebilir: Sistem çoğunluğu, çoğunluğun ortak faydası için yönetmelidir. Pratikteki karşılıklarına bakarsak bahsedilen sistemin çoğunluğu muhtemelen bir aristokrat sınıfıdır.

Federal Reserve System ve onun legal tekeli, operatörleri için zenginlik pınarı olsa da, Clinton Roosevelt ya da Frederick Howe tarafından altı çizilen çoğunluğun azınlık için çalıştığı nihai fikir, ekonominin planlı kontrolü ile hayata geçirilebilir; bu da birçok küçük girişimcinin zorunlu bağımlılığını gerektirir. Roosevelt'in NRA'nın oluşumları, büyük ticaret tarafından küçük işletmelerin evlat edindiği sistemin izlerini Bernard Baruch ile sürebiliriz. 1915'te Bernard Baruch, Başkan Woodrow Wilson tarafından Savunma Seferberliği Komitesi'ne Defense Mobilization Committee) davet edildi. Baruch ardından da Savaş Endrüstrileri Kurulu'nda(War Industries Board) olacaktır; Baruch'un biyografi yazarı Margaret L. Coit, Savaş Endrüstrileri Kurulu konseptini anlatıyor:

"Endüstri Komiteleri, büyük ticaret ve küçük ticaret, ikisi de Washington'da temsil ediliyor ve ikisi de Washington temsilciliği ile döndüler. Bu tüm yapının omurgası olabilir."[22]      

Kooperatif ticaret işbirlikleri ve Wall Street tarafından arzulanan, pazar alanının istenmeyen cefalarının kontrolü. Mart 1918'de Başkan Woodrow Wilson kongrenin izni dışında davranıyor ve Baruch'u daha çok yetkilendiriyor. War Industries Board, Baruch başkanlığında tüm fabrikaların inşaası ve hammadde temininden, tüm üretim ve ulaşımlardan mesul hale getiriliyor. Bir anlamda Baruch ekonomik diktatör haline getiriliyor; "Grand Marshal" yani. Margaret Coit şöyle ekliyor: "...Bu ofisin oluşumu hiçbir zaman bir Kongre Yasası(Act of Congress) tarafından özel olarak onaylanmadı."[23] 1918 yazında, Baruch muazzam ve yasaya aykırı güçleriyle, kendi açıklıyor: "Sonunda endüstriyel sahanın büyük bir kısmının kontrolünü ele geçiren bir tema geliştirdi...Başarı daha fazla başarı için cesaret yetiştirdi ve ticaret sonrası ticaret etkilenen ilgi alanlarındaki istekliliğin artması ile kontrol altına alındı."


War Industries Board'ın bu dönemlerinde Baruch, -kendisi vekil başkanı olarak- E.B. Parker ve daha önce incelediğimiz R.S. Brookings ile Alexander Legge of International Harvester'da yer alıyordu. Asistanlarında ise, (General Electric)Gerard Swope'un kardeşi Herbert Bayard Swope, Dillon Read & Co. Wall Street şirketinin Clarence Dillon'u ve Harold T. Clark gibi isimler yer alıyordu. Baruch'un final raporu sırf savaş dönemi için belirlenen endüstriyel hazırlıkları değil fakat özellikle kendi sözlerine göre "barış zamanlarının endüstriyel denemesi" ve "normal zamanın ticaret uygulamalarına" bir öneri niteliğindeydi. Baruch, WIB operasyonunda sonra "savaştan çıkarılacak dersler" olarak öneriyor:



1) 50 emtia bölümü ile barışçıl bir iskelet örgütün kurulması, sanayinin gelişiminin özünü korumak ve bilgiyi geliştirmek.
2) Hükümetin, savaşta kullanılan bazı hammaddelerin iç üretimini korumak ve teşvik etmek için bir sistem tasarlaması gerektiği.
3) Savaş ile ilgili endüstriler, savaş zamanı için iskelet organizasyonlarını sürdürebilmeleri maksadıyla hükümet tarafından teşvik edilmeli.[24]

Bunlar bir yana, Baruch öneriyor:

"Anglo-Amerikan hukukunun, hükümetin yetki küresinin sadece sözleşme ihlalini, dolandırıcılığı, fiziksel yaralanmayı ve mülke zarar vermeyi önlemek ile sınırlandırıldığı ve hükümetin sadece yetkili olmayan kişilere koruma sağladığı eski doktrininden uzaklaşmaya aşamalı olarak zorlandık."[25]

Hükümetin, yetkisi olan kişilere de koruma sağlamasını, nitekim savaş zamanı bundan da aşamalı olarak uzaklaştığını belirtiyor. Baruch devam ediyor: "Kitle sanayi gücünün ayrımcı uygulamalarına karşı yetkiye sahip bireylerin hükümet tarafından korunması gereklidir." War Industries Board'un savaş zamanındaki başarısını anlatıyor:

"Birçok iş adamı kariyerlerinde ilk defa, savaş zamanında, kendilerine ve çoğunluğun yararına olan kombinasyonun, iş birliğinin, ortak eylemin muazzam avantajlarını doğal rakipleriyle birlikte deneyimlediler." 

Harika ya. Burada bir kesip George Orwell'in 1948 adlı romanında bir pasaj aktarmak istiyorum size. Kesinlikle okumanız gereken bir kitap. Burada bahsedilen kolektivist "sosyalist" hareketlere dair muazzam bir eleştri vardır bu kitapta. Fakat özellikle günümüz modern ve kontrollü savaşlarını gözler önüne serer:

"Modern savaşın ama amacı, genel yaşam düzeyini yükseltmeksizin, makinelerin ürettiklerini tüketmektir. On dokuzuncu yüzyıl sonlarından bu yana, tüketim malları fazlasının ne yapılacağı, sanayi toplumunun gizli bir sorunu olagelmiştir. Pek az insanın yeterince yiyecek bulabildiği günümüzde bu sorun hiç kuşkusuz ivedilik taşımamaktadır; dahası, hiçbir yapay yok etme süreci yaşanmıyor olsaydı bile ivedilik kazanmayabilirdi...Savaşın asıl yaptığı yok etmektir; ama ille de insanları yok etmesi gerekmez, insan emeğinin ürünlerini de yok eder. Savaş halk kitlelerini fazlasıyla rahata erdirecek, dolayısıyla uzun sürede kafalarının fazlasıyla çalışmasını sağlayacak araç gereç ve donatımı paramparça etmenin, stratosfere yollamanın ya da denizin dibine göndermenin bir yoludur...Savaş uğraşı, ilke olarak, her zaman halkın basit gereksinimleri karşıladıktan sonra geriye kalabilecek üretim fazlasını tüketecek biçimde tasarlanır. Uygulamada, halkın gereksinimleri hiçbir zaman yeterince değerlendirilmediği için, sonunda zorunlu gereksinimlerin yarısı hep eksik kalır; ama bu bir avantaj olarak görülür. Ayrıcalıklı kesimlere bile sıkıntı çektirmek, bilinçli bir tutumun sonucudur; çünkü genel bir yoksunluğun hüküm sürmesi küçük ayrıcalıkların önemini arttırır ve böylece bir kesim ile öbürü arasındaki farkı büyütür...Demek, savaş daha önceki savaşlarla karşılaştırarak değerlendirdiğimizde, bir düzenbazlıktan başka bir şey değildir. Boynuzları birbirlerini yaralayıp bereleyemecek biçimde oluşmuş, geviş getirenler takımından bazı hayvanlar arasındaki dövüşlere benzemektedir. Ama savaşın, gerçek olmasa da, tümüyle anlamsız olduğunu söylenemez. Savaş, tüketim malları fazlasını eritmekle kalmaz, aynı zamanda hiyerarşik toplumun istediği zihinsel ortamın korunmasına destek olur. Savaş, görülebileceği gibi, artık tümüyle bir iç sorundur. Savaş Barıştır."[27]

Vietnam Savaşı'nda ABD bankerlerinin Sovyetler ile ticaretinde üretilen tanklar ile cephede ABD askerlerinin bu "kendi" tanklarıyla karşı karşıya gelmesi iğrenç bir durumun resmidir. Ve Trading with the Enemy Act'in ihlalinin de küçük bir kısmını görmüştük. Kanımca da bu kanun sadece bir kılıf idi. Her neyse. Baruch bu savaş durumunun normal zamanda devam etmesini öneriyor. Ve eğer, bu kooperatif özellikler devam etmez ise, iş adamının kışkırtılacağı ve birçoğunun genel kamu refahına çok az katkıda bulunarak özel kazanç için işlerini sürdürmeye karşı direnemeyeceklerini söylüyor. Baruch şuna varıyor:

"O halde soru, bu işbirliklikleri yetenekli oldukları iyi işleri sürdürmek için korunurlarken halkın çıkarını korumak için ne tür bir hükümet organizasyonu kurulabilir, olur."

Burada sadece, komün çıkarına olan planlamada, Karl Marx'ın öne sürdüğü proleterya öncülüğü yerine Baruch'un iş adamlarının öncülüğünü koyduğunu görüyoruz. Marx Komünist Manifesto'da şöyle der: "Modern devletin yürütme gücü, tüm burjuvazinin ortak işlerini yürüten bir kuruldan başka bir şey değildir."[28] Marx da aslında bu yürütme gücünün varlığını istemez. Sadece devrim sonrası işlerin yoluna koyulması için bir süreç olarak görür. Ardından da proleterlerin düzeni oturttuktan sonra devleti yok edeceklerini söyler. Üniversitede yıllarında Ütopik Sosyalist'leri eleştiren Marx'ın proleterlerden böyle bir özveri beklentisi ironiktir. Proleterlerin öncülüğünden kasıt da aslında proleteryanın diktatörlüğüdür. Lenin'in dediği üzere, bir takım silahlı işçiler burada rol oynar. Nihayetinde burada bir azınlık söz konusudur; yani kaçınılmaz bir oligarşik kolektivizm. Baruch belki de bi tık daha delikanlıdır. Fakat Baruch'un teklifinde teorikte tüketici bile kazanamaz. Çünkü tüketici haklarını koruyan serbest pazarın rekabeti ve verimliliğidir. Baruch'un teklifinde kazanan endüstriyel sektöre sahip olan azınlıktır. Baruch'un fikirlerinde de yine Frederick Howe'un "azınlık için çalışan çoğunluk" ilkesi vardır. İleride Bernard Baruch'un Roosevelt'in NRA programında olacağı da şaşırtıcı olmayacaktır. Ne ki, kendisi seçimlerde FDR'a $200,000 bağışlamıştır. Bunun yanısıra pratikte daha başarılı olan kooperatif sosyalizm örneklerine Federal Reserve System'da rastlıyoruz.

Federal Reserve System da gözen çarpan isim, daha önceden ismi geçen Max Warburg'un biraderi Paul Warburg. Warburg M.M. Warburg & Co(Hamburg), Kuhn, Loeb & Co., Samuel Montagu & Co. gibi şirketlerde yönetimde yer almıştır. Warburg, 1907'de finansal paniklerin başlangıcında ABD banka sistemi üzerine 2 tane broşür yazmıştır: Defects and Needs of our Banking System and A Plan for a Modified Central Bank.[29] 1910'da kendisi United Reserve Bank'a resmi olarak teklif edildi ve Başkan Woodrow Wilson tarafından Federal Reserve Board(Kurul)'a üye olarak atandı. Bilahare Danışma Konseyi'nde yer alması ve sonunda Federal Reserve Board Başkanı(1924-1926) olması gecikmedi. 1913'de Federal Reserve Kanunu'nca, Warburg ve arkadaşları Howe'un önerdiği üzre kendilerine legal tekelcilik haklarını tanıdılar. 1921'de özel International Acceptance Bank'i yürütürken hala Federal Reserve Board yönetiminde yer almaktaydı. 1925'de iki tane daha banka ekledi buna: the American and Continental Corp. and the International Acceptance Trust Co. Aynı zamanda akılda bulunmalı: Paul Warburg, IG Farben in Germany. I.G'ye bağı American IG Chemical Corp.'un yöneticisiydi; Farben Şirketi de 1933'de Nazi toplama kamplarında kullanılan Zyklon-B gazının üreticisiydi.

