Patristik Felsefe

Merhaba arkadaşlar. Genelde yazıya başlamadan önce isimleri aklıma gelir, çünkü az çok neyin etrafında döneceğimi kurgularım. Fakat şuanda kendimi bu yazıyı yazmaya dayatarak hazırlıksız yakalandım. Gelişi güzel bir yazı olsa da bir konu etrafında olacağım elbette.

Patristik felsefe döneminden bahsetmek istiyorum. Antik Yunan Felsefesinden sonra 14.yüzyıla kadar bölümü içeren bir Ortaçağ Felsefesi sınıflandırması mümkündür felsefe tarihinde. Batı'da Hıristıyan Ortaçağ Felsesi olarak MS 2.ve 3.yüzyıldan 8.yüzyıla kadar olan bu ilk döneme Patristik Felsefe denir. Diğer dönemi de Skolastik Felsefedir, hatta bu dönemin 12. ve 14.yüzyılları parlak dönem olarak geçer. Nitekim Patristik Dönemin içerdiği bazı dogmatik ögeler ya da bazı unsurlar bu parlak dönemi fazlasıyla etkilemiştir. En başında Ortaçağ Felsefesi din ile özdeşleşmiş bir felsefedir. Kimilerince Kutsal kitapların öğretileri felsefi spekülasyonlar ile temellendirilmeye çalışılır. Kimileri misyonerlikte Antik Yunandan kalma yöntemlere başvurur, dolayısıyla felsefe yaparlar. Zaten Patristik Dönemi felsefesine "Kilise Babalarının" felsefesi denebilir. Apolojistler de denir bu adamlara. Bu Apolojistlerin üzerine uğraştıkları apolojetik felsefe de aslında, dogmatik olmayan teolojidir. Yani inanmayanlara hitap eder, felsefi aracıyla bir tebliğ söz konusudur. Apolojistleri de her şeyden önce tebrik etmek istiyorum, zira paganizm ve ya agnostisizm gibi nanelere karşı inançlarını savunmaların gayretinde olmuşlardır. Yalnız bunu öyle dini tehditlerle ya da bu öğretilerin kendileriyle değil de felsefenin kavramsal araçlarını kullanarak yapmışlardır. Dini öğretilerin kendilerini dogmatik teolojide yine ele almışladır zaten, fakat savunmalarda dini öğretileri kenarda tutmak normal ve yerinde bir hamledir söz konusu durum için. Apolojistler Yeni-Platoncu felsefeyle yürümüşlerdir denebilir. Plotinos'un "sudur" öğretisi baya bir sıkıntılar içermektedir monoteizmdeki Tanrı anlayışı için. Fakat kendilerinin üçleme inancına adapte edebildekileri bir öğreti olabilir. İlginç bulduğum için paylaşmak istedim, Aziz Justin adındaki apolojist, yine karşı çıkılan öğretilerden olan Museviliğin mensuplarına özetle şöyle diyor: "Sizin Mesih inancınız bizim İsa'ya işaret ediyor, tek bir dünya dini olmak hıristıyanlıkda mümkündür, geliniz :)". Dönem kendi içinde de üç kısma ayrılır, şöyle ki: Bahsettiğim felsefi savunmaları içeren bir dönem, felsefenin daha çok hakkının verildiği bir altın dönem ve ardından tekrar aynı şeylerin söylendiği bir gerileme dönemi.

İlk dönemde, sonuçta Kilise Babaları savunma yaparken felsefeyi kullanmak zorunda kalmıştır. Bu da Antik Yunandan gelen felsefi yöntemlerin öğrenilmesini zorunlu kılmıştır ve dolayısıyla felsefe söz konusudur. Fakat felsefenin buradaki amacı, Hıristıyanlığa felsefi kültür sokmuş olsa da felsefenin kendisine çok da bir yararı olmamıştır. Hatta bu ilk dönemde özellikle Grek dönemine ait eleştiriler bulunmaktadır. Altın Çağda da, Grek dönemin Helenistik Felsefesi ve Hıristiyanlık uzlaşımı vardır. Dönemin bilinen filozofları Clement, Origenes ve Aziz Augustinus'dur. Clement, diğer filozoflarda da öne çıkan "credo ut intelligam"(anlayabilmek için inanıyorum) mottosunun temsilcisidir. Bunu ilk okuduğumda "anlayabilmek için mi inanıyorum?" diye sormuştum kendime. Ne için inanıyorum gerçekten? Fakat önce şunu fark ediyorum, inandığım şeyin zaten doğru olduğuna inandığım için, onun doğru olduğunu düşündüğüm için ona inanıyorum. Yani bu yola, bişeylere inanmam lazım, şunun için bişeylere inanmalıyım diyerek çıkmıyorum. Aksine, şunu derim: Bu doğru ve ben buna inanıyorum. O halde arayış, inançtan önce gelir ve "niçin inanıyorum?" sorusuna cevap olarak, "o şeyin doğru olduğunu düşündüğüm içindir" diyebilirim. Fakat niçin inanmak istiyorum ya da niçin arayış içerisindeyim demek aslında burada daha mantıklı olacaktır. Bunun cevabına da kendimce, fıtratımdaki bu anlam arayışının, bu arzunun sonucu diyebilirim. "Anlayabilmek için inanıyorum" ifadesi bana kalırsa doğru bir ifade değildir. Zira insana yüklenen kapasitelerin neticesinde, inanıldığı zaman da anlam getirilemeyecek noktalar vardır. O zaman inancım, benim anlamak isteğime karşılık vermediyse, o noktayı anlamlandırabilen başka bir inanışa mı geçmeliyim? Dediğim gibi, anlam bulmakla nihai son durağım olan mutluluk arzumu gidermem. Mutluluk arzusumu giderişim, arayışım neticesinde doğruya inanıyor oluşumla ve o doğrunun öğretileriyle olur, tabi aynı zamanda arayış arzumun giderilmesi ve anlam arzumun da kısmen giderilmesi mutluluk arzumun giderilmesine katkı sağlar. Evet anlamlandırma arzum vardır, fakat bu arzunun böyle bir noktaya konulması "Boşlukların Tanrısı" olayına açık bir kapı bırakır. Çünkü anlayamadığı her şeyi Tanrı'ya bir şekilde atfeden bir inanış, o Tanrıyı anlamlandıramadığı şeyler için uydurmuştur, ki "Boşlukların Tanrısı" zaten bunu söyler. "İnanıyorum"'un sebebinde en nihayetinde, aklımızı kullanarak eriştiğimiz doğrularımız yatar. Çünkü bana göre, inanıyorumdur çünkü öyledir. Neden "öyle" olduğunu açıklamama da izin verirsen, sana önce kelamın kozmolojik delili gibi birtakım argümanları sunarım, ardından Kutsal Kitabımızı da. Uzun bir sürecin ardından benim "öylelerim" senin "öylelerin" olabilir. Fakat biliriz ki "öylelerimiz" bizim "öylelerimizdir". Kısacası anlamak için inanmıyorum, inanıyorum ve artık anlıyorum.