Murray Rothbard adındaki tarihcinin, 1929'daki ekonomik çöküşün 1920 kökenlerini anlatıyor:

"ABD senetlerinin alımı daha fazla tanıtım alırken satın alınan faturalar en az indirim kadar  ve hatta indirimden daha önemliydi. Satın alınan faturalar 1921 ve 1922'de Rezerv kredisinin enflasyonist geçit törenine öncülük etti; bunlar(Satın alınan faturalar -bills bought-) 1924 enflasyon dönemindeki senetlerden daha önemli ve 1927'dekiler ile aynı önemdeydi. Üstelik, yalnızca satın alınan faturalar 1928 yılının son ölümcül yarısında enflasyonun uyarıcısı olarak devam etti."[30]

Peki Rothbard tarafından Ekonomik Buhran'ın suçlusu ilan edilen bu "satın alınan faturalar" neydi? Akseptanslardı. Akseptans kabul belgesidir; evrak hukuku açısından poliçenin borçlu tarafından ödeneceğinin, imzalanması suretiyle kabulüdür. Akseptans işlemlerine en fazla dış ticarette ve milletlerarası mali ilişkilerde başvurulmaktadır. Dış pazarlarda poliçe işleme koyan firmalara dair tam bilgi sahibi olmayan veya dışarıdaki alacakları kovalamak güçlüğünü hesaba katan satıcılara bir banka imzası gerekli güveni sağlamaktadır.[31] Peki 1920'den önce ABD'de çokça tanınan akseptans marketini kim kurdu? Paul Warburg. Bu akseptanslardan aslan payını The International Acceptance Bank, Inc aldı. Bankanın başkanı Paul Warburg ve James Paul Warburg, Felix Warburg da kurucularıdır. Şunu belirtmeliyim ki, burada 1929 Ekonomik Buhranı'nın birincil sebebi olarak bunu göstermiyorum. Sadece veriler ışığında bunun da faktörlerden biri olduğunu söylüyorum. Paul Warburg'un bankaların enflasyonu önleme kabiliyetine sahip olduğunu söylediği şu muhtıraya bakalım:

"Hükümet ve ABD'nin bankaları çaresiz otomatlar iseler, enflasyon, şüphesiz doğmak zorunda kalır. Fakat bankalarımızın, tüm nakit rezervlerini kanunun gerektirdiğinden daha yüksek tutmak gibi -tabi gerçekten, ülkenin güvenliği için tavsiye edilen bir adımsa- ortak bir koruma planında iş birliği yapamayacaklarını izlenimine sahip olmak, bankalarımıza bir hakarettir."[32]

Rothbard şu sonuca varıyor:

"Muhakkak, Warburg'un Federal Reserve System'deki lider rolü, kabul(ekseptans) politikasından aslan payını almaktan bağımsız değildi."[33]    

Bu politikalar 1920'de enflasyona sürüklenmekte ve ardından 1929'de Büyük Buhran'a sebep olmakta etkiliydi; Bilahare de bir bankerler tarafından arzu edilen ekonomik planlamanın(New Deal) gerekli olduğu ortamı yaratmaktaydı. Bunlar; Tıpkı Sutton gibi, bu gerçeklerin altını çizebilen Rothbard'un belirttiği üzere "Genel halkın pahasına küçük bir gruba özel imtiyaz verilmesi." içindi. Bir finansal oligopoli için. Sutton şöyle diyor: "Hatta bugün, 1975'te bile, sorunun oldukça basit bir açıklaması tartışılmazken; akademik teorisyenler karatahtaları anlamsız denklemlerle dolduruyorlar, enflasyondan doğan genel halk mücadeleleri ve gelecek kredi çöküşlerinin sebeplerinden bahsediyorlar. Federal Rezerv Sistemi, kamu yararını koruma ve teşvik etme kisvesi altında birkaçının yararına çalışan para arzının hukuki özel bir tekelidir."[34] Warburg'a hayranlık duyan biyografi yazarlarından bir tanesi şöyle yorumluyor:

"Paul M. Warburg, muhtemelen bir devrim gerçekleştiren en hafif huylu adamdır. Bu kansız bir devrimdi: halkı silahlanmaya teşvik etmedi. Sadece bir fikirle silahlandırdı. Ve fethetti. Bu inanılmaz bir şey. Utangaç, duyarlı bir adam, yüz milyon insanla dolu ülkeye fikrini empoze etti."[35]

Aslına bakarsanız bu devrimin sosyalist devrimden pek bir farkı yoktu. Sovyetler'deki parasal diktatörlük ile Federal Reserve System'deki diktatörlük apaçıktır. Sözgelimi olaylardaki araca göz atalım: The International Acceptance Bank, Inc.'a.


Banka 1921 yılında New York'da kurulmuştur ve Warburg'un Bank of the Manhattan Company'sine bağlıdır. Bahsettiğimiz gibi Paul M. Warburg kurul başkanıdır. Kardeşi Felix (Kuhn Loeb & Co. partneri) ve oğlu James P. Warburg başkan yardımcılardırlar. Bankanın başkan vekili John Stewart Baker, Bank of Manhattan Trust Co. ve International Manhattan Co.'nun yöneticisi, aynı zamanda New York Title and Mortgage Co. gibi Wall Street'teki daha birçok şirketin yönetimindedir. Yönetim kurulunda bu örümcek ağının daha birçok ismi vardır: Newcomb Carlton(Rockerfeller kontrollü Chase National Bank Başkanı ve aynı zamanda Morgan    kontrollü Metropolitan Life Insurance Co. ve önceden sözü geçen American International Corporation'un başkanıdır.), Charles A. Stone(American International Corp. yöneticisi, Federal Reserve Bank yöneticisi(1919-1923)), David Franklin Houston(Morgan kontrollü Guaranty Trust Co., A.T.& T.), Philip Stockton(A.T. & T., General Electric),... Peşi sıra kesilmek bilmeyen ağın içinde daha fazla isim var. International Acceptance Bank'ın yönetimindeki kişilerde de göze çarpan şey American International Corp.'un da yönetiminde yer almaları. Ki bu da, Bolşevik Devrimin'deki araçlardan bir tanesiydi. Sonuçta International Acceptance Bank yönetimi bankerler ile doluydu. Warburg ve Roosevelt ortaklığı çok eski ve New Deal'da da kendini göstermektedir. James P. Warburg'un tutanaklarında bu eski ortaklığı görebiliyoruz: "Başkan'ın en büyük oğlu James Roosevelt'i bir kaç yıldır tanıyordum. Çünkü White Plains'deki Amcam Felix'in arazisinde bulunan kır evlerinden birinde yaşıyordu."[36] Nitekim James Warburg da ileride Franklin D. Roosevelt'in parasal danışmanı olacaktır. Aynı şekilde Warburg-Morgan-Roosevelt ilişkileri için de gazete küpürlerine bakabilirsiniz.[37][38] Warburg'ların NRA programına ilişkin ilgileri, 1933'de FDR'a gönderilen muhtırada yer almaktadır:

"Başkan için muhtıra: Yurtiçi Para Birimi Sorunu. Yönetim, kanımca, bugün olduğundan daha ciddi bir durumla karşı karşıya gelmedi. Tüm kurtarma programı -ki politikasının kalbi budur-, parasal alanda belirsizlik ve şüphe ile tehlikeye girmektedir. Eğer bilinmeyen bir miktarda parasal değer kaybı ve parasal deneylerin korkusu varsa, The National Recovery Act(Ulusal İyileştirme Yasası) muhtemelen herhangi bir yararlı sona işlev gösteremez. Şimdiden muazzam bir sermaye akışı oldu ve belirsizlik sürdüğü sürece bu uçuş artan bir hızla devam edecek."[39]

Temmuz 1933'de, James Warburg bu muhtırayı FDR'a gönderdiğinde Hazine Sekreteri (Secretary of the Treasury) FRB(Federal Reserve Board)'nin yöneticisi olan William H. Woodin'di. Yine benzer şekilde FRB'nin vekil başkanı FDR'ın "en sevdiği amcası" Frederic Delano idi. Frederic Delano da 1931-1936 yılları arasında Federal Reserve Bank kurulunda başkandı ve FDR 1934'de Delano'yu National Resources Planning Kurulu başkanlığına atadı. 1933-34 yıllarında ABD, tarihinin en kritik finansal krizini yaşadı. Peki FDR ne yaptı? Krizden sorumlu olan operatörleri finansal doktor olarak çağırdı.[40] Sonradan göreceğiz ki National Industrial Recovery Administration'a son halini veren Warburg'lar olmuştur.

Sonuçta bazı finansör-filozoflar bu kooperatif sosyalist fikirlerin gelişim aşamasında literatüre bir takım yazmalar bırakmışlardır. Ne ki, çoğu Manhattan'da aktif rol oynayan bankerlerdendir. Kendisi bile saçma olan "herkes için herkes" ideolojisini "azınlık için çoğunluk" fikrinin üstüne giydirmeye çalışmışlardır. Bu ideolojinin halk tarafından benimsenmesi bir yana, kamu alanları ve bu bankerler arasındaki ilişik zaten bunun yürürlüğe sokulduğunu göstermektedir. Sutton'a göre bu gerçekler tarihçiler tarafından yadsınmıştır. Daniel Fusfield diye bir tarihçi de bunun altını az da olsa çizmiştir:" Erken New Deal'ın N.R.A.'da gelişecek olan ticaret birliği hareketinde aktif rol aldı."[42]. Fakat FDR'ın ticaretteki rolünü "meraklı bir karışım" olarak tanımlamaktadır. Fusfield: "FDR, sırf kar etmenin, iş hayatının bir gerekçesi olmadığı konusunda ısrar etmektedir. Ona göre, bir iş adamı aynı zamanda kamu hizmeti güdüsüyle de hareket etmelidir." Bunlar Fusfield'e göre "bir dizi, tamamen spekülatif ve halka hizmet etmekle ilgisi olmayan tanıtım girişimleri"ydiler.[3] Fakat durum bunlardan daha fazlası: Karı maksimize etmekti. Şimdi ise, American Construction Council (A.C.C.)'ye bir göz atalım.


American Construction Council (A.C.C.) Mayıs 1922'de kurulmuştur. Orijinal teklif Ticaret Sekreteri Herbert Hoover'dan gelmiştir ve Franklin D. Roosevelt'in altında yürütülmüştür. A.C.C.'nin halka açıklanan amacı üretimin verimliliği, standardizasyonu, ve etiğiydi; ama daha önemlisi ve daha gizlisi ise, hükümetin tekelcilik karşıtı soruşturması kapsamından korkusuzca kendi fiyatını ve üretim seviyelerini düzenleme fırsatı sağlamasıydı: "İnşaat endüstrisini yüksek bir bütünlük ve verimlilik düzlemine yerleştirmek ve inşaat sektöründeki hizmetin iyileştirilmesine adanmış bir dernek aracılığıyla mevcut kamu kurumlaru tarafından yapılan iyileştirmeye yönelik çabaları ilişkilendirmek"[41] Baruch'un dediği şey aslında buydu: Kamu hizmeti verirken hükümet altında endüstriyi düzenle. Aşağıda bu konseye FDR tarafından belirgin kişilere yapılan davetiyeleri göreceksiniz:






FDR, konsey için bazı bankerlerden yatırım ve katılım bekliyor. İnşaat sektörünü devlet eli altında nasyonel hale getirerek ticaret yapmak yine birincil hedeftir. Adam Smith şöyle der: "Aynı ticaretin insanları bile nadiren de olsa neşe ve eğlence için araya gelebilir; fakat muhabbet, halka karşı yapılan komplolar ve fiyatları yükseltmek için bir entrika ile son bulur."[41]

Bahsedilen kişiler FDR'ın seçim kampanyalarında FDR'ı desteklemişlerdir. Nitekim detaylarına girmediğim New Deal programı başlı başına bir olaydır, ve aynı şekilde Swope Planı'nı da öyle. Bu kooperatif sosyalistlerin eylemlerinin kanıtlı detaylarına Antony Sutton'un Wall Street and FDR kitabında ulaşabilirsiniz. Hatta Sutton'un Bolşevik Devrimi ve Hitler'in Yükselişi'ni de içeren bu üçlemenin kesinlikle okunması gerekir. Geçmişi değiştirmek isteyenler olacaktır. Yine 1984 romanından: "Geçmişi yöneten geleceği yönetir. Şimdiyi yöneten geçmişi yönetir." 3 bin yılın hesabını iyi vermek zorundayız; ve elimizde internet varken bunu gerçekten iyi yapmalıyız. Dediğim gibi kişiler ve kurumlar değişime uğramaktadır, uğrayacaktır. Nitekim hiçbiri önem arz etmez bunların; önemli olan fikirlerdir. Politik doğruculuk uğruna ancak bir romantizm kadar gerçek olan fikirleri umarsızca savunmak muhtelemen büyük bir kitleye üniversite hayatı boyunca karizma sağlarken azınlık bir kitleye de hatırı sayılır faydalar sağlayacaktır. Bahsettiğim tarihi gerçekleri aktaran Sutton'un metodolojisi nispeten diğer tarihçiler ile aynıydı. Kitabın kapağına da baktığım taktirde, kitabın otobüs duraklama yerlerinde ve benzin istasyonlarında satılan bir şeye dönüştürülmüş olduğunu tahmin edebiliyorum. Bu gerçekleri saçmaya indirgeme ya da "komplo teorisi" olarak isimlendirmek aslında tutarsızca bir eleştiriden ibaret. Bir eleştiri bile denemez; zira tarihteki bir olayın bir plan sonucu gerçekleşmesi ile doğru olması arasında bir bağlantı yoktur. Hatta gerçek olduğu varsayılıp da üzerinde hemfikir olunan tarihi veriler de planlar üzerine kurulu olan şeylerdir. O halde ayrışılan nokta daha önce de dediğim gibi, sahip olunan mutabıkların sayısıdır. Bunlar tabi nihayetinde doğru bilginin -epistemolojik metodoloji- ölçütleri değildir. Özellikle bu tarz tarihi verilerde, Descartes'in yöntemi benimsenebilir : Kartezyen kuşku metodu. Descartes'e göre bir sepet içindeki elmaların bazılarının çürük olduğunu düşünüyorsak en iyi ayıklama yöntemi sepetin tamamen boşaltılmasıdır. İncelediğiniz elmaların sağlamlığından emin olduklarınızı sepete geri koyarsınız. Fakat çürük olanları tekrar sepete atmazsınız. Her neyse, bunu sadece aklıma geldiği için paylaşmak istedim. 21. yüzyılda dünyanın hala birileri tarafından yönetilmediğini düşünmek güçtür. Bunu düşünüyor olmak yenilginin -teleolojisi- kabullenilmişliği değildir. Bir yerde, birilerinin gökten zembille indirdiği ve ardından finansal olarak desteklediği Kızıl Devrim var. Bir yerde de, ülkenin her ferdinden, 2 ekmeği varsa 1 tanesinin istendiği Tekâlif-i Milliye var. Kahraman fikirler, kahraman ideolojiler hiç olmadığı kadar yakında aslında. Fakat çürükleri ayıklamak gerekiyor. Bu yazıyı artık bitiriyorum. Sözün özü, tıpkı şuanda da dünya zenginliğinin %90'ına %10'luk bir kısmın sahip olması gibi elinde gücü tutan birileri olacak, nitekim bu "güç istenci" insana has bir şey; fakat önemli olan şey fikirleri anlayarak bunu yaşayabilmek. Benliğinizi unutmayın ve arada bir yalnız kalıp kendinizle "sosyalleşin".

Yazıda dilim döndüğünce bazı fikirleri eleştirmeye çalıştım. Çoğunlukla da düzgün bir çeviri getirmeye uğraştım. Her ne kadar giriş mahiyetinde bir erk edinsem de, bu yazının asıl amacının Sutton'un diğer eserlerine yönelik bir okuma çağrısı niteliğinde olduğunu belirtmek isterim.

Birbirimize hep "hakkı" ve en önemlisi "sabrı" tavsiye etmek ümidiyle.


Sosyalizm eleştrisi.

Dipnot

[1] Frederic C. Howe, Confessions of a Monopolist (Chicago: Public Publishing Co. 1906).
    Howe'un kitabının yayımcısı, John D. Rockerfeller tarafından 1973'de yazılan The Second American Revolution adlı kolektivist mersiyenin yayımcısıyla aynıdır.

[2]    Sutton, Bolshevik Revolution, op. cit.

[3] Howe, op. cit., p. 145.

[4] Otto H. Kahn, Of Many Things, (New York: Boni & Liveright, 1925), p. 175.

[5] R. S. Brookings, Economic Democracy, (New York: Macmillan, 1929), pp. xxi-xxii.

[6] R. S. Brookings, Industrial Ownership (New York: Macmillan, 1925), p. 28.

[7] a.g.e p.44

[8] The Nation's Business, June 5, 1924, pp. 7-8.

[9] Brookings, Industrial Ownership, op. cit., p. 56.

[10] Brookings, Economic Democracy, op. cit., p. 4

[11] R. S. Brookings, The Way Forward (New York: Macmillan, 1932), p. 6.

[12] a.g.e p. 8.

[13] John A. Garraty, Right Hand Man: The Life of George W. Perkins, (New York: Harper
& Row, n.d.), p. 216.

[14] a.g.e

[15] Filene, The Way Out, op. cit., p. 281

[16] Filene, Successful Living in This Machine Age, op. cit., p. 269.

[17] From Samuel Crowther, A Basis for Stability, (Boston: Little, Brown, 1932), p. 59.

[18] a.g.e p.111.

[19] a.g.e p.113.

[20] Antony Sutton, Wall Street and FDR, s. 72.

[21] Clinton Roosevelt, The Science of Government Founded on Natural Law (New York:
Dean & Trevett, 1841)

[22] Margaret L. Coit, Mr. Baruch (Boston: Houghton, Mifflin, 1957), p. 147.

[23] a.g.e p. 172.

[24] Antony Sutton, Wall Street and FDR, s. 78.

[26] a.g.e

[27] George Orwell, 1984, s. 201-216

[28] Karl Marx, Frederich Engels, Komünüst Manifesto, Can Yayınları, s.52

[29] Paul Warburg, The Federal Reserve System, Its Origin & Growth; Reflections & Recollections (New York: Macmillan, 1930)

[30] Murray N. Rothbard, America's Great Depression (Los Angeles: Nash Publishing
Corp. 1972), p. 117.

[31] https://www.iktisatsozlugu.com/nedir-1117-AKSEPTANS

[32] United States Senate, Hearings, Munitions Industry, Part 25, op. cit., p. 8103.

[33] Murray Rothbard, America's Great Depression, op. cit., p. 119.

[34] Antony Sutton, Wall Street and FDR, s. 83.

[35] Harold Kellock, "Warburg, the Revolutionist," in The Century Magazine, May 1915, p. 79.

[36] James P. Warburg, The Long Road Home: The Autobiography of a Maverick (Garden City: Doubleday, 1964), p. 106.

[37] New York Daily Tribune, January 25 Tuesday 1910, sf 2. (sol alt taraf.)

[38] The Washington Times, The Final Edition, June 9 Monday 1919, Number 11.190  (sağ orta taraf)

[39] Franklin D. Roosevelt and Foreign Affairs, Vol. I, p. 325. Memorandum of James P. Warburg to Roosevelt, July 24, 1933.

[40] Antony Sutton, Wall Street and FDR, s. 85.

[41] Adam Smith, An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations (London: George Routledge, 1942), p. 102.

[42] Cited in Fusfield, Economic Thought, op. cit., p. 102.

[42] Daniel R. Fusfield, The Economic Thought of Franklin D. Roosevelt and the Origins of
the New Deal

 




Franklin D. Roosevelt, Ekonomik Krizler, Şirketler ve Sosyalizm I



Selam. Biraz uzun bir yazı olacak. Aslında genel itibariyle Antony Sutton adlı tarihçinin söylediklerini Türkçe'ye çeviriyor olacağım. Fakat bunun yanında bazı ekleyeceğim ifadeler olacak. Konuya da öz mahiyetinde kısaca bir değinmek istiyorum:

Franklin Delano Roosevelt, Amerika Birleşik Devletleri'nin 32. başkanıdır. Ve ABD halkının en sevdiği başkanlarından birisidir. Fakat ayakta uyuyan ABD Halkı bu başkanını da zerre kadar okuyamamıştır. Kendisi Manhattan'ın en eski bankerlerindendir; bu gerçek başlı başına bir sorun teşkil etmez tabi ki. Fakat kendisi devletin gücünü ticaret yapmaya ve Wall Street'deki finansörlerine "ortak çıkarına" hareket edecek şekilde kullanmıştır. Pazardaki kariyerinin önemli noktalarından bu teze kanıtlar göstermeye çalışacağım. Bahsettiğim üzere, sunacağım kanıtlarda özellikle Sutton'dan faydalanıp ondan esinlensem de, günümüz internet verileri ışığında, üzerine koyacağım belgeler olacak. Aynı zamanda daha çok üzerinde duracağım nokta FDR(Franklin D. Roosevelt)'ın bazı arkadaşların düşünsel olarak sosyalist planlamayı nasıl doktrin haline getirdiklerini ve bu eylemlerin arkasındaki düşünsel şemanın çizgisini göstermek olacak. Yazıda çok fazla isim ve çok fazla kurum ile karşılaşacağız. Bağlantıların altını çizmek adına vereceğim isim ve kuruluşun neredeyse tamamı önem arz etmemektedir. Zira bu isim ve kuruluşlar gelip geçici; fakat yatırım yaptıkları sistemin öğretisi, neyi bize satmaya çalıştığı ve ideolojisi kesinlikle kalıcıdır. Bu düşünsel arkaplanı, "yeteneksizin yetenekliyi sömürmesinin" ne gibi başlıklar altında meşrulaştırılmaya çalışıldığını anlamamız gerekiyor. O yüzden isimlerden çok fikirlere takılın. Evet, FDR demiştik. Çok sevilen bu başkanın ne haltlar yediğine bakmaya başlayalım isterseniz.              


Önce FDR'ın politik gücünün arkasındaki kan bağına bir göz atarak hızlı bir giriş yapalım.
FDR'ın anne tarafı yani Delano tarafı FDR'ın politik hayatı boyunca daha etkin olmuştur. Zira ailenin tarihine baktığımız zaman Delano sülalesinden her üç kişiden birinin Beyaz Saray'da bulunduğunu görüyoruz.[1]

Delano soyu tarafından akraba olduğu ABD Başkanları: John Adams, James Madison, John Quincy Adams, William Henry Harrison, Zachary Taylor, Andrew Johnson, Ulysses S. Grant, Benjamin Harrison, and William Howard Taft.[2]

FDR'ın Roosevelt tarafında ise akraba olduğu 2 tane ABD Başkanı var: Theodore Roosevelt and Martin Van Buren. Ayrıca George Washington'un karısı Martha Dandridge, FDR'ın ataları arasında ve Daniel Delano tarafından da Winston Churchill ve Franklin D. Roosevelt'in kuzen oldukları iddia ediliyor.[3]

Açıkçası buradaki bağlantıları sadece bürokrasideki konumunun hasbelkader gelişmediğini ve hem Roosevelt hem de Delano aileleri tarafından güçlü bir soydan geldiğini göstermek için belirtiyorum. Fakat yinede kurcalarken bu kökler üzerine daha derin araştırmalar yapan ve ortadaki monarşiye dikkat çekmeye çalışan teorisyenlere rastladım. Örneğin Michael Tsarion adındaki komplo teorisyeni şöyle diyor: "Amerikalılar her zaman, geleneksel tarihin 'Bağımsızlık' olarak adlandırılan savaşları sırasında mağlup edilen Britanya ve Avrupa'nın aynı kraliyet aileleri tarafından yönetildi."[4]
Bu yazıda buna değinmeyecek olsam da, 1776 yılında bağımsızlığını Avrupai monarşilere karşı ilan eden ABD'nin, her devlet başkanının bu Avrupalı hükümdarların soyundan gelmesi şaşırtıcı. Aile bağlarının, bu soylu bireylerin yükselmesindeki tek etkisi belki zenginliğin ve statünün getirileri olabilir. Yine de "demokraside" seçilen bu başkanların, her seferinde İngiliz ve Fransız kraliyet ailelerinden çıkma olasılığı da iyiymiş. Her neyse, sallayın bunu.


Özellikle Delano ailesi, 1920-30'larda ve hatta öncesinde Wall Street'de aktiftiler. Hatta belirgin olarak yurtdışı ve ABD arasında demiryolu geliştirme işiyle uğraşmışlardır. Lyman Delano(1883-1944), FDR'ın dedesi, bu demiryolu işlerinin yöneticisi ve kariyeri boyunca Wall Street'de yönetici olarak aktif olduğu şirketler şu şekilde: Northwestern Life Insurance of Chicago, Stone & Webster, Atlantic Coast Line Railroad, Aviation Corporation, Pan American Airways, P & O Steamship Lines.[5] Bunların hepsini veri olarak sunuyorum, bakıp geçmeniz yeterli olur. Wall Street'deki etkin Delanolardan bir diğeri de Moreau Delano. Yönetici olduğu şirketler: Brown Brothers & Co(partner), Cuban Cane Products Co, American Bank Note Company. Delano ailesinin Wall Street'de iş yaptıklarını görebiliyoruz bu verilerden. Fakat göze çarpan bir aile üyesi var ki o da FDR'ın "en sevdiğim dayım" dediği Frederic Adrian Delano(1863-1953). Kendisi demiryolu işiyle başlayıp daha sonra Wheeling & Lake Erie Railroad, the Wabash Railroad ve Indianapolis and Louisville Railway gibi şirketlerde başkanlık yapmıştır. Fred, 1914'de ABD Başkanı Woodrow Wilson tarafından Federal Rezerv Sistemi'nin kuruluna atanmıştır. Federal Rezerv Sistemi, 23 Aralık 1913'de kurulan ABD'nin merkez bankasıdır. Şimdi dananın kuyruğunun koptuğu belgelere bakalım. Bu belge henüz FDR'ın kendisinin politik konumunu kullanarak serbest pazarı nasıl manipule ettiğini göstermeyecek, fakat Delano ailesinin kamu kuruluşlarındaki konumu ile Wall Street'deki "bankacılık kardeşiliği" ilintisine dair bir ışık tutacak:


Mektupda, Benjamin Strong(merkez bankacı), gizli tutacağını belirterek Fred'den bir takım gizli belgeleri istiyor. Ve ardından kendisine Denver'da "tesadüfen" uğramasını istiyor. Açıkçası bu belge kendi başına bile hoş olmasa da burada varmak istediğim nokta henüz bu değil.

1923: League of Nations International Committee, başkan
1927: Commission on Regional Planning in New York, başkan

Hatta 1934'de FDR dayısını National Resources Planning Board'a başkan olarak atadı. Bu komisyonun Endüstriyel Komitesinde Isador Lublin (Kore Savaşı öncesi, Sovyetler Birliği'ne endüstriyel teknolojinin transfer edilmesinde belirgin kişi) gibi kişiler vardı. Fakat isimlerde boğulmamıza gerek yok, anlatmak istediğim şey kendisinin politikadaki kariyeri ve Wall Street'deki konumuydu. Sonuçta FDR'ın Delano soyunun 19.yüzyıla uzanan Wall Street'deki aktifliğini görüyoruz.  

Franklin Delano Roosevelt, aynı zamanda Roosevelt soyundan da ABD'deki köklü banker aileleriyle bağlantılı. FDR'ın büyük büyükbabası, James Roosevelt 1784'de Bank of New York'u kurmuştur ve zaten 1786-1791 arası ABD Başkanıydı. 1797'de Roosevelt & Son of New York City kurulmuştur. 17.yüzyıla kadar bu şekilde Roosevelt ailesinin New York'daki bankacılık köklerini görebilmekteyiz. Endüstriyel açıdan bakarsak, James Roosevelt 1740'da, New York'da ilk şeker rafinerisini kurmuştur ve bu Cuban şeker rafinerisi ile bağlantıları 1930'lara kadar devam etmiştir. FDR'ın babasının adı da James Roosevelt ve kendisinin yönetici olarak yer aldığı şirketler şu şekilde: Coal Company of Maryland, Cumberland & Pennsylvania Railroad, New Albany & Chicago Railroad, Susquehanna Railroad Co., Champlain Transportation Co., Lake George Steamboat Co. Çok daha fazlası var ama burada kesiyorum. Dikkat çekici olanı ise, 1871'de demiryollarını satın almak ve geliştirmek için kurulan ilk güvenlik şirketlerin bir tanesi olan Southern Railway Security Şirketi. Bu Southern Railway Security Şirketinin bazı kartelleşme aktiviteleri, sonralarda inceleyeceğimiz National Recovery Act(NRA)'ın tekelleşme prensiplerindeki dahilindeki ticaret işbirlikleri aktiviteleri ile benzerlik gösteriyor.

George Emlen Roosevelt (1887-1963), Franklin and Theodore Roosevelt'in kuzenlerinin yöneticisi olduğu şirketler: Roosevelt & Son, Chemical Bank, Bank for Savings in New York ve Morgan kontrollü Guaranty Trust Company.

Theodore Roosevelt, ABD'nin 26. başkanı bir başka güçlü Roosevelt ailesi üyesi. Politik kariyeri: 1882-1884 Meclis Üyeliği, 1889 U.S. Civil Service Commission üyesi, 1995 Police Commissioner of New York City, 1897 Assistant Secretary of the Navy ve son olarak da 1901'de McKinley'in suikastinden sonra ABD Başkanı olmuştur. Theodore Roosevelt'in, J.P Morgan tarafından desteklenen[7] ve ticaret üzerine kurulmuş olan Progressive Parti'sinin(siyasi parti) bir oturumundaki şu bölüme bakalım:


Burada eyaletler arası şirketlerin işbirliği için ulusal bir düzenleme talep ettiklerini belirtiyorlar. "The corporation is an essential part of modern business." yani "İşbirliği modern iş dünyasının vazgeçilmez bir parçası.". Bu kısım su götürmez bir gerçek sanırım. Ekonomi hakkında bilgiye sahip değilim. Fakat Akıl Oyunlarındaki Adam Smith ve Nash Dengesi sahnesini hatırlatıyor bu bana: "Rekabet durumunda kişisel hırslar ortak çıkarlara hizmet eder." Yeterince mantıklı. Morgan tarafından desteklenen bu partinin, "The concentration of modern business, in some degree, is both inevitable and necessary for national and international business efficiency." yani "Modern iş dünyasının konsantrasyonu, bir dereceye kadar, ulusal ve uluslararası iş verimliliği için hem kaçınılmaz hem de gereklidir." beyanının, Marxist, Karl Marx'ın düşüncelerinden tek farkı belki de Marx'a göre "gerekli"den ziyade sadece "kaçınılmaz" olmasıdır.[8] Fakat FDR'ın sülalesinde benimsenen bu mottonun, iktisatçıların kast ettiği işbirliği tanımından farklılılarını kanıtlarla göreceğiz, zira kendilerinin bu işbirliğindeki kasıtları, kamudaki konumlarıyla bulaştırdıkları kamu işbirlikçiliği olmuştur.

Nicholas Roosevelt (1658-1742): New York State Assembly üyesi
Isaac Roosevelt (1726-1794):  New York Provincial Congress üyesi
Clinton Roosevelt (1804-1898): New York State Assembly üyesi, aynı zamanda sonralarda inceleyeceğimiz ABD'nin içinde bulunduğu ekonomik krize "çözüm" için FDR tarafından sunulan "New Deal" ile benzerlik gösteren ekonomik programın yazarıdır.

Sonuç olarak Franklin Delano Roosevelt'in hem annesinin soyundan(Delano) hem de babasının soyundan(Roosevelt) Wall Street ittifakında ve de bürokrasinin basamaklarında çok fazla bağının olduğunu görüyoruz. Roosevelt soyundaki kişiler tarafından da iş dünyasına müdahale doğrultusunda uygulan politikaların güdüldüğünü gördük. Fakat asıl tez bu politikaların bürokrasi konumlarının, kamu hizmeti örtüsü altında kendilerinin ekonomik çıkarlarını gözettikleri bir araç olduğu yönündedir. Bunu toptan soya mal etmek doğru olmaz. Zira Frederic Adrian Delano'nun bıraktığı yazmalarda[9], son dönemlerinde şirketleri bırakıp daha çok sosyal planlamalar konusunda dikkat çektiğini görüyoruz. Fakat Clinton Roosevelt'dan tutun FDR'a kadar bir "bırakınız yapsınlar" politikasından ziyade, ekseriyetle bu müdahaleleri görüyoruz. Nitekim ikisini de inceleyeceğiz.

"İşin aslı, sizin bildiğiniz ve benim de bildiğim gibi, büyük merkezlerdeki finansal unsurlar Andrew Jackson'un dönemlerinden beri hükümete sahip oldu. Ve bundan Woodrow Wilson'un yönetimini de dışlamıyorum. Ülke Jackson'un, ABD'deki bankalarla savaşının tekerrününü yaşıyor. Sadece çok daha büyük ve daha geniş bir temelde." [10]
Franklin Delano Roosevelt

Andrew Jackson, 7. Amerika Birleşik Devletleri Başkanıdır. Bu kişisel mektup FDR tarafından 1933'de Albay Edward Mandell House'a gönderilmiştir. Albay House'un Bolşevik İhtilali'ndeki pis icraatları da takdire şayandır. FDR'ın buradaki sözleri de krize atıftır aslında. Nitekim doğrudur, fakat kendisinin hem bu finansal unsurları hem de ABD yönetimini temsil ettiğini göreceğiz. Aşağıdaki resimde de FDR'ın ölümünden 10 yıl sonra William Allen White diye bir editör tarafından yapılan gözlem bulunmakta:





Kendisi ABD'nin hem iç hem de dış savaş yaşadığını belirtiyor.  Ulusal organize edilen çoğu endrüstinin hatta belki de tamamının, savaş cephesinin her iki tarafında faaliyet gösteren büyük ulusal örgütlerin, kartellerin, anlaşmaların bir parçası olduğunu belirtiyor White. Gösteriyi, FDR'ın sunduğu ekonomik kalkınma hedefindeki "New Deal" planının değil de Hitler'i bile finanse edebilecek kadar kötü olan, birleşmiş sanayi zenginliklerinin sunduğunu belirtiyor.

Franklin Delano Roosevelt, ABD halkının çok sevdiği başkanlarından. Neredeyse baktığım tüm biyografi eserlerinde kendisinden övgüyle bahsedildiğine rastlıyorum:

"Çok ayrıcalıklı bir zenginlik ve fırsatlarla dolu bir hayatın içinde doğdu, ama
o, Amerikan yoksullarının şampiyonu oldu ve zenginlikten feragat etti. "[11]

Şimdi gerçekten öyle miymiş bir bakalım.

1921 yılının başlarında Franklin D. Roosevelt, Fidelity & Deposit Şirketi'nin (F&D Company of Maryland) başkan vekili ve bu şirketin New York 120 Broadway'deki yöneticisi olmuştur. Fidelity & Deposit şirketini aklınızda tutun, çünkü bir süre onu inceleyeceğiz. Aynı zamanda 120 Broadway adresinin de, FDR ve Wall Street tezinde ne kadar kritik olduğunu yazının en sonlarında inceleyeceğiz. Fidelity & Deposit şirketi bir sigorta şirketi aslında. Bu tarz şirketlerin yaptığı iş "bonding business" olarak geçiyor. Ve bildiğimiz sigortadan biraz farklı. Burada hizmet alan, hizmet veren ve bond(bono) şirketi tarafları bulunmakta. Diyelim bir inşaat yaptırmak istiyorsunuz ve belirtilen şartlarda bir hizmet beklediğinizi gösteren bir borç senedini bu 3 taraf da imzalıyor. İnşaatı gerçekleştiren müteahhit tarafından, belirtilen şartlar sağlanmadığı takdirde, siz bond şirketinden tazminat alıyorsunuz ve her türlü kafanız rahat. Artık bond şirketi hukuksal olarak olayla ilgileniyor ve orası sizi bağlamıyor. Fakat bu teminatı sağlamak için tabi ki de ödediğiniz bir miktar para var. Bu parada hizmet aldığınız şey için ödeyeceğiniz para miktarı arttıkça artıyor. Fidelity & Deposit şirketinin fonksiyonu basitçe bu şekilde açıklanabilir ve F&D, pazardaki "bonding business" dünyasında bulunan birçok şirketten bir tanesi.

Peki neden Fidelity & Deposit'in yönetim kurulu başkanı Van Lear Black, bu önemli konuma acemi Franklin D. Roosevelt'i atadı? FDR'ın biyografisini yazan kişilerden Frank Freidel şöyle diyor: "Van Lear Black'in onu işe alması akıllıca bir iş hareketi miydi ya da sadece şöhret toplamak için mi, bunu belirlemek imkansızdır. Roosevelt'ten hoşlanmayan bazı Wall Street bankerleri 'şirket yılda yirmi beş bin dolar maaşı ona ödeyerek boşa harcadı' diyerek onu suçlayabiliyorlardı."[12] Fakat Van Lear Black'in onu işe almasının tek bir sebebi vardı, o da bonding işinin çoğu zaman politik etkiden bağımsız olmayışıydı. FDR'ın 1921'den 1928'e kadar mektup dosyalarına baktığımızda, hizmetin kalitesi ya da ücretin, nadiren rekabetçi unsurlar olduğunu, fakat asıl rekabetçi unsurun "Kimi tanıyorsunuz?" yani, politik hamlelerin olduğunu görüyoruz. FDR'ın da güçlü yani da buydu ve Van Lear Black bunu çok iyi biliyordu. Farklı biyografi kitaplarında da bunun normalize edilmiş şekilde ele alınmasını görüyoruz. Örneğin kayınpederi FDR olan Curtis Bean Dall tarafından aktarılan biyografisinde şöyle geçiyor : "Çok sayıda arkadaşı ve New York'daki eski siyasi bağlantıları onu bu iş için değerli yapıyordu."[13] Ve başka bir biyografisinde ise: "...Van Lear Black, Roosevelt'e hayrandı ve onu müşteri çeken bir kazanç olarak öngörüyordu."[14] ifadesi geçiyor. Ve kendisinin "öngörülen" bu getirilerinin farkında olan FDR da, nitekim ileride meyvesini veriyor. 

Bond işinin çoğu zaman politik etkiden bağımsız olmasından bahsettim yukarda. Şimdi bunu biraz daha açalım. FDR'ın mektup dosyalarında bulunan gazete küpürlerinde, bond işininin üzerindeki politik etkilerin örneklerine rastlıyoruz. Küpürlerde New York Eyaletinin hükümet memurlarının, kendilerinden "rica edildiği" üzere eyaletteki inşaat işleri için gizli senetler sattıklarını görüyoruz. Albany eyaletindeki başka bir bond şirketi olan O'Connell Brothers & Corning'ın üyesi ve aynı zamanda Albany'de kamu işlerinde görev alan Daniel P. O'Connell, eyalet çapında bir etki yaratma peşinde: (Gösterilecek mektuplar için kaynak[15])




O'Connell'in insanların, özellikle il ve ilçede inşaat yapmak isteyenlerin, onları tercih etmeleri için elinden geleni yapacağını söylüyor. Tabi bunu da (he uses the influence of his position) "konumunun etkilerini kullanarak" yaptığı belirtiliyor. O'Connell ardından eyalet müteahhitlerine ve bürokrasideki "dostlarına" şu yazıyı gönderiyor:




"Bu ofiste, sizlere hizmet etme şansı verirseniz sevinirim.". Görünen o ki, bond işinde bunlar aktüel method olarak benimsenmişti. Nitekim FDR da Fidelity & Deposit Şirketi'nin başındayken aynı methodu takip edecek. Aralık 13, 1921'de, International Association of Machinists hazinedarı E. C. Davison FDR'a şöyle yazar:





"Şu an bond işimizin büyük kısmını, büyük ölçüde, bu kuruluş ile olan bağlantınız sebebiyle şirketinizle yapıyoruz." Ocak 26, 1922'de International Molder's Union of North America Başkanı Joseph F. Valentine, FDR'ın Deniz Kuvvetleri Yardımcı Sekreterliği yaparken bu sendikaya yaptığı katkılardan dolayı minnettar olmalı:





"Halihazırdaki kontratlar biter bitmez, verebileceğimiz tüm işleri F&D şirketine vermeyi istiyorum. Şirketinize işimizi halletme fırsatını size vermek, benim için kişisel bir zevk olacak." Üstelik millet birbirine yaranma politikası de yine FDR'a yarıyor. Örneğin International Association of Boilermakers başkanı, Berres of the Metal Trades Department sekreterine şöyle yazıyor:





"Sayın Roosevelt'e hizmet edebilmek için elimden gelen her şeyi yapacağımdan emin olabilirsiniz, ve bugün Roosevelt'e yazıyorum." FDR,  belki de potansiyelde kullanabileceği maksimum politik yardımları, bu şartlar altında pekala değerlendirebilmişti. Van Lear Black'in(F&D'nin yönetim kurulu başkanı), FDR'ı "müşteri çeken bir kazanç" olarak "öngörmesi", yazı turadan daha fazlasıydı. FDR, bond işinde dönemin aktüel ve yaygın methodunun kullanırken belki de bunun kendi eylemlerini meşrulaştırdığını düşünüyordu. Zira şu mektupda hiç lafı uzatmıyor:


Franklin D. Roosevelt to Congressman J. A. Maher, March 2, 1922

"Eski arkadaşlığımızın avantajını kullanarak Brooklyn'de bulunan güçlerden seneti(bonding) alabilmek için bana yardım edip edemeyeceğinizi soracağım. Hükümet çalışmaları ile bağlantıya ihtiyaç duyulan çok fazla senet ve ayrıca her devlet memurunun vermesi gereken kişisel bond kontratları var. Umarım eski dostlarım beni hatırlamak için isteklidirler. Ne yazık ki, şuanda bu konuyu onlara açamıyorum, ama sonuçta benim arkadaşlarım, aynı zamanda sizin de arkadaşlarınız ve eğer zamanınız varsa bunu benim için yapabileceğinizi düşünüyordum. Bana gerçekten yardımınız dokunabilir. Sizi temin ederim ki, bu iyiliğiniz unutulmayacak."


Yine aynı şekilde, karşılıklı yardımlar devam ediyor:

September 23, 1925 from John Griffin, the New York office contract divisor


New York devlet daireleri ve sigorta komisyonculuğu(Fidelity & Deposit şirketinin işi)işindeki komplex bağlantılar tartışılıyor burada. Mektubu gönderen New York Devlet Dairesindeki sigorta kontratlarının dağıtımını yapan Griffin, Demokratik parti yönetimindeki radikal değişimden sonra, sigorta komisyonculuğu(Fidelity & Deposit şirketinin işi)işinde de bir değişim olacağını söylüyor. Ardından da Charlie Murphy'e iletilmesini istediği küçük isteğini "word into his ear through you" diyerek FDR'dan istiyor. Ve sonra da sigorta kontratlarındaki dağıtımların buna iyiliğe karşılık şekilleneceğini belirtiyor. Anlaşılan o ki "..sadece kişisel arkadaşlık yeterli olmayacak.". Chicago ve New York'da sigorta işi üzerindeki bu denli politik etkilerin ardından da Washington'da, Federal Hükümet Alanlarında da aynı etki görülmüştür. F. A. Bach, F&D'nin vekil başkanı, gerçekleşecek olan büyük projedeki büyük kazancı elde edecek olan "şanslı" sigorta şirketi olabilmek için FDR'ın konumunu kullanmasını istiyor:


May 5, 1926 F&D second vice president F. A. Bach in Baltimore


"Gaziler Bürosu'nun diğer projeleri arasında, bu baharki projesinin $11/4(11 milyon artı çeyrek milyon dolar), getirisi olacak. Ve proje North Port, Long Island'da olsa dahi, Massachusetts temsilcisi Rogers'i tanıyor olmanın etkisiyle bu işten bir parça alabileceğimizi gizlice umut ediyorum." 

Benzer olarak FDR'dan başka bir mektup:




"Donanma Departmanındaki eski arkadaşlarımdan birinden aldığım mektupdaki, şirketinize verilen bir ödülle ilgili bir referans, donanmada Yardımcı Sekreterlik yaptığım dönemdeki çok hoş ilişkilerimizi aklıma getirdi. Ve,    şirketimin zaman zaman hükümete vermekle yükümlü olduğunuz sözleşme senetlerini yazmasına izin vermek ister misiniz diye merak ettim."

eheh. Bu adama selam versek borçlu çıkarız herhalde. Buralarda dönen "işbirliklerinde", tarafların birbirlerinin "iyilik" kredilerinin kayıtlarını çok iyi muhafaza ettikleri aşikar. FDR'in sağ kolu, kendisi de F&D ofisinde olan Louis Howe'dan, Homer Ferguson'a kendilerini tercih ettikleri için teşekkür ediyor:




"Bu işi yapmanızda, şirketin Bay Roosevelt'in şirketi olması gerçeği sizi ufacık da olsa etkilediyse, bu konuda birkaç bir şey yazarsanız bu Bay Roosevelt'i çok sevindirir."

Evet, bir de "bana harikasın de!" dedirtiyor herif. FDR'in böyle bir mektupdan başka bir çıkarı olacaktır büyük ihtimalle. Ama sonuçta FDR bond işinde pazarın taleplerinde kişilere ve kurumlara kendilerini tercih etmeleri rekabet alanının dışında olan farklı sebepleri vermiştir.
 Fakat bu bir kenara, hizmetlerin tercihinde tanışıklıkların ve referansların etkili olmayacağını düşünmek saflık olur. Üstelik bunun tamamen yanlış olduğunu söylemek de yanlış olur. Bu hizmetleri ve ürünleri referansa göre satın almak ile vasıflı olup olmadığı henüz belli olmayan bir insanın referansa göre bir konuma oturtulması aynı şeydir. Rekabetçi bir markette bu ürünleri satın alırkenki tercihimde metod olarak birisinin referansını kullanıyorsam, yani o ürüne torpil yapıyorsam, o halde bu marketin rekabet alanı nedir? Örneğin söz konusu senet işinin muhasebesini yapalım. Pazar alanına girdiğim andan itibaren bir senet şirketini tercih etmem için kriterlerim neler? Akla ilk gelen basitçe ücret ve geçmiş performansları olurdu. Zira kompleks faktörleri barındıran bir iş değil, ayrıca eğer geçmiş performansları hakkında bilgi alabileceğim bir referansım varsa da sormamam aptallık olur. Fakat asıl soru referansımın, bu durumda o kişinin, bana bunu önermesindeki tecrübeleri neye dayanıyor? Kendi geçmiş tecrübelerindeki memnuniyeti mi? Yoksa tercih etmemi söylediği şirket ile arasındaki ortak çıkarları mı? Zira FDR bu durumda kesinlikle ikinci gruba giriyor. Varsayalım ki, tamamen şahısların çıkarları üzerine kurulu referans metoduyla bu şirketi tercih ettim. Ve benim gibi davranan birkaç kişi daha oldu. Hepimiz de bunu yaparken normalize ediyoruz. O halde para kazanamayan diğer şirketler neden artık para kazandırmayan müşteri memnuniyeti ve uygun fiyat üzerinden iddialı olmaya çalışsınlar ki. Bu salaklık olurdu. Muhtemelen bu durumda mantıklı olan hareket, değişen rekabet alanın yeni kriterlerine ivedilikle ayak uydurmak olurdu. Yani bu şartlar altında, "Kimi tanıyorsunuz?" politikasını benimsemek. Fakat bu durumda artık hizmetlerin iyi olup olmadığına bakılmadığı için, insanların, işlerinde daha iyi olmak için bir sebebi kalmıyor. Burada bariz bir ticaret var. Bu ticarette herkes normal olarak kendi çıkarını gözetiyor. Bakıldığında, ikili çıkarların gözetildiği torpil ile işler halledildiğinde bu ticarette daha kârlı olanın tercih edildiği sanılıyor. Ama nihayetinde, pazardaki hizmet/ürün kalitesinin düşmesiyle, pozisyonlardaki vasıflı insan sayısının azalmasıyla kendi çıkarımıza göre hareket etmiş olmuyoruz. Hatta en baştaki ikili çıkarların durumu söz konusuyken, bunun sonucunda daha çok para kazanmak ve daha çok mutlu olmak arzusundaydık. Ama bu paranın karşılığını alabilmek için her zaman piyasada kaliteli birşeylerin kalmış olmasına ihtiyacımız var, çünkü en nihayetinde mutlu olmak istiyoruz. Ne tesadüfse artık, çok paramız da olsa kaliteli olanı satın alamıyoruz. Zira geçen gün de başka bir sebepten dolayı onu tercih etmemiştik ve onu satan adam da sandı ki, artık bunun modası geçti. Belki bu düşünce çok ütopik gelebilir. Fakat üzgünüm, şuanda toplumumuzda görülen birçok sorunun kaynağında bu yatıyor. Çünkü vasıfsız insan istihdamı ve bunun normalize edilmesi toplumsal sözleşmemizi zedeliyor. Görünen el ile Görünmez Ele müdahale ediyoruz. Az önce bahsettiğim ticaret, aslında sadece Adam Smith'in Görünmez El teorisidir. Görünmez El şöyle der: "Kişisel mutluluklar için yapılan kararlar topluma planlanmamış sosyal fayda sağlar." Mesela, sabah evden çıktınız ve canınız sıcak bir simit çekti. Karnınız doydu ve bu sizi mutlu etti, dağıtıcı para kazandı ve bu dağıtıcıyı da mutlu etti. Ardından üreticiyi de mutlu etti, çünkü üretimden para kazandı.

"İnsanın hemen her zaman kendi hemcinslerinin yardımına ihtiyacı vardır ve bu yardımı sadece onların cömertliğine bağlı olarak beklerse, eli boş kalır. Kendine yarar sağlayacak bir biçimde onların bencilliğine seslenirse ve kendisinin onlardan istediğini yerine getirmenin onların da çıkarına olduğunu gösterebilirse, başarılı olma şansı yüksek olacaktır. Bir başkası ile alış-veriş yapmak isteyen her kimse böyle davranmak durumundadır. Tüm bu önerilerin anlamı, benim istediğimi bana ver, buna karşılık sen de bendeki istediğine kavuş, biçimindedir; ihtiyaç duyduğumuz yardımların büyük bir kısmına böylece kavuşmuş oluruz. Yemeğimizi kasabın, biracının ya da fırıncının yardımseverliğinden dolayı değil, onların kendi çıkarlarını gözetmeleri nedeniyle elde ederiz. Onların insancıllıklarına değil, bencilliklerine sesleniriz ve hiçbir zaman kendi ihtiyaçlarımızdan değil, onların kazançlarından söz ederiz. Her birey sürekli olarak sahip olduğu sermayeyi en yararlı biçimde kullanmanın yollarını arar. Göz önüne aldığı bu yarar, toplumun değil onun kendi yararıdır. Ancak bireyin kendi yararını gözetmesi, zorunlu olarak toplum için en iyi kullanımı tercih etmesine yol açar. Kendi çıkarını amaçlayan bireyi görünmez bir el, hiç amaçlamadığı bir sonuca yönlendirir. Birey kendi çıkarı peşinde olmak suretiyle, hiç amaçlamadığı halde toplumun çıkarını da, gerçekten toplumun çıkarı peşinde olsaydı arttıracağından daha fazla, arttırır."[16]

Güncel siyasetten ne anlarım ne de hoşlanırım. Fakat tıpkı FDR'in yaptığı politik hamleler gibi mevcut iktidarın da tıpkı bunun gibi her yere torpil ile insan yerleştirdiğini biliyoruz.  Açıkçası biliyor muyuz, onu da bile bilmiyorum. O yüzden sevmiyorum ya siyaseti. Bunu eleştirmekten geri durmayacağım, fakat eleştirmek istediğim kişi bana bunu normalize etmeye çalışan kişilerdir. En çok onlara kızgınım. Sağda solda sosyal faydaları için torpili eleştirip de iş kendine geldiği zaman bu kadar özverili davranamayanlara kızgınım. Pardon, özveri mi dedim? Özveri falan değil bu, akıllı ticaretin hangisi olduğu zaten ortada. Ama hele hele o "artık oyunun kuralları bu, ona göre oynayacaksınız" diyen matematik öğretmenime kızgınım. En pis solcuydu da kendisi, fakat torpilciliği hep sağın hareketi sanırdı. "Yeri geldiğince bunu sen de yapacaksın!" derdi. Neden peki? "Çünkü onlar yaptı. Herkes yapıyor. Sen de yapmalısın, yoksa aç kalırsın.". Görünmez El'e müdahale eden, hepimizin gördüğü ama kimsenin de sesini çıkarmadığı işte bu görünen eldir. He bide, iki şey daha var:

1) "Şeytan sizi fakirlikle korkutur ..." -Bakara, 268
2) “Kim inanıp güvenerek iyi işler yaparsa, ne haksızlıktan ne de hakkının yenmesinden korkar.” -Taha, 112

Tamam, uzatmaya gerek yok sanırım. Nerede kalmıştık en son? Birkaç mektup daha var göstermek istediğim. Bahsettiğim normalize etmenin 1920 yılı politik dönemindeki şu dejenerasyonlarını görmek mümkün:


July 11, 1928 to first vice president George L. Radcliffe


FDR'dan George L. Radcliffe gönderilen mektupta John J. Raskob'un Democratic National Committee başkanı olmasından bahsediliyor. Raskob'u da daha sık duyacağız ileride. Kendisi Du Pont ve General Motors'un başkan vekili. New York Valisi Smith'in, "Demokratik Parti'yi ülkenin ticari çıkarları doğrultusuna getirebilecek bir organizator" istediğini söylüyor. Devamında da Raskob hakkında düşüncelerini ve endişelerini söylüyor FDR. Zaten ileride, Raskob'un ve birçok Wall Street bankerinin Demokratik Parti'yi bağış manyağı yaptığını göreceğiz ve ticaret için verilen tavizleri de: New Deal ve National Recovery Administration (NRA)[17]  

Diğer bir taraftan, bu suistimali durdurmak isteyenler de olmuştur. Bunun için de Mimar Sullivan W. Jones, senetler için devlet şartını kaldırmayı istemiştir.. New York Valisi Smith, buna ilk seferde, sıcak bakmıştır. Bu durumda FDR'a, R.H. Towner'den bir yazı gelmesine sebep oluyor: "Vali Smith yoldan çıktı, onu birilerinin yola sokması lazım.". FDR da cevap mektubunda : "Gelecek birkaç hafta içinde valiyi görmeyi umuyorum ve daha sonra Jones'un planı hakkında onunla öğüt verir gibi konuşacağım."[18] 

Senet işi, politik etkilerin yaygın olduğu bir işti ve dolayısıyla FDR soyu ve Donanmada yardımcı sekreterlik yaparken sahip olduğu politik çevresiyle bu iş için biçilmiş kaftandı.  1921-1928 yılları arasında F&D'de çalışmıştır ve F&D 1923 yılının ocak ayından itibaren 1924 ocağına kadar, 3 milyon dolar hasılat gösterdi.  Aşağıda, şirketin yöneticilerine FDR tarafından gönderilen mektubu göreceksiniz:




Mektupda FDR tarafından verilen rapora göre F&D şirketinin pazarda nasıl güçlendiğini, kazancını arttırdığını ve buna karşılık listedeki diğer şirketlerin de ekseriyetle düşüş yaşadığını görüyoruz. Sonuçta, 120 Broadway adresindeki Fidelity & Deposit şirketi ve çevresinde dönen bu politikalar sosyalist toplumun mikrokozmosuydu. Nitekim kendisi bürokrasi de yükseldikçe, benimsenilen bu politikanın eylemleri ve bu eylemlerin sonuçları da daha büyük olmuştur.


Franklin D. Roosevelt içinde Almanya ve ABD arasındaki ekonomik bağlantıları da taşıyan birçok kurum ve sendikaya hatta özellikle 1923 yılında Almanya'da gerçekleşen hiperenflasyondan kâr etmeyi gerçekleştirecek kadar ileri giden bir tanesine üyeydi. Örneğin, 1922'de başkanlığını yaptığı United European Investors, 1927'de organizatorlerinden olduğu International Germanic Trust Şirketi ve Federal International Investment Trust bunların arasındadır. En spekülatif olanı belki de United European Investors denebilir. Zira bu kuruluş 1922-23 yılları arasında Almanya'da gerçekleşen hiperenflasyonda, ABD'de yatırılan Alman Markı'nı, sonradan Almanya'da sefil halktan mülk satın alarak değerlendirmiştir. Buna gelmeden önce Almanya hiperenflasyonun koşullarına bir bakalım.

"Enflasyonun en moral bozucu unsurlarından biri de yapılan yağmalar idi. Eline dolar ya da sterlini geçiren biri, Almanya'da kraldı. Birkaç Amerikan Doları, insanı milyoner yapmaya yetiyordu. Yabancılar ülkeye akın ederek aile hazinelerini, mülkleri, mücevherleri ve sanat eserlerini inanılmaz düşük fiyatlarla satın aldı." [19]

İngiliz ekonomist Lionel Robbins de bu hiperenflasyonu şöyle tanımlıyor: "Tarihte, kendi türünün en devasa şeyiydi, ve muhtelemen ikincisi de  1. Dünya Savaşı. Jenerasyonumuzun birçok politik ve ekonomik sıkıntısından sebebi, o olmalı. Alman halkının zenginliğini yok etti, arkasında ahlaki ve ekonomik dengesizlik bıraktı ve takip eden felaketler için bir ortam hazırladı. Hitler, enflasyonun besleyip büyüttüğü çocuğudur... "[20] Versay Antlaşmasını duymuşsunuzdur. Almanlar'ın 1.Dünya Savaşı'nı kaybetmesinden sonra, zaten savaştan çıkmış olmanın finansal zayıflığının ardından, Versay Antlaşmasının sert şartları da Almanya'ya bir darbe daha olmuştur. ABD, İngiltere ve diğer müttefik devletler yenilen Almanya’ya toprak, ordu ve ekonomik olarak ezici şartlar dayatmıştır. Bir devlete ödetilen savaş tazminatları, tıpkı gelir gider dengesindeki ithalatlara benzer. Tazminatın dengelenmesi ya vergilendirme ya da bütçenin açık vermesi ile mümkündür. Eğer bütçe açığı ile dengeleniyorsa, enflasyon kaçınılmazdır. Nitekim Almanya için de sonuç böyle olmuştur. Bunun yanısıra Almanya, müttefikler tarafından da özel mülkiyete verilen tüm zararlar için tazminat ödemek zorunda bırakıldı ve Alman topraklarındaki müttefik birliklerinin tüm masraflarını ödemek zorundaydı. Almanya 100 milyon Alman altın markı ödemeye teslim oldu. Sözgelimi savaş tazminatlarının aranjmanları "tesadüfen" parasal ve sosyal kaos ortamı yaratmıştı. 1923 Aranjman Komitesi ABD üyelerinde Tuğgeneral Charles G. Dawes ve Owen D. Young (General Electric Company) bulunuyordu ve 1928 Young Planı, Uzmanlar Kurulunun ABD tarafında Owen D. Young, J.P. Morgan, Thomas N. Perkins ve Thomas W. Lamont vardı.[21] Dawes ve Young Planları, bu tazminatlar için oluşturulan yapılan planlamalardır. General Electric Şirketi ve bu kuruldaki diğer isimler Bolşevik İhtilali'nde Sovyetler Birliğinin finanse edilmesinde de çok etkin roller oynamışlardır.[22] Aşağıdaki telgrafta Owen D. Young'in, bu kurulda olmasının talebinin tavissiz olduğunu gözlemliyoruz:





[23]

Kurulda Dawes'e ilave olarak, 2 tane daha Amerikalı'nın komisyon tarafından davet edilmesi gerektiği söyleniyor. Ve onların da(Almanya) rızası olmadan bir Amerikalı'ya davetiye gönderilmeyeceği söyleniyor. Asıl can alıcı nokta ise hemen devamında: "İşin aslı, bu diğer kişilerin(ilave olarak çağrılanlar) hiçbiri devlet tarafından atanmayacak, fakat Tazminat Komitesinin davetiyesi üzerine katılacaklar. Bu bağlantı girişiminde, Owen Young isminin önerisi ciddiyetle dikkate alınmalıdır." Bu toplantıda Young'un orada olması, çok ciddi bir şekilde isteniyor. Nitekim toplantıda "Amerikan Uzmanlarının" yanında "önerilerde" bulunmak için yerini alıyor. Owen Young, Morganların şirketleri olan General Electric'in başkanlığını yapmıştır ve sonuçta, Georgetown Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Profesörü olan Carrol Quigley'in de söylediği gibi, Young'ın arkasındaki kişi Morgan ailesinden başkası değildi.[24] Aşağıdaki küpürde de zaten J.P. Morgan'ın da bu tazminat uzmanları komitesinde yer aldığını gözlemleyebiliriz:


[25]


General Electric-Morgan faktörleri Kızıl Devrim'de etkili olduğu gibi, inceleyeceğimiz üzere FDR'ın "New Deal" ekonomik planında da etkili olmuştur. Dolayısıyla bu faktörler, 2. Dünya Savaşı'nın başlıca nedenlerinden biri olarak görülen bir temanın müzakerecileriydi ve aynı finansörlerin yanı sıra Franklin Delano Roosevelt'in de kâr edeceği bir plan.

Tazminat toplantılarında, Almanya tarafında ise Hjalmar Schacht, A. Voegler, C. Melchior ve L. Kastl gibi isimler var. Tazminat müzakerelerinin Alman tarafındaki iş adamları da, Almanya'da nasyonal sosyalizmin yükselmesinde işbirliği yapmışlardır. George W. F. Hallgarten adındaki bir tarihçinin "Adolf Hitler and German Heavy Industry" adlı makalesinden, şu alıntıya dikkatinizi çekerim: "Kasım 1918'de Reich'in en önde gelen işadamlarından oluşan bir grup, Stinnes, Albert Voegler (Gelsenkirchen Mining Co., Ltd. yöneticisi), Carl Friedrich von Siemens, Felix Deutsche (German General Electric), Mankiewitz of the Deutsche Bankasının yöneticisi, Salomonsohn'un yöneticisi, Hitler'in habercisi hareketini finanse ettiler, Alman nasyonal sosyalist devletinin kurulmasını talep eden kişi, Dr. Eduard Stadtler'ı." Evet, çok fazla isim var biliyorum. Fakat buradaki kişilerin hiçbir önemi yok. Çünkü tarihte yükselen bu adamların isimleri, bunlar olmasaydı, yine de her zaman orada bir isim olacaktı. Fakat bu yazıda her zaman, altını hususiyetle çizeceğim şeyler fikirler, onların sevmediğimiz tezlerine "karşın" üretildiğini sandığımız ve bizlere kakalanmaya çalışan antitezler olacak. Zira her zaman, bu fikirlerin eskimesine izin vermeyen kolektivist fanatikler ve bu fanatiklerin meyvesini alanlar olacak. "make society work for the few.". Azınlık için çalışan çoğunluk fikrini onu reddettiğini savunduğunu sanarken benimseyecek insanlar. Önce gözüyle gördüğü şeyi gönlüyle reddedicek. Ona kanıtlar sunduğunuzda bile tüm bu olup bitenlere "komplo teorileri" deyip geçecek. Sonra soracaksınız, 1. Dünya Savaşı neden başlamıştır diye. Görünen sebebi Avusturya-Macaristan veliahtının Saraybosna'da öldürülmesi diyecek ve ardından sömürgecilik yarışı, bilmiyorum işte, aklında liseden ne kaldıysa. Belki size kanıt olarak herkesin bunlarda hemfikir olmasını sunabilir, ya da belki birkaç tarih kitabı gösterir. En iyi ihtimalde bile, nihayetinde aramızdaki tek fark kendileriyle mutabık olduklarımızın sayısı olacaktır.  

Her neyse, uygulanan bu tazminat planları sonucunda Almanya hiperenflasyona sürüklenmiştir. Peki FDR bu hiperenflasyondan nasıl kâr etmeye çalışmıştır? United European Investors, Ltd., William Schall, Franklin D. Roosevelt, A. R. Roberts, Charles L. Gould, Harvey Fisk & Sons gibi kişi ve şirketlerin ortaklığındaydı. Ve en çok kişisel hisseye FDR($10,000) sahipti. U.E.I(United European Investors) işbirliğinin çılgın tüzüğünde Kanada ve diğer ülkeler arasında ticaret ve ticareti teşviğe dair birtakım ayrıcalıklar bulunmaktaydı. Mülkiyet hakkını kazanmak için, sigortalamak ya da tahvil etmek, satın alma ile ilgili her türlü işlevi üstlenmek fonksiyonlarına sahipti. İşin gerçeği, tüzüğe bakıldığı zaman yapamayacağı herhangi bir şey bulmak zordu.[26] Aşağıda, bir Kanada gazetesinden aldığım 14 Eylül 1922 tarihli küpüre bakalım:



[27]

"Amerika'da tutulan Alman markları, güzel gelir sağlayabilir." Altı yüz milyon Alman markı, U.E.I'deki hisseler ile dağıtılarak somut olarak yatırım yapılmıştır. "Tüzüğün şartlarına göre, yeni şirketin amacı 'Kanada ve diğer ülkeler arasında ticaret ve ticareti teşvik' yapmaktır". "Şirketin amacına dair spesifik bir açıklama yok. Roosevelt tarafından dün yapılan açıklamaya göre, amaç U.S ve Kanada'da tutulan milyarlarca Alman markının, Almanya'da en güvenilir şekilde yatırımının yapılmasıdır. Fakat genel güçleri daha ileri bile gidebilir. Menkul ya da gayrimenkul her mülkün her türlü edinim hakkı ve her çeşitten ticaret yapabilecek kadar yetkilendirilmiştir." Bu şekilde yetkilerinden bahsedilmeye devam ediliyor. Dediğim gibi, tüzüğüne bakıldığında yapamayacağı bir şey yok. Aşağıdaki küpürde de, bu hiperenflasyondan deli gibi kâr etmek isteyen bu şirket için benzer tanımları görüyoruz:


[28]

"to invest these marks in actual values in Germany....in real estate, mortagages, securities and participation in industrial and commercial enterprises.". Markı elde tutmak zaten çok tehlikeli. Bu durumda yatırımlar elde tutulur şeyler üzerine yapılıyor. Mülkler, senetler ve hisse alımlarıyla. İşin içinde Alman bankerleri de var. Zaten hiperenflasyon 3 gruba yaramıştır: Birkaç Alman bankeri, planın yaratıcıları olan bankerler ve Hitler'e. Nitekim Young Planı, en çok Hitler'in işine gelmiştir. Wall Street bankerleri bir taşla iki kuş vurmuştur. Sutton, "Wall Street & the Rise of Hilter" kitabında bu tezi ve devamında finanse edilişini anlatır. Fakat bu makalede bunu incelemeyeceğiz. Aşağıdaki küpürde aslında hep bahsettiğim isimler var:



[29]

U.E.I'nin yatırımları, başında 120 Broadwaydaki Amsinck & Company'nin partnerlerinden Senatör August Lattman olan, Hamburg'daki Alman danışma kurulunda gerçekleştirildi. Yine, kurulda Almanya'nın şansölyeliğini yapmış ve HAPAG'in yöneticisi olan Wilhelm Cuno vardı. ABD Merkez Bankası üyesi Paul Warburg'un kardeşi Max Warburg'da kuruldaydı.[30] Amsinck & Company, American International Corporation(AIC) tarafından satın alınan bir şirkettir ve AIC Rockerfeller işbirliğidir:



[31]

[32]

Ve emin olun buradaki bağlantılar bak bak bitmez. Bunun yanı sıra Wilhelm Cuno'ya bir göz atalım.  Almanya'da şansölye ünvanına sahip kişi hem hükümet başkanı hem de bakanları seçme yetkisine sahip olan kişidir. Protokolde devlet başkanı ve parlamentodan sonra gelir ama yetkilerini göz önüne aldığımız da hükümet politikasını çizmekte önemli pay sahibidir. Wilhelm Cuno, 1922 ortasından, 1923'ün ağustosuna kadar şansölyelik yapmıştır. 1917'de de Hamburg-America Line(HAPAG)'ın yöneticisi seçilmiştir ve 1918'de HAPAG'ın başkanı Ballin intihar edince, başkanlığını devralmıştır. Alman markı zaten hızla bir düşüş yaşarken U.E.I'nin içindeki Cuno ve FDR'ın yatırımlar ve eylemlerinin, bu düşüşü ivmelendirmesinin istatistiklerini, Antony Sutton şöyle paylaşmıştır:



[33]

Enflasyon, U.E.I'nin kurulduğu aydan sonra, Alman danışma kurulunun üyeleri Franklin D. Roosevelt ve John von Berenberg Gossler'in U.E.I'deki yatırımları ile hız kazanmıştır. Aynı şekilde tam Şansölye Wilhelm Cuno'nun görevden alınması ve ardından HAPAG'ın başkanlığa döndüğü tarihten itibaren düşüş ivmesi kontrolden çıkmıştır. Her ne kadar yatırımların etkisi olsa da, Sutton'un tezinde sadece bu veriler eşliğinde, mark'ın düşüş sebebini bu şekilde yorumlamayı yeterli bulamadım. Fakat gördüğümüz şeylerden kesin olarak çıkarabileceğimiz bir şey varsa da o, bu hiperenflasyona öncülük edenlerin gerçekte kimler olduğu ve bundan da kimlerin kâr elde ettiğidir. Birtakım Alman ya da Amerikan bankerlerin yanında Hitler de nasibini alırken olan yine halka olmuştur. Örneğin, 19 Kasım 1923'de 1 Amerikan doları 4.2 trilyon Alman markına eşitlenmiştir. Şöyle düşünün: İnsanlar mark daha da düşmeden birşeyler alabilmek için para yüklü el arabalarıyla markete koşuyorlar.




Orta sınıf halk, paranın değerini yükseltmek için mülklerini satıyor:


[34]

Dükkanın penceresinde, "Yabancılara Satış Yoktur!" asılı:




Karikatürde, para havuzunun içinden doğru çocuğunu kaldıran bir adam. Yukarıda "Ekmek! Ekmek!" yazılı:




Böylesi bir durumda, ne kadar zenginseniz o kadar şanslısınız. İnsanların maaşları da kura göre yükselse bile ertesi gün yine ekmeğin fiyatı, önceki gün çektiği maaşından daha fazla oluyordu. Halk sefillik çekerken Wall Street bankerleri, zenginliklerine zenginlik katmış oldular.


1921 yılında, Franklin D. Roosevelt, Owen D. Young, S. Bertron (Bertron Griscom) kişilerinin öncülük ettiği American Investigation Corporation kuruldu. Ve sonrasında Roosevelt CAMCO'nun(Consolidated Automatic Merchandising Corporation) başkanı olarak bilahare New York eyalet valilik seçimleri için bundan istifa etti. Şimdi American Investigation Corporation'un eylemlerine bir göz atalım.


Alman bilim adamları ve mühendisleri, yolcu ve yük taşımacılığında zeplin kullanımında erken bir başlangıç yapmıştır. 1910 öncelerinde yolcu seferlerine başlamışlardır hatta. Fakat dünya savaşı sonrası Tazminat Komisyonu tarafından Almanya'nın, zeplin üretmesi yasaklanmıştır, ardından da zeplinlerin patentlerine ABD tarafından, Düşmanla Ticaret Kanunu(Trading with the Enemy Act of 1917) altında el koyulmuştur. Almanya sınırları içerisinde kalan bu başarılı çalışma ve geliştirmeler paraya dönüştürebileceği neticesinde bilhassa şunlar tarafından gözlenmiştir: S.R. Bertron(Bertron), Griscom & Co, Owen D. Young(General Electric). Ki Young'un da zaten Tazminat Komisyonu'nda yer aldığını hatırlarsak bu pek şaşırtıcı değil. 10 Ocak 1921'de FDR, Fidelity & Deposit Şirketi'nden ayrılmadan önce Bertron'dan şu mektupu alıyor:



[35]


"Havayolu taşımacılığı ile ilgili sorularla ilgilenmeye başlayan önemli küçük bir grubun temsilcisi olarak geçen hafta Washington'da ordu yetkilileriyle uzun bir konferans yaptım. Bana Donanmanın Genel Sekreter Yardımcısı ve konuyla aşina olan siz önerildiniz. Sizinle bu konuda hakkında görüşmeyi çok isterim..." Nitekim Down Town Association'da buluştular. Aynı şekilde Owen D. Young, S.R. Bertron ve Fred S. Hardesty arasında bir toplantı olduğunu kayıtlardan biliyoruz.[36] Bu işi yapabilmeleri için patentlere ihtiyaçları var ve Hardesty'de toplantıda bu bağlantıyı temsil ediyor. Zira kendisinin, ele geçirilen patentlerin tutulduğu Washington'daki Alien Property Custodian ile bağlantısı var. Franklin D. Roosevelt de bu süreçte American Investigation Corporation için kontak kuruyor:


FDR to Colonel Robert R. McCormick, of the Chicago newspaper empire


April 21, 1921 FDR wrote to Frank Peabody[37]



"...bu gerçekten çok farklı bir şey ve size söyleyebileceğim tek şey, burada birçoğumuz varız, General Electric Company'nin Young'u, Bertron Griscom & Co.'nun Bertron'u...Bütün bunlar Amerika Birleşik Devletleri'nde ticari zeplin hatlarının kurulmasıyla ilgilidir."

"...Pazartesi akşamı saat 7: 30'da, Bay Bertron, Bay Snowden Fahnestock ve diğer birkaç kişiyle Union Club'da yemek yiyebilme ihtimaliniz var mı? Bertron, diğer taraftan daha yeni geri döndü ve Almanya'da başarılı olduğu kanıtlanan bu ticari zeplinler ile ilgili çok ilginç verilere sahip."

Ve bunun gibi daha birçok mektup. Sonucunda ise elde edilen bağışçılar şu şekilde:





Bu girişimin finansmanı konusunda yanlış bir şey olmadığı için herhangi bir eleştiri yapmak doğru olmaz. Fakat asıl sorun Alman patentleri ve izinlere erişimdeki hamlelerdir. Nitekim bu noktada FDR'ın yardımı dokunacaktır. Schuette-Lanz zeplin patentleri Almanlara ait, fakat ABD hükümetinin kontrolünde. Ve ABD kanunlarına göre ele geçirilen yabancı malı açık arttırma ile satın alınabilir. 26 Mayıs 1922 AIC(American Investigation Corporation) Başkanı raporunda AIC'ın "Schuette-Lanz patentlerinin sahibi" yazıyor. Devamında da 24 tane patent sıralı. Rapor devam ediyor "ABD'de 7 patent, Alien Property Custodian tarafından iade edilmek üzere. Tahsis belgeleri aracılığıyla tüm yeni ABD patentleri doğrudan AIC'ın kontrolündedir."[38] Peki o zaman AIC bu patentleri nasıl elde etti? Çünkü açık arttırmalara dair hiçbir kayıt yok. AIC şöyle rapor etmiştir:



"AIC'in payları Franklin Roosevelt, Bay Howe, Blackwood Brothers ve Bay J. Pickens Neagle'ın(Donanma Avukatı) sözleşmeleri ve tahsisleri işbirliği ile korunmaktadır. "
Bu sadece U.S. Donanma Departmanı'nın, özel bir sendika(AIC) çıkarlarına göre hareket ettiği şüphesini ortaya çıkarır. Nitekim çok da uzatmıcam, Alien Property Custodian ve Alman patent sahibi Johann Schuette arasında imzalanan belgenin içeriği:


[39]


Patentler, Alien Property Custodian tarafından "rekabetçi tekliflerden uzak", "nominal bir ücret ile" ve "Schuette'ye doğrudan ya da dolaylı çıkar sağlanarak", American Investigation Corporation'a satılmıştır. Ve tüm bunların hepsi de Düşmanla Ticaret Kanunu'na(Trading with the Enemy Act of 1917) aykırıdır. Sonuçta AIC,  Franklin D. Roosevelt'in şahsi müdahalesi ile, ele geçirilmiş patentleri nominal bir fiyattan elde etmiş oldu. Kanun gereğince, bu tür ele geçirilmiş patentlerin, eski Alman sahibinin lehine değil, fakat kamu ihalelerinde açık arttırma ile satılması gerekirdi. Yine AIC, FDR sayesinde, Donanma Departmanı'ndan 1 milyon dolar değerinde donanma tesislerinin ve resmi bilgilerin elde edilmesini sağladı.


Şuana kadar bu bölümde Franklin D. Roosevelt'in, New York Valisi olmasıyla son bulan Wall Street'deki 7 yıllık kariyerini gördük. Fidelity & Deposit Şirketi'nde çalışırken kullandığı politik etkiyi ve yine United European Investors ve International Germanic Trust yüzeylerindeki uluslararası finansal ve politik bağlantılar ile sebebinde Owen D. Young, J.P. Morgan faktörleri yatan hiperenflesyondan nasıl kâr ettiğini, kişisel mektuplarından ve diğer belgelerden gördük. Kendisinin methodundaki kalıcı tema, iş kurumlarını politize etmesi oldu. F&D'de devletin polis gücünü kişisel kazanç çıkarında kullanması için istihdam edildi. Zeplin işinde U.S. Navy(Donanma) ve Alien Property Custodian gibi kurumlardaki kontakları, ve kamu hizmetlerinde kazanılan tüm bu siyasi temaslar, FDR'a iş dünyasındaki rekabet gücünü kazandırdı. Politik silahlar, pazarın rekabet alanları olmaktan çok uzaktı. Siyasi baskıyı yansıtan bu silahların etkileri yine borsanın kurallarından ve marketteki alıcıların gönüllülük esasından uzaktı. İkinci bölümde, bunların arkasındaki kooperatif sosyalizm tezini ve ekseriyetle FDR ile bağlantılı olan kooperatif sosyalistlerin satmaya kalktıkları fikirleri inceleyeceğiz. Hatta 1840'larda yaşayan, FDR'ın atalarından olan New York Eyalet Meclis Üyesi Clinton Roosevelt'in burada sunulan tez ile bağdaşıklığını gözlemleyeceğiz. Bilahare New Deal ile Wall Street'in finansal yatırımına bakacağız.

Sonraki Bölüm


Dipnot

[1] Daniel W. Delano, Jr., Franklin Roosevelt and the Delano Influence (Pittsburgh, Pa.:
Nudi Publications, 1946), sayfa 53.

[2] Antony C. Sutton, Wall Street and FDR, sayfa 11.

[3] Daniel W. Delano, Jr., Franklin Roosevelt and the Delano Influence (Pittsburgh, Pa.:
Nudi Publications, 1946), sayfa 54.

[4] Michael Tsarion, “Astrotheology and Sidereal Mythology”

[5] Antony C. Sutton, Bolshevik Revolution, op. cit., pp. 128, 130-3, 136 on Stone & Webster.

[6] United States Senate, Hearings before the Special Committee Investigating the Munitions Industry, 74th Congress, Second Session, Part 25, "World War Financing and United States Industrial Expansion 1914-1915, J. P. Morgan & Company" (Washington: Government Printing Office, 1937), p. 10174, Exhibit No. 3896.

[7] Gabriel Kolko, The Triumph of Conservatism (London: Free Press, 1963), p. 202.
Willard Straight was owner of The New Republic.

[8] Antony C. Sutton, Wall Street and FDR, sayfa 15.

[9] Frederic A. Delano, What About the Year 2000? Joint Committee on Bases of Sound
Land Policy, n.d., pp. 138-9.

[10] President Franklin Delano Roosevelt to Col. Edward Mandell House, November 21, 1933, F.D.R.: His Personal Letters (New York: Duell, Sloan and Pearce 1950), p. 373.

[11] Alan Allport, Great American Presidents, Franklin Delano Roosevelt, sayfa 12.

[12] Freidel, The Ordeal, op. cit., p. 138.

[13] Curtis B. Dall, Franklin Delano Roosevelt, My Exploited Father-in-Law, sayfa 8.

[14] Alonzo Hamby, Man of Destiny, FDR and the Making of the American Century, sayfa 93.

[15] Antony C. Sutton, Wall Street and FDR, sayfa 21,22,23,24.

[16] Prof. Dr. Erdal M. Ünsal - Mikro İktisada Giriş

[17] Antony C. Sutton, Wall Street and FDR, sayfa 26.

[18] Aynı.

[19] Marjori Palmer, 1918-1923 German Hyperinflation, (New York: Traders Press, 1967)

[20] Constantino Bresciani-Turroni, The Economics of Inflation: a Study of Currency Depreciation in Post War Germany, 1914-1923 (London: Allen & Unwin, 1937), "Foreword," p. 5.

[21] Antony C. Sutton, Wall Street and FDR, sayfa 31.

[22] Cemre Demirel, Komünizm, Kızıl Devrim, Sovyetler Birliği ve Şirketler: http://michaelsikkofield.blogspot.com/2014/08/komunizm-kzl-devrim-sovyetler-birligi.html

[23] http://digicoll.library.wisc.edu/cgi-bin/FRUS/FRUS-idx?type=turn&id=FRUS.FRUS1923v02&entity=FRUS.FRUS1923v02.p0230&q1=young sayfa 106.

[24] Kursad Berkkan, Hitler ve Siyonizm

[25] https://paperspast.natlib.govt.nz/newspapers/NZH19290117.2.12.10?end_date=12-11-1930&phrase=0&query=Owen+Young+Morgan&start_date=11-11-1922

[26] Antony C. Sutton, Wall Street and FDR, sayfa 34'den alıntı: The copy of the U.E.I. charter in FDR's files carries an amendment by A. B. Copp, Canadian Secretary of State, that prohibits building of railways and issue of paper money.

[27] https://newspaperarchive.com/lethbridge-herald-sep-14-1922-p-1/

[28] https://paperspast.natlib.govt.nz/newspapers/NZH19221111.2.53?end_date=31-12-1930&phrase=0&query=United+European+Investors&start_date=01-01-1920

[29] https://chroniclingamerica.loc.gov/lccn/sn83045211/1922-09-21/ed-1/seq-24/#date1=1789&index=6&rows=20&words=EUROPEAN+INVESTORS+UNITED&searchType=basic&sequence=0&state=&date2=1963&proxtext=UNITED+EUROPEAN+INVESTORS&y=0&x=0&dateFilterType=yearRange&page=1

[30] Antony C. Sutton, Wall Street and FDR, sayfa 35.

[31] New York Times, Ekim 27, 1917 sayısı, sayfa 18.

[32] https://paperspast.natlib.govt.nz/newspapers/MW19230328.2.37?end_date=12-11-1930&phrase=0&query=American+International+Corporation+Morgan&start_date=11-11-1922

[33] Antony C. Sutton, Wall Street and FDR, sayfa 32; Source: Statistisches Jahrbuch für das Deutsche Reich.

[34] http://www.mrbuddhistory.com/uploads/1/4/9/6/14967012/impact_of_hyperinflation.pdf

[35] Antony C. Sutton, Wall Street and FDR, sayfa 46.

[36] Aynı.

[37] List dated Feb. 18, 1922 in FDR files.

[38] Antony C. Sutton, Wall Street and FDR, sayfa 51.

[39] Antony C. Sutton, Wall Street and FDR, sayfa 54.