Bu kısım daha da çığrından çıkmadan devam edelim. Kilise Babalarından felsefe ile uğraşan vardı ama, felsefeyi küfür sayanları da vardı. İşin garibi felsefe öyle bir şeydir ki, felsefe küfürdür dediğinde bile felsefe yapmış oluyorsun, dolayısıyla bu da küfür olur. Çünkü felsefenin küfür olduğunu söylemek de felsefi bir duruşdur. Bayılıyorum bu felsefeye abi, Kilise babalarını, Cübbelileri buga sokar bu kerata. Clement de işte felsefe Tanrı'nın inayetinin bir lütfudur, ilahi bir üründür gibi şeyler diyor. Senkretik, karıştırma demektir, ve ektelektik de seçme. Clement'in senkretik ve ektelektik anlayışı aslında benim de felsefe tarihi okurken istemeden bilincimin beni soktuğu bu seçicilik felsefi politikasına benziyor. Clement felsefeyi Hıristiyanlığın anlaşılmasına katkıda bulunacak bir şey olarak görüyordu. Yine ona göre vahiyle uyumlu kılınamayan bilimin, akıl yürütmenin doğru olmaması gibi, sırf inanç da ideal olmayan bir şeydir. Kendisi neoplatonizmle bir uzlaşma yoluna giderek Tanrıya iyilik, güzellik, mutlak bilgi gibi nitelikleri vermemizin çok doğal olduğunu, fakat aslında aslında bunun yanlış olduğunu söyler. Tanrının ne olduğunu insan olarak anlayabilmemizden ziyade, ne olmadığını anlayabildiğimizin mümkün olmasını söylediği görüşüne katılıyorum. Allah'ın Kur'an'ı Kerim'de kendisini tanımladığı ayetler neticesinde bir Allah'ı anlama algımız oluşmaktadır, bu niteliklerin algımız açısından iyi ve gerekli olduğu kesinlikle doğrudur. Fakat bu niteliklerin yanlışlığı(!) konusundaki soru işaretlerim hala devam etmekdir. Bu konuyu detaylı olarak Yeni-Platonculuk yazımda irdeliyorum zaten.

Origenes, Hristıyanlıkla klasik felsefenin sentezine dair teoloji alanında sistematik bir yol izleyen filozofdur. Yazının başlarında neoplatonizm'in sudur inancıyla üçleme arasındaki mümkünlüğe dikkat çekmiştim hatırlarsınız. Nitekim bu arkadaş, Baba, Oğul, Kutsal Ruh üçlemesini sudur öğretisiyle yorumlamıştır. Sudur öğretisi şudur: Bütün varlıkların tek ve tümel töz olan Tanrı’dan, yalımdan ışığın çıkması gibi, çıkması, türemesi.  İşte bu üç şeyi de, Tanrı'nın belli özelliklerdeki tezahürü olarak görüyor. Hatta sudur'da bulunan bu yaratımın kaçınılmazlığı olayını da kabul ediyor. Yani Tanrı evreni özgürce değil de, doğasının zorunluluğuyla yarattığını öne sürüyor. Yani bu durumların genelinin ne kadar saçma olduğundan bahsetmeme gerek bile duymuyorum. Fakat yine de şu son sorusu kafamı kurcalamıyor değil, şöyle ki: Doğası mutlak iyilik olan Tanrının, insanları yaratmak iyiyse, bu iyiyi gerçekleştirmesi kaçınılmaz olan mıdır? Yani insanları yaratması zorunlu mudur? Bu sorudan "birisine iyilik yapmamak kötülük yapmak mı olur?" diyerek bazen kaçabiliyorum ve şuanda da öyle yapıcam :). Ve tüm mahlukatların, şeytanın bile amacının en sonunda Tanrı'ya dönmek olduğunu söyler Origenes. Origenes... Yapma Origenes... Bunlar panteizm, spiritüalizm naneleridir, yememek lazım.


Aziz Augustinus, dönemin en etkili filozofudur ve dolayısıyla söylenecek daha çok şeyi gerektirir. Bu yazının da sonlarına gelirken kendisine, sonraki yazıda üşenmez isem değiniyor olacağım. Aslında bu denli etkili bir adamı kapsamayarak bir sonuç çıkarmamız pek doğru olmaz. Yine de Patristik Dönem'in bahsettiğimiz düşünürleri kapsayacak şekilde bir sonuca ulaşırsak, Hıristiyanlıkla iç içe olan bir felsefe görüyoruz. Dini kültürün içerisinde yer almaya başlaması felsefenin, birçok şeyi etkileyecektir ileriki tarihlerde. Yeni-Platonculuk biraz daha "gökleri" işaret ettiğinden, felsefi birikimden yararlanırlarken bu arkadaşlar özellikle bunlardan beslenmişlerdir. Ve onun saçmalıklarından da nasiplerini alanlar olmuştur nitekim. Bu "sudur" vb. varyasyonlara daha çok rastlıyor olacağız. Kendinize iyi bakın.  

Lâedrî

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder